Eveeeet, bir Frightfest yazısında daha beraberiz. Bu sene Frightfest’te 5. senemdi. Daha önceki tecrübelerime göre Frightfest 2012 bir nebze daha sönük geçtiyse de, yine de artısıyla eksisiyle çok özel bir tecrübe daha geride kaldı.
5 gün boyunca Leicester Square’de Empire sinemasının dev salonunda arka arkaya tabuları yıkan, tahammül sınırlarını zorlayan, ve insanı koltuğundan sıçratan filmlerle haşır neşir olduk. Burada ufak bir parantez açmak istiyorum. Bu senenin neredeyse tamamını İstanbul’da geçirdim. Bu sebeple geçtiğimiz yıllardan farklı olarak festivale daha bir Türkiye’den katılıyormuş hissettim kendimi. Dolayısıyla Türkiye’de içinde bulunduğumuz kültürel dengeler, sansürler ve at gözlüklerinden sonra Frightfest’te 5 gün geçirmek tam bir kan banyosu gibiydi. Ama bu işin sadece bir boyutu…
Diğer yandan, her gün askerleri öldürülen, gazetecileri hücrelere mahkum edilen ve türlü adaletsizlikler içinde bata çıka ilerlemeye çalışan bir ülkenin vatandaşı olarak da ordaydım. Uçağa bindiğim gün haftasonu verilen 8 şehide 3 yenisinin daha eklendiğini okudum. Londra’da hayatlarında mahalle baskısı nedir bilmeyen, darbe nedir bilmeyen, terör, işkence ve temel adaletsizlik gibi konulara oldukça uzak olan bir kitleyle birlikte tabuları yıkan sahneler izledim. Korku filmlerinin benim için en cezbedici tarafı, isyankar duruşudur diyebilirim. Gişedeki birçok sahte korku filmini, ve sulu korku-komedileri saymazsak, özünde baktığınızda gerçek korku filmi öyle veya böyle bir tabuya saldıran filmdir. Başkaldıran filmdir. Kimi zaman devlete, kimi zaman dine, kimi zaman topluma, kimi zaman insan bedenine karşı yapılan bir saldırıdır. Bazen de yaradılışın ta kendisine, insan doğasına ve bütün yaşama karşı bir isyandır. Bu sebeple benim için gerçek hayatın dehşetlerinden kafamı çıkarıp, Frightfest’in dehşet oyunlarına gömmek artık yaşımın da ilerlemesiyle daha farklı bir tecrübeye dönüşüyor gibi. Filmleri izlerken ister istemez sorguladıklarımız da değişiyor, yargıladıklarımız da. The American Nightmare (2000) belgeselinde Last House on the Left (1973) hakkında denildiği gibi “Bu filmdeki sahneler hayattan farklı, izole olaylar değiller. Bu sahneler Vietnam savaşıyla ilgili. Bu sahneler benim ülkemde yaşanan politik cinayetlerle ilgili. Bu sahneler gerçek hayattaki her türlü zulümle ilgili”.
Her türlü festivalde olduğu gibi Frightfest’teki filmlerin de bir bölümü kaçınılmaz olarak çok kötü oluyor. Ancak bu sene benim için kötü filmlerin sayısı oldukça fazlaydı. Katıldığım 5 sene içerisindeki en az beğendiğim seçki bu senenin seçkisi olsa da, yine de arada uzun süredir seyrettiğim en iyi film diyebilceğim filmler vardı. 2008’den 2010’a “Road to Frightfest” adlı kısa filmleriyle festivale harika bir çehre kazandıran Adam Green ve Joe Lynch’in eksikliği bu sene daha da fazla hissedildi. Geçtiğimiz sene Frightfest bu boşluğu doldurmak için Escape From NY (1981) temalı bir dizi kısa filmle festivalcilerin karşısına çıkmıştı. Bu sene ise Marianna Bukowski tarafından hazırlanmış baştan çıkarıcı bir fragman ve Road to Frightfest’in yerini tutmasa da çok eğlenceli “telefonlarınızı kapatın” uyarı filmleri vardı. Bu uyarı filmlerinin için Daddy Cross’lu ve Papa Wrestling’li olanları seyirciyi ayrıca mest etti. Benim burda İstanbul’da çekip yetiştirdiğim “skullfuck” videosu ise festivalin en bomba detaylarından biri oldu. Salonun verdiği tepki inanılmazdı. Festival organizatörlerinden Ian, bizim uyarı filminin bugüne kadar festival tarihindeki en büyük şamatayı koparan bir iki şeyden biri olduğunu söyledi. Emeği geçen bütün arkadaşlarıma burdan bir kere daha teşekkür ediyorum.
