Bir ‘Kahraman Korsan’ Portresi: Burt Lancaster

8 Mayıs 2017

BURT LANCASTER: OSCAR’DAN SONRA

“Elmer Gantry”, Temmuz 1960’da Amerika Birleşik Devletleri’nde gösterime girer ve bir anda tüm dikkatleri üstüne çeker. Ufak çaplı protestolar gerçekleştirilir. Televizyonda tartışma programlarına konu olur. Hemen herkesin hemfikir olduğu tek şey, Burt Lancaster’ın bu makineli tüfek gibi konuşan ve din sömürüsü yapan papaz rolüyle gelmiş geçmiş en iyi performanslardan birini ortaya koyduğudur. Lancaster, Elmer Gantry rolüyle Altın Küre’yi ve Oscar’ı evine götürür. Oscar’larda Spencer Tracy (“Inherit the Wind”), Jack Lemmon (“The Apartment”), Trevor Howard (“Sons and Lovers”) ve Laurence Olivier’ı (“The Entertainer”), Altın Küre’lerde Spencer Tracy (“Inherit the Wind”), Trevor Howard (“Sons and Lovers”), Dean Stockwell (“Sons and Lovers”) ve Laurence Olivier’ı (“Spartacus”) devirmiştir. Yıl 1961’dir ve Lancaster popülerliğinin zirvesindedir. Artık geriye, sanatının zirvesine olan yolculuğu kalmıştır. Başyapıtlar peş peşe gelir.

“Judgment at Nuremberg”deki (Nürenberg Duruşması, 1961) Dr. Ernst Janning, Lancaster’a Venedik Film Festivali’nden bir ödül getiren “Birdman of Alcatraz”daki (Alkatraz Kuşçusu, 1962) mahkûm Stroud ve “A Child Is Waiting”deki (Bekleyen Çocuk, 1963) Dr. Matthew Clark performanslarıyla adeta parmak ısırtır. Bu rolleri kim unutabilir ki? Peki, bu Lancaster’a yeterli gelir mi? Hayır, gelmez. Onun kitabında sanatıyla yetinmek yazmaz. Gözünü Avrupa’ya diker ve hayatının en büyük risklerinden birini alır. Acaba bu risk, kariyerini yeni bir aşamaya mı taşıyacak yoksa aktörlüğünü tartışmaya mı açacaktır?

blank

İtalyan yönetmen Luchino Visconti, Giuseppe Tomasi di Lampedusa’nın meşhur romanı Il gattopardo’yu sinemaya uyarlamaya karar verir. Başrol için Sergey Eisenstein’in favori aktörü Nikolay Cherkasov’u düşünür ama olmaz. 20th Century-Fox şirketi eğer Amerikalı bir yıldızı oynatırsa 3 milyon dolar ödemeyi teklif eder. Visconti, Laurence Olivier’ı ister ama büyük usta çok yoğun olduğu için proje gerçekleşmez. Fox şirketi, Anthony Quinn, Spencer Tracy ve Burt Lancaster’dan birisini seçmesini ister. Burt Lancaster başından beri rolü kapmak için lobi yapıyordur ama onu bir “kovboy” olarak gören Visconti buna razı değildir. Ama “Judgment at Nuremberg”i (Nürenberg Duruşması, 1961) izleyen Visconti’nin fikri değişir, Lancaster’ı yarım ağız kabul eder. Ama çalışmanın ilk haftalarında Lancaster’a çokça yüklenir, adeta ona pislik muamelesi çeker. Alain Delon’a soyunma odası verir, ona vermez. Yer yer tüm set ekibinin önünde içinde atışırlar. Lancaster da altında kalmaz. Sonra zamanla, Lancaster’ın uyarlamaya konu olan romana hakimiyeti dikkatini çeker Visconti’nin. Getirdiği önerilerin isabetliliği onu hayrete düşürür. Ve birkaç hafta sonra, çok büyük bir aktörle karşı karşıya olduğunu anlar. Sonra da hayatları boyunca sürdürecekleri bir dostluk başlar. “Il gattopardo” (Leopar, 1963) harikulade başarılara imza atar, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanır ve Visconti’nin başyapıtı olarak selamlanır. İkilinin dostluğu o kadar ilerler ki, sıklıkla yazışan ve konuşan iki dert ortağına dönüşürler. Visconti 1972 yılında çok ciddi bir kalp krizi geçirir. Yeni başlayacağı filmi sigortalamaya hiçbir şirket yanaşmaz. Devreye Lancaster girer ve Visconti’ye bir şey olması hâlinde filmi kendi yöneteceğine dair şahsi teminat imzalar. Ve ikili, “Il gattopardo”dan 9 yıl sonra tekrar bir araya gelirler ve şahsi kanaatimce, Visconti’nin son entelektüel şahikası “Gruppo di famiglia in un interno”ya  (Conversation Piece, 1974) hayat verirler. Visconti 1976 Mart’ında hayatını kaybettiği zaman, Roma’daki cenaze törenine gidip katılan aktörlerden biri de Burt Lancaster olur.

