“Klasikleri Niçin Okumalıyız?” – Büyülü Fener

14 Ekim 2014

“KLASİKLERİ NİÇİN OKUMALIYIZ?”

Sinema Kitaplarıyla Bir Yolculuk

Takdir edersiniz ki; sinema kitapları hakkında yazılmış, detaylara az da olsa vakıf, özgün inceleme sayısı çok az, internette daha çok, yayınevinden gönderilen kısa tanıtım yazılarına denk geliyoruz ama tek tük de olsa detaylı bir inceleme yazısını görünce sevinçten dört köşe oluyoruz. Zaten sinema kitapları da öyle ahım şahım satmıyor. Yalan yok, okuyan sayısı da az. Okumayı sevmiyoruz. Misal, benim yazdığım kitap o kadar az sattı ki, ben kitabımı alan hemen hemen her arkadaşın üşenmeyip bizzat evine gidip imzaladım, pek de yük olmadı. Bir sinema yazarının, şayet fotosentez yapmıyorsa, yazdığı kitapların geliriyle geçinebilmesi imkânsızdır. Sinema kitapları, tarihe not düşmek için yazılır.

Ben genelde sinema kitaplarımı Simurg Kitabevi’nden alırım, artık o kadar çok kitap aldım ki, Simurg’un sahibi İbrahim abi, “Bunların hepsi için en az 1 sayfa yazı yazman lazım, tamam mı? Bu kadar emek boşuna gitmesin” diye biraz baskı kurdu, ben de “hepsi için olmaz, sadece beğendiklerimi yazarım” dedim. Şimdi hiç beğenmediğim bir kitabı kötüleyen bir yazı yazmak, içinde bulunduğumuz sanat ortamında acımasızlık olur, zaten kitabın üç-beş okuyucusu var, onu baltalamanın da bir anlamı yok.

Yazıları yazıcam kabul ama sadece beğendiğim kitapları yazıcam, bu bir. Hepsini saymanın anlamı yok ama “Klasikleri Niçin Okumalıyız?” adını verdiğim bu seriye kitap seçerken kendimce bazı prensipler belirledim, onlara sadık kalıcam, darılmaca gücenmece yok, bu iki. Arasıra dilimize çevrilse ne güzel olur diye düşündüğüm (ya da çoktan çevrildiğini -insanlık hâli- gözden kaçırdığım), kendi çalışmalarımda sıkça faydalandığım İngilizce kaynakları da inceleyeceğim, inşallah görgüsüzlük olarak adlandırılmaz, bu üç. Zaman içinde ister istemez bir yazı geleneği çatısı oluşur mu oluşmaz mı, bilmiyorum, açıkçası umrumda da değil, dilde ve üslupta kafama göre takılacam, kendi görüşlerimi kendimce iletmeye çalışıcam, incelemeler birbirinden çok farklı olabilir, bazen biraz kısa kalır, bazen Manas Destanı gibi olur, bazen çok akademik, bazen çok samimi olur lütfen beni ayıplamayın, kusurlar benim, yargı yine de okuyucunun ama karar geleceğindir, bu dört.

İbrahim abim; Simurg Yayınevi’nin sitesinde yayınlamam doğru olmazdı ama bu uzun soluklu yazı dizisini sana ithaf ediyorum, Allah mahcup etmesin, bu da beş.

“KLASİKLERİ NİÇİN OKUMALIYIZ?”

Büyülü Fener – Ingmar Bergman

“Klasikleri Niçin Okumalıyız?” serisinde ilk durağımız İsveç’li ünlü tiyatro ve sinema adamı Ingmar Bergman’ın yaşam öyküsünü anlattığı “Büyülü Fener”.

“İsimsiz, adressiz hayaletler, iblisler ve başka yaratıklar çocukluğumdan beri çevremi sararlar.”