Gelelim filmlere. İşte festivalin iyileri, kötüleri, ve perde arkası magazin olayları!!!
Frightfest 2012’nin en iyileri:
Maniac (2012): William Lustig’in orjinal filminin büyük bir hayranı olarak Elijah Wood’lu bir remake geldiğini duyduğumda üzülmüştüm. Ama festivalin başlamasıyla birlikte bir “Maniac çok iyiymiş” fısıltısıdır başladı. Festivalin 3. gününde geceyarısı matinesinde oynayan Maniac, festivalin büyük çoğunluğunun favorisi olurken, içerdiği aşırı vahşet sebebiyle bazılarını da oldukça rahatsız etti. İçerdiği aşırı vahşet derken, gerçekten orjinal filme kıyasla bile aşırı bir vahşetten bahsediyoruz burada. Kanımca Maniac bir remake nasıl yapılmadılır konusunda ders filmi olarak gösterilir. İlk filmden bambaşka, ama ruhuna da bir o kadar sadık! – Genelde işin içinde, prodüksyon kısmında ilk filmin yönetmeni olunca sonuç fena olmuyo zaten. Hills Have Eyes (2006) da bunun başka bir örneğiydi. Orada Craven yapımcılar arasındaydı, burada da Lustig yapımcılar arasında. – Bir kere burada bütün film 1. tekil şahsın gözlerinden sunuluyor bize. Nadiren 3. şahsa çıkan film, bu sahneleri de büyük bir ahenkle filme yediriyor.
İlk filmde Joe Spinell’in çizdiği akıllara zarar hasta katil karakteri yerine, burada bütün tıfıllığıyla Elijah Wood başrolde. Ancak Elijah Wood’un karakteri, chat üzerinden kızlarla tanışan ve çocuksu görünümüyle kızları ağına düşüren şizofrenik katil olarak oldukça sağlam duruyor. Bu filmde sapığın annesiyle ilişkisi belki ilk filmden daha da çarpıcı… Ama bütün bunlardan daha da önemlisi, ilk filmin dönemine göre çok sert ve vahşeti betimleyişi açısından neredeyse deneysel olmasıydı. Bugün bu filmi bir gişe filmi olarak yeniden çevirmek filmin ruhuna yapılacak en büyük sadakatsizlik olurdu. Yeni Maniac, hem eski film kadar rahatsız edici olmaya oynayan vahşet sahneleri içeriyor, hem de bu 1. şahıs bakış açısıyla olayı deneysel ve daha derin bir boyuta taşıyor. İlk filmdeki bütün Freud-sal ve toplumsal ilişkiler bu filmde de mevcut. Hatta ilk filmdeki bazı ikonik sahneler bile harika bir şekilde yeniden yorumlanmış. Bir de bütün bunun üzerine bu yılın belki de en iyi soundtrack’lerinden biri de Jabba-sı.
Sleep Tight / Mientras duermes (2011): Son 10 yıldaki bu yeni İspanyol korku ve fantastik furyasından tek bir filmi bile sevemedim. REC’i bile… Neden bilmiyorum. Hiç biri ikna etmiyor, hiç biri heyecanlandırmıyor. Bu duygularla girdiğim Sleep Tight, festivalin en sevdiğim 2. filmi oldu. Celda 211’den (2009) tanıdığımız Luis Tosar, başrolde röntgenci sapık kapıcı olarak harikalar yaratıyor. Kesinlikle festivalin en iyi erkek oyuncusu… Film hakkında ne kadar az şey bilirseniz o kadar iyi. Bir korku filminden çok, asap bozucu noktalara giden bir Hitchcock filmi olarak tanımlayabileceğim Sleep Tight, korku hayranı olmayanları da cezbedecek nitelikte bir gerilim.
