“Günaydın İstanbul Kardeş. Bütün yaşattığın strese, moral bozukluğuna ve bize verdiğin yorgunluğa rağmen seni seviyoruz.”
Sinemamızın son yıllarda yetiştirdiği nevi şahsına münhasır yönetmenlerden Çağan Irmak’ın ilk filmini birçokları 2001 yapımı olan Bana Şans Dile olarak bilir. Fakat ünlü yönetmen TV filmlerinin oldukça revaçta olduğu yıllarda, ilk kez bir uzun metraj için kamera arkasına geçer. Televizyon için çekilen Günaydın İstanbul Kardeş; insanın içine işleyen samimiyetinin dışında, Çağan Irmak’ın gümbür gümbür gelen ayak seslerinin de adeta habercisidir. O yıllarda Mahallenin Muhtarları’ndaki Şirin rolüyle tanıdığımız Esra Akkaya ve yine dönemin popüler dizilerinden Çiçek Taksi’nin Artist Celal’i Volkan Severcan’ın başrolleri paylaştığı film, her izlendiğinde insanın içini umut dolduran hikâyesi ile öne çıkmaktadır.
Filmin konusuna gelecek olursak; Alican (Volkan Severcan), bir radyonun gündüz kuşağının popüler DJ’dir. O her ne kadar tüm şehrin dinlediği bir DJ de olsa, radyodaki konuşkanlığını günlük hayata taşıyamayan, oldukça çekingen ve içine kapanık bir adamdır. Bunda küçük yaşlarda kaybettiği babasının ve bir asilzade torunu olan sorunlu annesinin payı büyüktür. Onun tüm bu içine kapanık tavrının değişmesi ise, tesadüf eseri hayatına giren Sadenaz (Esra Akkaya) sayesinde olacaktır. Keza Sadenaz da uzun yıllardır hasta babasıyla uğraşan; işten eve, evden işe giden, bir noktada da gerçek aşkı arayan, kendi halinde bir kadındır. İstanbul’un enteresanlıklarından nasibini alan bu iki insanın birbirlerinin hayatına dâhil olmaları ise, izleyenlere oldukça sevimli bir hikâye servis etmektedir.
Günaydın İstanbul Kardeş’i, en başta popüler bir tabirle “Feel Good Movies” türünün içine yerleştirebiliriz. Çünkü film başından sonuna dek, her bir dakikasında izleyenlerine umut ve sevgi dolu bir dünya vadediyor. Bunu yaparken odak noktasına yerleştirdiği Alican ve Sadenaz karakterlerinin de masumane duruşu bir o kadar önemli. Çünkü onların bu saflığının altından neredeyse kardeşçesine yaşadığımız bir ütopya yeşeriyor. Birbirini tanımayan insanların günaydın diye selamlaşmaları, İstanbul’un kaotik atmosferine rağmen herkesin yüzünde güller açması, filmin neşe dolu yönünü karşı tarafa aktarmada oldukça işlevsel. Hâl böyle olunca da filmin, izleyenlerinin suratında bir tebessüm yaratmada başarıya ulaştığını dile getirmeliyiz.
Filmin bu denli içten olmasındaki en büyük pay sahibinin yönetmen Çağan Irmak olduğu da su götürmez bir gerçek. Her filmin öne çıkan detayları vardır. Bazı filmler oyuncuları ile parlar, bazıları senaryoları ile bazıları ise yönetmenleriyle. İşte Günaydın İstanbul Kardeş, yönetmenini ön plana çıkaran bir film.Keza Çağan Irmak’ın bütün filmografisini incelediğimizde göreceğimiz; realizmin altından filizlenen hüzün ve eğlencenin başarılı bileşimi, onun ilk filminde de karşımıza çıkıyor. Hikâye, her ne kadar tebessüm ettirmeyi amaç edinmiş olsa da yeri geldiğinde izleyenlerinin boğazında yumru olmayı da başarıyor. Bu da aslında Çağan Irmak’ın artık alışmış olduğumuz duygu yüklü anlatısının ilk filminden beri süregeldiğini açıkça gözler önüne seriyor.
Tabii ki filmi kusursuz bir başyapıt olarak nitelendiremeyiz. Günaydın İstanbul Kardeş, en başta televizyon filmi olmanın verdiği maddi imkânsızlıkları sonuna kadar hissettiren, teknik olarak oldukça eksiği olan, tabir-i caizse bir çaylaklık eseri. Buna ek olarak hikâyenin içindeki belli boşluklar da oldukça göze çarpıyor. Sadeniz’in babasının durumu, kardeşi ile olan ilişkisi yahut Alican’ın radyodan arkadaşı Rahim’in tutumu havada kalan detaylardan bazıları. Yine de bunların filmin bütününü etkileyecek derecede büyük olmadığını söylemekte yarar var. Özellikle bu noktada filmin televizyon için yapılmış bir izle geç filmi olduğunu da unutmamak lazım. Ancak Çağan Irmak ve oyuncuların ellerinden gelenin en iyisini yaparak, A’dan Z’ye herkese mutluluk aşılayan bir filmin altına imza attıklarını da dile getirmek gerekir.