Büyülü Fener1918 yılında doğan, ünlü tiyatro ve film yönetmeni Ingmar Bergman’ın 1986 yılında tamamladığı “Büyülü Fener”, ilk kez 1987 yılında İsveç’te yayınlanır ve ardından süratle diğer dünya dillerine çevrilir. Ülkemizde ilk kez AFA yayınları tarafından 1990 yılında dilimize kazandırılan “Büyülü Fener”, 2007 yılında Agora Kitaplığı tarafından Gökçin Taşkın’ın çevirisiyle bir kez daha sinemaseverlere sunulur. Bu kısa incelemede sadece Agora’dan çıkan kitabı esas alıyorum.

“Büyülü Fener”; 25 ayrı bölümden oluşuyor, ek’leri ile beraber 274 sayfa. İlk sayfalarıyla beraber Bergman’ın ölüm gibi soğuk ve cehennem gibi acımasız sinemasının nüvelerini bulabiliyorsunuz. Bu kitabın özellikle Bergman Sineması’nı seven ve arkasındaki yaratıcı gücü merak eden okuyucular için bir hazine olduğu aşikar. Ben bu kitabı ilk kez elime aldığımda, gövdeme korkunç bir tren gibi çarpan 6. sayfada kitabı okumayı bıraktım çünkü Bergman’ın, aklıma Albert Camus’un Yabancı’sını getiren kişiliği beni derinden sarstı. Bergman’ın katı, kindar, gaddar, handiyse duygusuz bir kişi olduğunu düşündüm, bende değişik bir tür nefret uyandırdı. “Büyülü Fener”i okudukça; onu, sanatını ve bilhassa sinemasını daha yakından tanıma fırsatı bulacağınıza şüpheniz olmasın adam elinden geldiğince açık ve sansürsüz bir anlatımdan kaçınmamış, kalemi her zaman olduğu gibi kuvvetli, harika tasvirler yapıyor, günlük tuttuğu için hatıralarının detaylarına oldukça hakim, acımasız ama dürüst özeleştirileri de cabası. Tıpkı sineması gibi otobiyografisi de dikkat çekici ve sarsıcı.

“Daha gençken ve iyi uyuduğum zamanlarda iğrenç düşler bana işkence ederdi: cinayet, işkence, soluksuz kalma, aile içi cinsel ilişki, yıkma, yok etme ve delice öfke.”

Peki Bergman’ın kendi kaleminden neler öğreniyoruz? Ingmar Bergman’ın; katı, hiyerarşik bir sistemde, elinden tüm özgürlüğü alınmış bir Papaz çocuğu olduğunu, küçük Ingmar’ı sürekli ezen, hatta öldürmeye çalışan kendisinden 4 yaş büyük bir abisi, psikolojik sorunları olan, kendisinden 4 yaş küçük bir kızkardeşi olduğunu öğreniyoruz. (Büyüyünce iki kardeşiyle de hemen hemen hiç görüşmüyor, tıpkı yarım düzineyi aşkın (öz)çocuğuyla hiç mi hiç görüşmeyeceği gibi). Bergman’ın babası ile olan sorunları, ki anlaşılan bu diniyle olan sorunları şeklinde tezahür ediyor, duygusal ve fiziksel sorunları, ki anlaşılan bu da çevresiyle ilgili sorunları olarak tezahür ediyor sanatçıyı yiyip bitiriyor. Ingmar Bergman tıpkı Woody Allen gibi endişeden yaratılmış bir insan, “kaygıdan sık sık hastalandığımı anımsıyorum” diye yazıyor kitabın bir yerinde. Kitapta “tiyatro” sözcüğünü bir kenara bırakırsak, en çok kullandığı sözcük de “kaygı”. Bergman herşeyden endişe ediyor, endişe ettiği herşeyi de açıklıkla ifade ediyor. Woody Allen’ın onun bu özelliğine tutkun olduğuna şaşmamalı.

“Korku, korkulanı gerçeğe dönüştürür.”