Sinister (2012): Sinister, bu nu-skool, yeni hayaletli ev furyasının kesinlikle en iyilerinden biri, belki de en iyisi. Genelde bu janrı pek sevemiyorum. İyisi çok iyi oluyor ama çoğu, Insidious (2011) gibi, sadece seyirciyi zıplatmak adına mantığı ve her türlü aklın yolunu daha ilk 10 dakikada çöpe atınca, sıkım sıkım sıkılıyorum. Sinister’da da çeşitli saçmalıklar, “ben olsam o an o evi terkederdim”ler var, yok değil. Ama kabul edilebilir düzeyde… Bir dönem Amerika’da best-seller olmuş eski bir cinayet romanı yazarı (Ethan Hawke), yeni bir best-seller yaratabilmek için eski sahipleri cinayete kurban gitmiş yeni bir eve taşınıyor. Tavan arasında keşfettiği bir kutu super8 film, bu evde ve başka evlerde öldürülen ailelerin filmleri çıkınca, kahramanımız korkunç bir korku girdabında sürüklenmeye başlıyor. Dürüst olmak gerekirse hayatımda belki de ilk defa sinemada bu kadar (sanırım 4-5 defa) koltuğumdan sıçradım. Bu sebeple Sinister, eğlenceli bir korku filmi etiketini çok iyi taşıyor. Bir Shutter (2004) veya Ring (2002) kadar hayran olmasam da, oldukça eğlendiğim bir film oldu. Grudge (2004) tadında diyelim…
American Mary (2012): Paraya ihtiyacı olduğu için striptiz yapmaya başlayan güzeller güzeli tıp öğrencisi Mary, hocalarından biri tarafından tecavüze uğradıktan sonra aşırı vücut modifikasyonu, ameliyat, işkence ve seks dolu bir yeraltı dünyasına doğru karanlık bir yolculuğa çıkar. American Mary, sonlara doğru biraz temposunu kaybetse de, hiç fena değil. Belki “Torture Garden”-vari içeriğine göre bir tık fazla cilalı ve aydınlık diye bir eleştiri yapılabilir. Ama ne kadar cilalı olsa da yine de sıradışı, seksi ve başına buyruk bir film. Bu çizgide bir filmin Universal Studios’a nasıl olup da satılabildiğini anlamak çok zor. Filmin en sonunda çıkan “For Eli Roth” yazısının bu işle bir alakası olmalı. Sahneye latex mini elbiselerle çıkan Kanadalı ikiz kızkardeş yönetmenler Jen ve Sylvia Soska, oldukça kendilerinden söz ettirecek yönetmenlere benziyorlar. İlk filmleri “Dead Hooker in a Trunk”a da bir göz atmak lazım anladığım.
Chained (2012): David Lynch’in kızı Jennifer Lynch’in yeni filmi Chained, son 15 dakikasındaki saçma sapan twist olmasa belki de festivalin en iyi filmi olabilirdi. Vincent D’Onofrio, yakın sinema tarihinin en aşağılık seri katil portrelerinden birini büyük bir başarıyla sergiliyor. Öyle ki, bence The Cell’deki (2000) karakterin bile belki bir tık önüne geçmiş. Ama seri katilin kurbanlarını öldürmek için adeta sanat eseri planlar yaptığı, korkunç işkenceler çektirdiği falan bir film değil Chained. Daha çok bu sene IKSV’de oynayan Michael (2012) gibi soğukluğu ve basitliğiyle seyircinin boğazına yapışan bir el gibi. Ama sonu hariç…
Berberian Sound Studio (2012): Yalnız ve ana kuzusu bir İngiliz ses mühendisinin, İtalya’da bir ses stüdyosunda bir korku filmi seslendirirken yapımcılarla yaşadığı Kafka-vari kabusun hikayesi… Atmosfer olarak Barton Fink (1991) ve Brazil (1985) gibi mizansenlere çok benzeyen film, harika oyunculuğu, müthiş ses ve renk uyumu, garip senaryosu ve rüyavari atmosferiyle oldukça etkileyici. Sonlara doğru yer yer çok güzel sürreal bir istikamete giden film, yer yer ise biraz takip etmesi zor ve sıkıcı olabiliyor. Ya hayran kalacaksınız, ya uyuya kalacaksınız. Ama bir kere başına oturmanız lazım.
Cockneys vs. Zombies (2012): Shaun of The Dead’in (2004) yazarından yeni/yine bir İngiliz zombi komedisi. Fena değil. Eğlenceli. Korku komedi (özellikle zombi komedi) janrında çok seçici olmama rağmen bu filme ucundan kıyısından geçer not verdim kendi nezdimde. Snatch’ın (2000) “Brick Top”u Alan Ford, pastanın kreması.
Yellow (2012): Ryan Haysom’un merakla beklenen kısa filmi Yellow, Berlin’in neon ışıklı sokaklarında çekilmiş bir neo-giallo olarak pazarlanıyordu. 26 dakikalık film ister istemez biraz sarksa da, filmin harika kadrajları, rengi ve müziği, giallo severleri mest edecek cinsten. Seyirciyi yaşlı bir dedektifin kafasının içinde melankolik bir yolculuğa çıkaran Yellow, yeri geldiğinde gaillo’ya yakışır ölüm sahneleriyle de gayet tatmin edici. Gösterimin hemen ardından Sitges’e de seçildiği açıklanan filmin posteri ise hayatımda gördüğüm en güzel posterlerden biri.
