Denizde Dehşet için iyi şeyler yazacağım zira “keşke artık hiç çekmeseler” diye düşündüğüm köpekbalıklı filmler evrenine yeni bir şeyler katabilmenin peşine düşüyor. Jaws ile merhaba dediğimiz bu alt tür yıllar içinde o kadar sömürüldü ve karikatürleştirildi ki (Frankenstein’den bile fazla) birinin ”içinden köpekbalığı geçen” ciddi bir film yapacağına inanmak oldukça güç!
Denizde Dehşet, afişine, fragmanına bakınca Jaws’tan ilham almış bir gerilim filmi gibi duruyor ancak bu tam bir “köpekbalığı filmi” değil. Öyle anılmak için birkaç eksiği var ki bunlardan en önemlisi; kana susamış büyük beyazlarımızın bir karakter sahibi olmamaları. Film daha çok, köpekbalıklarını kendi doğal ortamlarında seyretmek isteyen iki genç kadının hayatta kalma mücadelesine odaklanıyor. Köpekbalıkları, denizin 47 metre aşağısında çelik bir kafesin içinde kısılmış kalmış bu kadınların yaşam mücadelesinde atlatmaları gereken bölümlerden biri gibi duruyor. Filmin geneli ise efsanevi sihirbaz Harry Houdini’nin yaptığı türden bir “kafesten kaçış” macerası. Macera dediğime de bakmayın yine Jaws ya da klonu olan filmlerdeki gibi oradan oraya sürüklenmiyor.
Senaristler denize açılmak konusunda yazdıkları karakterlerden bile hevesli davranmış ancak okyanusun ortasına geldiklerinde ve köpekbalığı kafesi deniz tabanına indiğinde (düştüğünde) anlıyoruz ki bu okyanusda geçen bir tek mekan filmi olacak. Filmin yönetmeni (ve de senaristlerinden olan) Johannes Roberts, bu tek mekân filmi olayına Storage 24’ten alışık, o da fena bir film değildi.
Bu anlamda Open Water ya da Shallow Grave ile benzeşen Denizde Dehşet, yaşam savaşındaki zorluk derecesini bir üst seviyeye taşımayı ihmal etmiyor. Kilitli bir kafestesiniz ve oksijeniniz hızla azalıyor. Çevrenizde köpekbalıklarının cirit attığı bir Gravity macerasına hoş geldiniz!
Filmde orta karar bir oyunculuk var, baştaki gereksiz giriş sahnesi denizde değil ama salonda dehşete düşürecek kadar sönük ve yapay bir oyunculuk içeriyor ancak macera düşkünü kızlarımızı canlandıran Mandy Moore ve Claire Holt suya girdikten sonra kendilerine geliyor. Yukardaki gemi mürettebatının bir önemi yok, filmi izletme yükü bu iki oyuncuda ve su altında nefes almaya çalışırken rol kesmek zor olsa gerek.
Açık denizde geçen bu maceranın aslında pek de büyük olmayan bir su tankında tamamen bilgisayar mahsulü köpekbalıklarıyla çekilmiş olması da özel efekt bölümünü ayrıca alkışlamama sebep oluyor zira bunlar şimdiye kadar gördüğüm en iyi CGI köpekbalıkları… Render edilmiş bilgisayar grafiklerinden ibaret olduklarına inanmak güç. Filmi izledikten sonra Youtube’daki VFX videosuna lütfen göz atın. Sinemanın nasıl bir gözbağcılık olduğunu anlamanızı sağlayacaktır. Aslında bu dar bütçeli filmde kullanılan teknikleri görünce yine Spielberg’in yöneteceği bir Jaws bölümü için hevesleniyor insan. Sinefiller bilir; Jaws’ın çekim macerası filmdekinden daha büyük bir kabus yaşatmıştır.
Yazının finalinde; Denizde Dehşet, tatil dönüşü izlenmesi gereken “turist düşmanı” filmlerden biri, “oturun evinizde belgesel izleyin, köpekbalığı görmek için saçmalamayın” gibi bir gizli mesajı da var ama neyse ki ülkemizin “kullanıcı dostu” denizlerinde bu türden tehlikeler yok. En fazlası, ayağınıza denizkestanesi batıyor ya da Badem (sevimli bir Akdeniz foku) gelip ayağınızı ısırıyor falan, o da pansumanla geçecek türden. O yüzden koltuğunuza yaslanın ve Denizde Dehşet’in tadını çıkarın. Hakkında iyi şeyler yazabileceğim bir sonraki “köpekbalıklı filme” kadar onlarca saçmalık izleyeceğiz çünkü. Ne de olsa, Asylum denen mockbuster (çakma film) firması durmak bilmiyor!