Kitaptan Bergman’ın hayatı boyunca mide hastalıkları çektiğini, sinir ve stres krizleri yaşadığını, bazı atak’lar geçirdiğini ve hiçbir zaman sağlıklı bir insan olamadığını öğreniyoruz ve buna şaşırmıyoruz. Küçük yaşta kekeme olan Bergman, spordan ve danstan anlamıyor ama Nietzsche’den konuşmaya ve yalnız kalmaya bayılıyor. İlk-gençlik çağları için kendini “gücenik ve öfkeli, incinmiş ve gülünç, ürkmüş ve içine kapanmış” olarak tanımlıyor, kendi dünyasını tanımlarken sıkça kullandığı sözcükleri peş peşe saymak bile insanın ruhunu bunaltıyor ama deneyelim:

“Uykusuzluk ve kötü uyuma sorunu, çaba, can sıkıntısı, bezginlik, umut, inanç eksikliği, suç, ceza, bağışlanma ve reddedilme, acı, işkence, sancı, kriz, aşağılanma duygusu/korkusu, ‘kara kuş sürüleri’ diye tabir ettiği kaygı, öfke, utanç, pişmanlık ve can sıkıntısı, kıskançlık, hiç bitmeyen ölüm korkusu, boğulma hissi, bastırılmışlık, örselenme.” İşte bu ruhsal bunalımların, düşünsel depremlerin bir sonucu olduğunu anlıyorsunuz onun sinemasının.

Ve kimi zaman otobiyografisi boyunca ilgiye değer bağlantılar kurup, şaşırtıcı detaylar veriyor usta yönetmen. Örneğin; “Yetiştirilmemizde” diyor Bergman, “çoğunlukla suç, ceza, bağışlanma, lütuf gibi kavramlar; çocuk, annebaba ve Tanrı arasındaki ilişkilerdeki somut unsurlar temel alınmıştı. Bunların hepsinde kabul ettiğimiz ve anladığımızı sandığımız doğal bir mantık hüküm sürerdi. Nazizmin tuzağına bu kadar kolay düşmemizde bu gerçeğin etkisi olabilir”. 1934’te 16 yaşındayken öğrenci değişim programı sayesinde Almanya’ya gidip, Adolf Hitler’i Weimar’da görüp “Heil Hitler!” diye haykırdığını da bir yandan itiraf ederek.

Bergman’ın, annesinin ölüsünü gördükten sonraki hisleri ve o an gördüğü sanrılar, benim de dedemin ölüsünü gördüğüm zamanki hislerimi ve yaşadığım deneyimi çağrıştırdığı için o kısımdan çok etkilendim. Bunu ancak bir sanatçı, bir yazar bu şekilde sade ve bu şekilde mükemmel özetleyebilirdi: “Alışkanlığın gerçekle oynadığı her zamanki aldatıcı oyun”.

“Sessizlik, sonsuzluğun sessizliğiydi ve aynı şekilde soylu.”

Garbo, Sjöberg, Sjöström, Olaf Molander, Sven Nykvist, Lorens Marmstedt, (Bergman’ın sert ve dürüst iki meleği) Hammaren ve Grevenius, William Wyler, Billy Wilder, William Wellman, Dino de Laurentiis, Silvia Mangano, Franco Zefirelli, Erland Josephson, Anders Ek, Ingrid Bergman, Liv Ullmann, Laurence Olivier, Herbert von Karajan, Fellini (ve “Dolçe Vita”), Vajda (ve “Orkestra Şefi”), Brecht (ve “Üç Kuruşluk Opera”), Kurosawa, Bunuel, Tarkovsky, Melies, Dr. Mabuse, Faust, Macbeth, Sihirli Flüt ve illa ki Strindberg, Strindberg ve Strindberg. Bergman; bütün bu önemli isimleri ve daha fazlasını; yaşamıyla, deneyimiyle ve hayat görüşüyle ustalıkla yorumluyor.