Film hakkında değinilmesi gerekenlerden bir tanesi de iç içe geçmiş birçok konuyu başarı ile harmanlaması. Evet, yukarıda bahsettiğimiz gibi hikâye sevgi dolu bir ütopya vadetse de dünyamızda her daim var olan hüznü es geçmiyor. Bu noktada da Alican karakterinin hiç hatırlamadığı, daha küçük yaşlardayken kaybettiği babasının peşine düşüşüne şahit oluyoruz. Annesinin babasına duyduğu öfkeden dolayı, elinde yalnızca 6 yaşından kalma bölük pörçük bir fotoğraf olan Alican, Sadenaz ile birlikte hayatına giren cesaretle çocukken yaşadığı küçük kasabaya gitmeye karar verir. Çağan Irmak sinemasından aşina olduğumuz anlık gelen duygusal atmosfer ise, onun hiç tanımadığı babasını keşfetmesiyle burada da karşımıza çıkıyor. Bu da aslında filmi sade bir eğlence olmaktan çıkarıp, tüm duyguları bir anda yaşatan oturmuş bir anlatıya dönüştürüyor.
Filmin yer yer sanatsal bir havaya girdiğini de belirtmeliyiz. İnsanoğluna zamanda yolculuk yaptıran en değerli obje olan fotoğrafın, hikâyenin içinde önemli bir rol aldığı aşikâr. Alican’ın babasının yalnızca suretini görmek için çıktığı macera, bizlere fotoğrafın önemini bir kez daha açıkça kanıtlıyor. Keza Alican’ın Sadenaz hayatına girene kadar kendini ifade edebildiği tek yerin radyo olması da bir o kadar ilginç. Sosyal hayattan kopuk bazı kişiler, ifade yolu olarak; yazmayı, çizmeyi yahut insanlarla ikinci dereceden iletişim kurabilecekleri farklı yolları denerler. Alican’ın mikrofon başında adeta bir şair hüviyetine bürünmesi onun içinde saklı tuttuğu konuşkan kişiliğin dışavurumu. Burada önemli olan nokta kendimizi doğru keşfetmemiz. İnsanlarla diyaloga girmemiz için seçeceğimiz yol. Çağan Irmak, Alican vesilesiyle, aslında içimizdeki cevheri keşfetmenin ne kadar değerli olduğunu bizlere bir kez daha hatırlatıyor.
Hikâye içinde bulundurduğu onca detaya rağmen en başta televizyon için yapılmış bir iş. Böyle olunca da unutulmaması, önüne geçilmesi zor bir süreç halini alıyor. Ancak Çağan Irmak’ın kendine has anlatısına ek olarak; İstanbul gibi stresin, kaosun, kavganın hiç bitmediği bir şehri, sevginin ve barışın hüküm sürdüğü bir ütopya olarak resmetmesi, filmi unutulur yapabilecek tüm duvarları yıkıyor ve günümüze kadar taşıyor. Aslında bu da sevgiye her daim ne kadar ihtiyacımız olduğu gerçeğini bir kez daha karşımıza çıkarıyor. Düşünsenize; yaşadığı onca şeye rağmen, umudunu hiç kaybetmeyip, tüm samimiyetiyle, koca şehre hayat enerjisini geçirebilen biri var. Böyle bir adamı kim sevmez ki! Bu noktada özellikle Volkan Severcan’ın iç ısıtan performansına da ayrı bir parantez açmak gerekli. Oyuncu sokakta loser, ancak mikrofon başında adeta bir canavara dönüşen Alican karakterine öylesine içten hayat veriyor ki, onu gerçek bir radyo programcısı sanmamak zor bir durum halini alıyor. Keza Esra Akkaya için de benzer şeyleri söylemek mümkün. Çünkü Alican ve Sadenaz filmdeki duruşları bakımından birbirlerine oldukça yakın iki karakter.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
Günaydın İstanbul Kardeş, izleyenleriyle yalnızca film olarak buluşan bir yapım değil. Çağan Irmak’ın yarattığı bu sıcak atmosfer filmin akabinde dizi olarak da ekranlarda boy gösterir.
Hikâye, filmin bıraktığı yerden devam etse de Esra Akkaya’nın Sadenaz rolü için yerini Doğa Rutkay’a bırakması bu samimi yapımın dinamiklerini oldukça etkilemiştir. Nitekim dizinin ekran ömrü de pek uzun soluklu olmamış ve beşinci bölüm sonunda yayından kaldırılmıştır. Dilerseniz, Günaydın İstanbul Kardeş’in dizi versiyonunu bir kenara koyup, onu Çağan Irmak’ı bize tanıtan ilk film olarak lanse etmeye devam edelim.[/box]
Toparlamak gerekirse film; izleyenlerini radyonun hayatımızın önemli bir parçası olduğu 90’lı yıllara alıp götüren; aşkın, sevginin, ailenin ve en önemlisi de insan olabilmenin önemini anlatan keyifli bir Çağan Irmak yapımı. İzleyen herkesin yaşama sevincini ikiye katlayan, hikâyesi rutine binmeyen; aksine kısıtlı sürede verebileceği maksimumunu veren, televizyon için yapılmış en iyi işlerden biri. Filmin en can alıcı repliklerinden birinde şöyle diyor; “Sana sıradan bir adamın verebileceği en güzel şeyi veriyorum; sevgimi”. Aslında Çağan Irmak’ın bize vermeye çalıştığı da en basit hatlarıyla bu. “Sıradan bir filmin verebileceği en özel şey; sevgi.”
Öteki Sinema için yazan: Polat Öziş