Burt Lancaster, “Il gattopardo”dan sonra da sağlam filmlere imza atmayı sürdürür. John Frankenheimer’ın yönettiği, tıpkı Kubrick’in benzer temalı “Dr. Strangelove”unun da başına geldiği gibi, çekimleri 1963 yılında tamamlanmış olmasına rağmen Kennedy suikastı nedeniyle gösterimi 1964 yılına alınan “Seven Days in May” (Heyecanlı Günler, 1964) ve yine Frankenheimer’ın yönettiği “The Train” (Tren, 1964), Richard Brooks’un western başyapıtı “The Professionals” (Profesyoneller, 1966), yakın dostu Telly Savalas ile karşılıklı döktürdükleri “The Scalphunters” (Kafatası Avcıları, 1968), Frank Perry’nin Amerikan toplumunun üst-orta sınıflarını lime lime ettiği “The Swimmer” (Aşıklar, 1968) bu dönem rol aldığı önemli filmlerdir.

Burt Lancaster 1970’lere de bomba gibi girer. Aynı zamanda kârdan pay aldığı için hayatı boyunca bir filmden elde ettiği en büyük parayı (7 milyon dolar artı ücret) kazanmasına vesile olan, felaket filmlerinin piri “Airport” (Havaalanı, 1970), Robert Ryan ve Lee J. Cobb ile bir araya geldiği, Shakespearyen western “Lawman” (Kanun Adamı, 1971), Frank Silvera’lı “Valdez Is Coming” (Valdez Geliyor, 1971), Robert Aldrich’in karamsar finaliyle taçlandırdığı western “Ulzana’s Raid” (Ulzana, 1972),  Lancaster’ı Alain Delon’la tekrar bir araya getiren “Scorpio” (Akrep, 1973), JFK suikastına odaklanan “Executive Action” (1973), Lancaster’ı son bir kez yönetmen koltuğunda gördüğümüz “The Midnight Man” (1974), Hz. Musa’yı canlandırdığı, altı bölümlük epik TV dizisi “Moses the Lawgiver” (Hazreti Musa, 1974),  Bernardo Bertolucci şaheseri “1900” (Novecento 1976), geniş kadrolu “The Cassandra Crossing” (Kassandra Geçidi, 1976), Richard Widmark’lı “Twilight’s Last Gleaming” (Başkanın Adamları, 1977), Don Taylor’ın H.G. Wells uyarlaması “The Island of Dr. Moreau” (Doktor Moro’nun Adası, 1977), Lancaster’ın tamamlanabilmesi için cebinden para ödediği, alternatif savaş filmi “Go Tell the Spartans” (1978) ve Peter O’Toole ve Denholm Elliot’lı yeniden çevrim “Zulu Dawn” (1979). İlerleyen yaşına rağmen, birbirinden sıkı filmlerle seyircisini büyülemeye devam eden Lancaster, başarısını büyük ölçüde iyi hikâye seçimine ve kendisini rolüne adeta adamasına borçlu görünmektedir. O sıralar hepatitten muzdarip olan Burt Lancaster çekimleri 1979 yılında yapılan ama iki yıl sonra gösterime giren son westerni “Cattle Annie and Little Britches”in setinde hafif bir kalp krizi geçirir. Sağlık sorunlarıyla dolu, sıkıntılı bir dönem yaşar. 1980 yılının Ocak ayında geçirdiği pek riskli olmayan bir safra kesesi ameliyatında doktor hatası nedeniyle az kalsın ölüyordur. Doktor yanlışlıkla kapakçıklardan birini keser ve sıradan bir ameliyat 11 saatlik bir ölüm kalım mücadelesine döner. Doktorlardan birinin yere diz çöküp dua etmeye başladığı söylenir. Ameliyattan çıkar, yoğun bakıma alınır. Ama kısa süre içinde şaşılacak düzeyde iyileşme gösterir. Yine de artık yaşlanmıştır. Onun için yeni bir dönem başlamaktadır.