Ve ‘tensel istek, korku, kaygı ve suçluluk duygusu içinde çırpınıp durarak geçen bir ömrün’ karanlık sandığını açıp; 68 olayları, bağnazlığın nefreti, deliren oyuncular, etrafını adeta gece gibi karanlıkla örten ölümler ve intiharlar, Bergman’ın ‘Strindberg Laneti’, bütün düşünce hayatını etkileyen ve 3 önemli filmiyle (“Kurtların Saati”, “Persona” ve “ Fısıltılar ve Çığlıklar”) bir şekilde yolları kesişen etkileyen “morg deneyimi”, Valium, diyare krizleri, kusmalar, yolunun üzerine çıkıp suran anlaşılmaz kurallar yığını, işsizlik, iftira, aldatılma, babasının kıskanç sevgisizliği, abisini sürahiyle yaralaması, abisinin Ingmar’ın dişlerini dökmesi, Ingmar’ın abisi uyurken abisinin yatağını ateşe vermesi, Grevturegatan’ın Bergman’ın hayatındaki kilit konumu, intihar girişimi, sürekli geçirdiği kramplar, gastriti, ülseri, kendisine kurulan komplolar, mutsuzluk ve yıpratıcı çatışmaların odağı olarak gördüğü ailesi, tiyatro yaşamı ve oyunları, Arborelius’un karanlık tabloları, eleştirmenlerle arası, beraberlikleri, evlilikleri, ayrılıkları, boşanmaları, ödediği nafakaları, ülkesini terk edişi, 9 yıl gurbette yaşam mücadelesi verişi, Tiyatro eleştirmenleri tarafından özenti, toy, tutarsız, pasaklı, vıcık vıcık, duygusal, saçma, tuhaf, karanlık, mizahtan yoksun, sevimsiz bulunduğu dönemi, sık sık Farö’ye kaçışları hakkında binbir hatıra, görüş ve düşünceyi harmanlıyor. Ama ne harmanlama? Satırlar ilerledikçe; artık ‘üstesinden gelinmeyecek kadar uzak’laşmış insanların hikayelerini anlatmaktaki ustalığının kökleri’ne iniyorsunuz çünkü kimi zaman şarap rengi olan karanfil tarlalarına bakan manzarasına bakarak, sinema tarihinin en karanlık en karamsar filmlerinin senaryolarını tasarlamak da neyin nesiydi demeyi bırakıp, Bergman’ın sadece ve sadece yaşadıklarının, düşündüklerinin ve korkularının sinemasını yaptığını anlıyorsunuz.

Ve benim açımdan kitabın asıl önemi sökün ediyor satır aralarında. Ustanın sinemaya dair görüşleri:

Müzik, kurgu, çekim kalitesi, görüntü yönetimi, sinema (ve tiyatrodaki) mizansen hakkındaki görüşleri, filmin ritmi ve illa ki yüzler.. Herkesin mi göz rengini hatırlar bir insan? Bergman hatırlıyor! Doğaçlama’yı sevmiyor hatta nefret ediyor. “Film çekimi” diyor Bergman, “benim için ayrıntılı planlanmış bir yanılsamadır”.