Tokophobia (2012): Dikkat! Bir kadının doğmamış bebeğine uyguladığı şiddet! Sebebi doğum fobisi, yani tokofobi. Evrim Ersoy’un yazdığı ve James Pearcey ve Russel Would’la beraber çektikleri film gerçekten Frightfest’te olay yarattı. Sandık’tan (2007) beri ilk defa bir kısa filmin bir korku filmi festivalinde bu kadar rahatsızlık yarattığına şahit oldum. Dostum Evrim Ersoy’un bu ilk ciddi kısa film denemesi şimdiden yarattığı tepkiyle çok başarılı olduğu için çok mutlu olduğumu söyleyebilirim. Evrim’in umarım ilerde yapacaklarının ufacık bir habercisi olarak yorumluyorum bu rahatsız edici filmi. Frightfest’in demirbaşlarından denyo bir İngiliz yönetmenin organizatörlere “bu filmin yönetmeninin yüzüne bi yumruk atmak istiyorum” demiş olması da bizim aramızda son gece en büyük espri konusuydu.
Frightfest 2012’in en kötüleri
İşte bu sene DVD raflarında veya torrent başındayken uzak durmanız gereken filmler:
The Seasoning House (2012): Doğu Avrupa’da Bosna savaşı esnasında bir Sırp genelevinde yaşanan sadistlikleri anlatan film maalesef Frightfest’te bugüne kadar gördüğüm en zayıf açılış filmiydi. Filmde herkesin İngilizce konuşmasını geçtim, film sonlara doğru tamamen inandırıcılıktan uzak ve komik olmaya başlayınca bütün o karanlık sinematografisi de güme gitmiş oldu. Birkaç muhteşem vahşet sahnesi dışında geçebilirsiniz.
Tulpa (2012): İtalyan yönetmen Zampaglione’nin ilk filmi The Shadow’u (2009) oldukça beğenmiş ve kendisiyle Öteki Sinema için bir de röportaj yapmıştım. Bu ikinci filmiyle giallo’yu ve İtalyan korkusunu geri getirecek umuduyla karşımıza çıkan Zampaglione, seyircinin son yarım saat kahkahalara boğulmasıyla maalesef büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Filmden sonra sahneye çıkan yönetmen ve oyuncular her ne kadar alkış aldılarsa da biraz üzücü bir durumdu. Halbuki filmin ilk 20 dakikası gayet seksi, cüretkar ve sağlam başlıyor. Ama yavaş yavaş çok düşük kalite bir giallo’ya dönüşen film, sonlara doğru iyice mantık dinlemez bir komediye dönüşünce yüzler asılıyor.
After (2012): Son derece yapmacık ve sahte diyaloglarla örülü, çocuk masalı mı geeky bir dizi bölümü mü belli olmayan, arada kalmış garip bir film. Sonlara doğru çok iyi yapılmış bir yaratık çıkıyormuş ama ben dayanamadan çıktım ve Hagen Dasz’ın tuzlu karamel dondurmasından iki top daha yedim. Çok tavsiye ederim.
The Possesion (2012): Sinister’ın kötüsü. Insidious’u çok sevecek kadar sığ olan sevgili seyircilerimiz belki keyif alabilirler ama, bilemem.
Tower Block (2012): Aslında konu baya iyi. Boşaltılan bir apartmanın en üst katındaki kiracılar karşı apartmandaki bir keskin nişancının ablukasına maruz kalıyorlar. Ama kendini ciddiye almaya cesareti olmayan senaryo, çok kısa sürede bütün saygınlığını yitiriyor. En sonunda ise Scooby-Doo seviyesine iniyor. Ama yine Attack The Block’tan (2011) çok keyif alanlar var aranızda mesela biliyorum. Onlar bu filmi severlerse şaşırmam. Uzaylıların şafağı…
Onun dışında izlemediğim ama izleyenlerin yüzde 90’ının nefret ettiği Paura 3D (2012), Nightbreed: Cabal Cut (2012) ve Dead Sushi (2012) gibi çöpler de vardı…
Frightfest 2012’nin arada kalanları
Grabbers (2012): Bazı Londralı arkadaşlarımın küçük bütçesine rağmen büyük bir iş başardığı için hayran kaldığı film beni pek heyecanlandırmadı. Gözlerim kapanıp durdu. CGI yapılmış yaratıklar iyi yapılmışlar ama dizayn olarak bana çok sıradan geldiler. Komedi dozu benim zevkime göre bir gömlek fazla kaçmış. Kötü bir şey yok ama asla bir Tremors (1990) değil.