1980 yılına gelindiğinde, Lancaster artık 67 yılı geride bırakmıştır. Bu tarihten itibaren yaşına uygun filmler seçmeye başlar. 1980’lere Louis Malle’in  o muhteşem “Atlantic City, USA” (1980) filmiyle girer. Aslında filmdeki Lou rolü için Henry Fonda, James Mason, Laurence Olivier, James Stewart ve Robert Mitchum gibi isimler düşünülmüştür. Ama bir şekilde rol Lancaster’a gelir ve o da gelmiş geçmiş en iyi performanslarından birini ortaya koyar. ABD’de akabindeki sene gösterime giren filmdeki bu rolüyle Bafta, Altın Küre ve Oscar adaylığı alır, Bafta’yı kazanır. Belki Jane Fonda babası Henry Fonda için önemli bir kampanya yürütmeseydi, o yılın Oscar’ını ve Altın Küre’sini de Lancaster alacaktı. İkisini de Henry Fonda aldı. Şahsi kanaatimce, Lancaster’ın bu filmdeki performansı Henry Fonda’nın “On Golden Pound”daki performansıyla kıyas bile kabul etmez çünkü aynı sıklette bile değildir. Lancaster’ınki on gömlek falan üsttedir. Eğriye eğri, doğruya doğru.

Burt Lancaster 1983 yılında Sam Peckinpah’ın son filmi “The Osterman Weekend”de (Güçlü ve Sert, 1983) ve bugün hâlâ yeterince hakkının teslim edilmediğini düşündüğüm, o muhteşem “Local Hero”da (1983) oynar. “Local Hero” ile koleksiyonuna bir Bafta adaylığı daha ekler. Ama sonra korkunç bir şey olur.

Lancaster 1981 yılında New York Film Eleştirmenleri Birliği töreninde kendisine Manuel Punig’in “Kiss of the Spider Woman” romanını veren Hector Babenco’nun bu eseri sinemaya uyarlaması için neredeyse senelerce para bulmaya çalışır. Luis Molina rolünü de kendi oynayacaktır. Ama sportif kişiliğe rağmen bir türlü bırakamadığı kötü bir alışkanlığının, yani sigaranın bedelini ödeme vakti gelmiştir. 1983 yılında ağır bir kalp krizi geçirir, akabinde de dörtlü bypass ameliyatı. Rol alacağı “Gorky Park” (Moskova’da Cinayet, 1983), “A.D.” adlı TV dizisi, “Maria’s Lovers” (Maria’nın Aşıkları, 1984), “Firestarter” (Tepki, 1984) ve “Kiss of the Spider Woman” (Örümcek Kadının Öpücüğü, 1985) projeleri onsuz yoluna devam eder. William Hurt “Kiss of the Spider Woman”daki Luis Molina rolüyle Oscar’a ve Bafta’ya uzanır. Burt Lancaster 1980’li yıllar boyunca kendisine verilmek istenen “Yaşam Boyu Başarı” ödüllerini kibarca reddeder, hem bu tip şeylere pek önem vermiyordur, hem de daha yapacak çok şeyi olduğunu düşünüyordur.