Ve sonra sayfalar boyunca sere serpe filmlerinden bahsediyor Bergman. “Fısıltılar ve Çığlıklar”ın yazıldığı ortam, 1969’da “Ayin” filminde aynen, noktası virgülüne kullandığı bir mektubun hikayesi, düşlerinde sık sık gördüğü imgelerden “Sessizlik” ve “Yılan Yumurtası”filmlerini inşa edişi, “Fanny ve Alexander”, “Persona”nın yazılışı, “Yaban Çilekleri”, “Aynadaki Gibi”nin arka planı, 1955 Sonbaharı’nda “Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri”filmini bitirdiğinde 56 kiloya inişi ve mide kanseri şüphesiyle Karolinska Hastanesi’ne yatırılışı, çocukken gördüğü kilisede duvar resimlerinden “Tahta Üzerinde Resim” oyununu yazışı, o oyundan esinlenerek de “Yedinci Mühür”ün senaryosunun ortaya çıkışı , “Yüz Yüze”, “Üç Kızkardeş”, “Kuklaların Yaşamından”, “Karin’in Yüzü” (Karin, Ingmar’ın öz annesi) filmlerinin arkaplanı, yıkılmakta olan evliliğini alegorik bir şekilde “Neşeye Doğru” ve “Bir Evlilikten Sahneler”, yeni başladığı ilişkinin bazı detaylarını “Sessizlik” filminde anlattığını, oğlu Ingmar’ın annesi Gun’un “Bekleyen Kadınlar”daki Karin, “Gezginciler Gecesi”ndeki Agda, “Bir Aşk Dersi”ndeki Marianne, “Kadın Düşleri”ndeki Susanne, “Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri”ndeki Desiree’nin rol modeli olduğunu itiraf edişi, çok derin bir insanlardan kaçma duygusu içinde “Gezginciler Gecesi” adıyla vaftiz edilen bir senaryo yazması, fiyaskoyla sonuçlanan “Kriz” filmi, rüya (düş değil) sinemasının en büyük isminin Tarkovsky olduğunu düşünmesi ve ona öykünüp, “Yılan Yumurtası”, “Temas”, “Yüz Yüze” gibi filmlerinde rüya (düş değil) sinemasını deneyişi ama kendi deyimiyle ‘acınası bir başarısızlık’la sonuçlandığını itiraf edişi, Bergman’a film yapmasını öğreten adamın yapımcı Lorens Marmstedt olduğunu ve dahası, ustanın bir çeşit itirafnameye dönüşen kitabını sevenleri için paha biçilemez bir hazineye dönüştürüyor.

Bergman filmlerini izleyenler bilir; Bergman Sineması kaygının, korkunun, ölümün ve yalnızlığın egemen olduğu bir tür ‘iblisler ve gölgeler sineması’dır. ‘Sessizlik daha da derinleşir ve gölgelerin gözleri olmaz’ onun sinemasında. Sadece ve sadece üreterek hayatta kalmış ve yanındaki ruhları ve hayatları umarsızca sömürmüş, intihara meyilli (ya da belki çoktan ölmüş) yalancı bir şairin sözcükleridir onunkiler. Ustanın kaybolan tiyatro oyunu “Çıplak Joachim”in sonunda baş karakter intiharın ibadete dönüştüğü bir manastıra kapanır. İşte o manastır, en sonunda Bergman Sineması olarak vücut bulmuştur. Bergman; iletişim kuramamayı ve mutlu olamamayı anlatır, bir tür ‘huzursuzluk sineması, bir tür ‘ölüm sineması’dır onun sineması, bir çeşit ‘kavuşamama sineması’dır.

Kavuşamama mı?

Ne zaman?

“Çok yakında, çok yakında ya da hiçbir zaman!”

Bergman’dan kısa kısa…

“Sanatta suçluluk duygusu kadar korkunç bir şey yoktur.”

“En çetin saatler sabah üçle dört arasındaki ‘kurtların saatleridir’, iblislerimin geldiği saatler. Kendime işkence etme, nefret, korku, isteksizlik ve öfke. Bunları baskı altına almaya çalışmanın hiçbir yararı yoktur.”

“Bergman tavrı: ‘Bana dokunmayın, bana yaklaşmayın, bana abanmayın, ben bir Bergman’ım lanet olsun!’”

“Özgüven eksikliği dünyanın en tehlikeli şeyidir.”

“Benim yaşadığım ve soluk aldığım yerde sevgi yoktu.“

(Ertan Tunç, Ekim 2014)

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Kalkedon Yayınları’ndan: Asya Korku Sineması

Asya Korku Sineması, geçmişten günümüze Uzak Doğu korku sinemasını filmlerle,
blank

2019 Yılında Okuduğum En İyi Sinema Kitapları

Ertan Tunç'un 2019 yılında okuyup beğendikleri arasından seçerek hazırladığı en