V/H/S (2012): Bu film çok iş yapacak. Salonun belki de en fazla alkışladığı filmi diyebilirim. Bir found-footage anthology’si. 5 kısa filmden oluşuyor. İlki ve sonuncusu baya korkutucu ve eğlenceli. Ama diğerleri inandırıcılıktan çok uzak ve sıkıcı… Genel olarak filmin 5-10 dakikalık çok başarılı çevrilmiş sahnelere sahip olduğunu ama geri kalanını izlerken bir hayli sıkıldığımı söyleyebilirim.
Stitches (2012): Başarısız bir palyaço, doğum gününe gittiği çocuklar tarafından alay konusu olurken kazara ayağı takılır ve açık duran bulaşık makinesinin içindeki ekmek bıçağının üzerine kafa üstü düşer. Daha sonra eski ortaçağ kıyafetli palyaçolar tarafından mezarında bir ayin düzenlenir (buraları çok iyi) ve bir gece yarısı palyaçomuz mezarından dirilerek, ev partisi yapan gençlerin üzerine Michael Myers gibi çöker. Lisedeyken arkadaşlarınızla kızlı erkekli gidip çok güleceğiniz bir korku komedi. Eğlenceli. Ama yer yer biraz sıkıcı geldi bana.
Hidden in the Woods (2012): Kelimenin tam anlamıyla bir istismar filmi olan Hidden in the Woods korku filmiyle uzaktan yakından alakası olmayan (yönetmeni öyle dedi) Şili’den çıkan ve fazlasıyla vahşi ve sadist bir film. Filmin vahşet dozu, sapkınlığı ve enerjisini çok sevsem de sonlara doğru bir şekilde filme ilgimi kaybettim. Yer yer montaj çok aksıyordu. Belli ki amatörce (ve sadece 13 günde) çekilen filmde bazı sahnelerde planlar tutmamış ve montajda sorunlar yaratmış. Filmin sonunda çok ufak bir twist var ki onun hastası oldum.
İzleyemediğim ama merak ettiklerim
REC 3: Genesis (2012): İlk 2 filmi sevmediğim için bunu es geçtim ama izleyenler bu filmin yepyeni ve çok orijinal olduğunu söylüyorlardı. Çok hayran olunmasa da aşağı yukarı herkes filmi sevmiş gibiydi.
The Thompsons (2012): Çok sevdiğim The Hamiltons’un (2006) devam filmini sevenler de oldu sevmeyenler de. Sabah uyanamadığım için kaçırdım.
Eurocrime! The Italian Cop and Gangster Films That Ruled the ’70s (2012): 70’lerin ünlü İtalyan suç filmleriyle ilgili harika bir belgeselmiş. Yine sabah uyanamayarak kaçırdıklarımdan…
Errors Of The Human Body (2012): Filmin ismi yeter! İzleyeneler baya beğendiler, ama ufak salonda oynadığı için ana salondaki filmi izlemeyi tercih ederek kaçırdım.
A Night Of Nightmares (2012): Bu filmin büyük salonda olmamasına çok üzüldüm. (Bazen böyle denyo şeyler yapıyo Frightfest yöneticileri napalım…) Müthiş kült Combat Shock’ın (1984) müthiş kült yönetmeni Buddy Giovinazzo’nun yeni filmiydi. İzleyenler de çok korkunç olduğunu söylediler üstelik. Sinir oldum bunu kaçırdığıma!
Outpost II: Black Sun (2012): İzlemeyi düşünmedim bile ama ilk filmi sevmeyenler bunun daha iyi olduğunu söylüyorlardı.
Frightfest 2012 Total Icon: Dario Argento söyleşisi: Dario Argento’ya olan saygımı Card Player (2004) ve Giallo (2009) yüzünden kaybettiğim için ve zaten zamanında Argento’yu epey dinlemişliğim olduğu için bu söyleşiye gitmedim. Sadece yeni kitabını imzalayacağını başka hiçbir şey imzalamayacağını açıkladıkları için de hafif bir antipatim olmadı desem yalan olur. Ama söyleşiye katılan arkadaşlarımın enteresan ve eğlenceli bir söyleşi olduğunu söylediklerini de eklemeliyim.