Bu yaşta toparlaması mümkün değil diye düşünülmesine rağmen, hayatı boyunca aralıksız spor yapmış olan Lancaster herkesi yanıltmaya kararlıdır. Yıllarca, yaptığı film sözleşmelerine sete her gün düzenli bir şekilde spor yapıp formunu koruyabilmesi için barfiks demirinden, yüksek atlama çıtasına kadar çeşit çeşit atletizm araç gereçleri getirtilmesine dair tuhaf maddeler ekletmesinin karşılığını alır. 1985 yılında kaldığı yerden devam eder. Phil Karlson’ın 1952 tarihli filminin yeniden çevrimi olan “Scandal Sheet” (1985), onu sirk günlerine geri götüren “Barnum” (1986), eski dostu Kirk Douglas ile son bir kez bir araya gelmelerine vesile olan “Tough Guys” (Sert İkili, 1986), Ben Gazzara ile oynadıkları “Il giorno prima” (1987) gibi filmlerle yoluna devam eder. “Rocket Gibraltar”da (1988) hoş bir aile dramasına imza atar, “La bottega dell’orefice”de (1988) Papa 2. John Paul’ün yazdığı bir oyunu beyazperdeye taşır. Kevin Costner’lı “Field of Dreams”de (Düşler Tarlası, 1989) dokunaklı bir performans ortaya koyar. Son sinema filmi güzel bir veda olmuştur. Ardından TV için “Voyage of Terror: The Achille Lauro Affair”de (1990) Eva Marie Saint ile, “The Phantom of the Opera”da Teri Polo ile, son çalışması “Separate But Equal”da Sidney Poiter ile başrolü paylaşır. Ardından 1990 Kasım’ında yakın arkadaşı (Alzheimer hastası) Dana Andrews’i ziyaret ettiği sırada geçirdiği kalp krizi sanat hayatının sonu olur. 1991 Şubat’ına kadar hastanede yatar. Ve maalesef, ardından bakıma muhtaç (kendi ihtiyaçlarını kendi karşılayamayacak) duruma düşer.

blankSinema tarihinin en çarpıcı repliklerini veren aktörlerden biri hayatının neredeyse son dört yılında tek kelime konuşamaz. 1994 Ekim’inde 80 yaşındayken hayata gözlerini yumar. Cenaze töreni, anma gecesi gibi şeyler yapılmamasını vasiyet etmiştir. Sessiz sedasız gömülür. Tek arzusu, mezartaşında şunun yazmasıdır: “Burt Lancaster, 1913-1994”.

Burt Lancaster’ı efsane yapan özellikler filmleriyle sınırlı değildir. Daha önce de başka yazılarda bahsetmiştim, Lancaster türlü şakaları seven, muzip biridir. Sette fiziksel açıdan güçlü gördüğü herkesle güreşir, kuvvetine güvenenle yumruklaşır, bilek güreşi yapar. Hayatı boyunca alt edemediği tek kişi aktör Woody Strode olur. Onun dışında, en azından belini bileğini incitmediği pek fazla adam kalmamıştır, Kirk Douglas’lar, Robert Ryan’lar, Lee Marvin’ler dahil. Uzun yıllar aralıksız yaptığı spor nedeniyle, 70 yaşındayken bile formda olan bir adamdan bahsediyoruz. Evet, biraz da setteki agresif tavırlarıyla (rahatsız edici şakalar yapması, bağırıp çağırması ya da kendisiyle tartışan bir yönetmeni kucaklayıp kameranın bulunması gerektiğini düşündüğü yere götürüp koyması gibi) nam salmış aksi bir aktördür ama rolünü beğenirse çok daha düşük ücrete oynamayı hatta filmi finanse etmeyi bile göze alan bir aktördür o. Savaş karşıtıdır. Vietnam Savaşı karşıtlığını ortaya koyabileceği “Castle Keep” (Tek Gözlü Kahraman, 1969) filminde büyük bir fedakârlıkla oynamıştır, ücret almamış, risk alarak kârdan pay sözleşmesi imzalamıştır, mesela. Güvendiği, inandığı isimlere karşı çok cömerttir. Sydney Pollack ve John Frankenheimer gibi yönetmenlerin koçluğunu yapmış, bu büyük isimleri sinema sanatına kazandıranlar arasında yerini almıştır. Burt Lancaster sözünü esirgemeyen, tepkisini ortaya koymaktan hiçbir hâl ve şart altında kaçınmayan bir devdir. Mesela; Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi (HUAC) anayasal hakları askıya alıp, bir tür cadı/kızıl avı şeklinde kıyıma başladığı zaman açıkça itirazını dile getiren az sayıda aktörden birisidir. “The Crimson Pirate”ın (Crimson, “kızıl” anlamına gelmektedir) hem konusu, hem de ismi komiteye ve komitenin haksız uygulamalar karşı bir meydan okumadır. Komedi öğeleriyle dolu bir korsan filmi paketi içinde sunulduğu için fark edilmemiştir bile. Ama film bugün bir efsane statüsündedir.

blankBurt Lancaster insan hakları, çalışan hakları gibi konularda da aktif bir isimdir. Bunu sadece “Birdman of Alcatraz” (1962) gibi filmleri bağlamında değerlendiriyorum, sanılmasın. Mesela, Warner Bros. şirketi “The Crimson Pirate” (1952) ve “His Majesty O’Keefe”  (1954) bütçesini aştığı için Lancaster filmlerinin bundan böyle 900.000 dolarlık bütçeyle sınırlanması gerektiğini söylediği zaman ilk yaptığı şey, onlarla anlaşmasına son verip United Artists ile sözleşme imzalamak olmuştur. Sermaye odaklarına, siyasi otoriteye, hiç kimseye eyvallahı yoktur yani. 1947 yılında anti komünist avından duyduğu rahatsızlığı yazılı olarak ilan eder. FBI daha 1940’lı yıllarda Lancaster’ın faaliyetlerine dair bir dosya tutmaya başlar. J. Edgar Hoover, Lancaster’ın görüşme talebini (temasta bulunduğu kişileri gerekçe göstererek) alaycı bir dille reddeder. Lancaster Vietnam Savaşı’na karşı olduğunu da her fırsatta deklare eder. Siyasetin her kademesinden düşman kazanır. Richard Nixon onu 70’lerdeki o meşhur “Düşmanlar Listesi”ne (List of Enemies) bile almıştır yahu. Reagan döneminde Gregory Peck, Martin Sheen ve Lloyd Bridges gibi meşhur liberallerle birlikte politik reklamlar yaparlar. Hatta CIA eski başkanı George Bush 1988 yılında Cumhuriyetçilerin başkan adayı olarak ortaya çıkıp American Civil Liberties Union (ACLU – Amerikan Sivil Hakları Sendikası) için “Un-American” (Amerikan karşıtı) ifadesini kullandığında bir televizyon reklamıyla buna karşılık veren de Burt Lancaster olur. Şöyle der bugün tarih kitaplarına bile geçen o reklamda, “Benim adım Burt Lancaster ve size bir itirafta bulunmak istiyorum. Ben ACLU’nun resmi bir üyesiyim.” Başka diyecek bir şey yok. Omurga ve dik duruşun kitabı böyle yazılır.

Ama Lancaster asıl büyüklüğünü insan hakları konusunda gösterdiği dirayetli ve özgürlükçü tavra borçludur. Liberal kimliğiyle tanınan Burt Lancaster, başından beri mücadelesine maddi (evet, finansal destekçisidir) ve manevi destek verdiği Martin Luther King’in 1963 Ağustos’undaki Washington yürüyüşüne katılmak için film çekmekte olduğu Avrupa’dan kalkıp gelir ve Marlon Brando, Sammy Davis Jr., Charlton Heston, Judy Garland, Harry Belafonte, Sidney Poitier, Bob Dylan ve Paul Newman gibi isimlerle yan yana yürür. Diğer bir önemli özelliği de cinsel özgürlük hareketine verdiği destektir. Lancaster tabuları yıkmaya bayılır. AIDS araştırmalarına alenen destek verir, yardımlarda bulunur. O zaman bu işler sadece eşcinsellikle ilişkilendirildiği için biraz potka ister. 1985 yılında Rock Hudson’ın AIDS olduğunu ilân ettiği o meşhur mektubu okumak da Burt Lancaster’a nasip olur. Elizabeth Taylor’ın düzenlediği ve sadece Burt Reynolds gibi iki-üç ünlü ismin katılmaya cesaret edebildiği “farkındalık” yemeğinde liderlik yine ona düşmüştür. Hayatının geri kalanında da bu işlere kamuoyu önünde destek vermekten kaçınmaz. Maddi manevi. Biraz da o nedenle, hep gizli bir eşcinsel olduğuna dair tevatürler dolaşır. Açıkçası ben bu teoriye pek katılmıyorum, okuma fırsatı bulduğum hiçbir kaynakta buna dair somut bir kanıt görmedim. Oynadığı 100 küsur rol içinde iki-üç tane eşcinsel rolü (hatta iması) var, o kadar. Öte yandan, Burt Lancaster üç ayrı evlilik yapıyor. Ayrıca çapkınlıklarıyla nam salıyor. Deborah Kerr, Gina Lollobrigada, Shelley Winters gibi kadınlarla yaşadığı kısa süreli ilişkiler konusunda hiç kimsenin en ufak şüphesi yok. Metresi Jackie Bone ile yaşadığı ilişki de ha keza öyle. Hepsi kayıtlı. Bunlar dışında sayısız kadınla adının çıktığını ve bu nedenle, kendisinden bıkıp usanan karısı Norma’nın onu defalarca terk ettiği de bir gerçek. Hem de sonuncusunda bir daha geri dönmemek üzere. O nedenle, yeni bulgular ortaya çıkmadıkça bu tevatürü yaymanın bir anlamı yok. Burt Lancaster eşcinsel değildi. İnsan haklarını savunan, gözüpek bir liberaldi, o kadar. Bu tip durumlarda, aklıma Cary Grant’in bir lafı geliyor. Grant’e soruyorlar, “Otobiyografi yazmayı düşünüyor musunuz?”. O da sarakaya alıp cevap veriyor. “Otobiyografi yazmak gibi bir planım yok, bu işi başkalarına bırakıyorum. Beni bir homoseksüele, bir Nazi ajanına ya da öyle bir şeye dönüştüreceklerine de kuşkum yok.”

Burt Lancaster; Charlton Heston’ın ilk filmi “Dark City” (Karanlık Şehir, 1950), “The Robe” (Zincirli Köle, 1953), Charlton Heston’ı star yapan film “Ben Hur” (1959), “Hartum” (1966), o yıl Oscar’ları süpüren “Patton” (1970) ve Clint Eastwood’un polisiye türüyle özdeşleştirilmesine vesile olan “Dirty Harry” (Kirli Harry, 1971) gibi önemli filmlerdeki başrolleri çeşitli prensipleri nedeniyle elinin tersiyle iter. Hayatta almak için en çok çaba sarf ettiği rol, “Godfather”daki (Baba, 1972) Don Vito Corleone olur. O rolün kime gittiğini söylemeye gerek yok.

İlk başlarda televizyona karşıdır. TV’deki ilk rolü 1969 yılında “Sesame Street”te (Susam Sokağı, 1969) olur. Sonrasındaki TV projelerinde genelde başarılı işler ortaya koyar. Ve hep iyi bir eser ortaya koymak için çırpınır. Bir seferinde, “Er ya da geç, hepimiz unutulacağız. Ama filmler unutulmayacak”, der. Kendi açısından, haklı da çıkar. Lancaster, o kadar çok sayıda iyi filmde oynadı ki, filmlerinin unutulması mümkün değil. Belki genç sinemaseverler onu görünce şıp diye ismini hatırlayamıyor ama gezegende onun hiçbir filmini seyretmemiş bir film tutkunu olduğuna ihtimal vermiyorum. Bu mümkün değil.

Bir sonraki sayfada Burt Lancaster’ın filmografisinden seçme filmlere göz atacağız, lütfen devam edin.

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

1 Comment Leave a Reply

  1. Çok teşekkürler, ne kadar emek verilmiş bir yazıydı. Ben de ençok Yüzücü filmini severim. Alcatraz Kuşçusu ve çeşitli kovboy ve savaş filmlerini de. Ölmeden önce yatalak olduğunu bilmiyordum, 4 yıl da çekmiş üstelik, üzüldüm. Böyle atletik, sporcu birine hiç yakışmamış :( (Kimseye yakışmaz da yani ona özellikle çok üzüldüm)
    Filmlerinde yaşıyor ve yaşayacak. Ünlü yıldızlar ölmez diyorum.
    Elinize sağlık.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Charlton Heston

Holywood’un huysuz kahramanına güle güle derken onu Robert Neville ve
blank

Cüneyt Cebenoyan’ı Özleyeceğim…

Cüneyt abinin, kısa aralıklarla peş peşe gelen dramatik olaylar neticesinde