Cannes Film Festivali Hakkında Notlar (2005-2017)

6 Kasım 2017

Aslında Adana Film Festivali’nde seyretme şansına sahip olduğum ama umduğum gibi çıkmayan üç film, Ruben Östlund’un “The Square”i (Kare, 2017), Yorgos Lanthimos’un “The Killing of a Sacred Deer”ı (2017) ve Andrey Zvyagintsev’in “Loveless”ı hakkındaki düşüncelerimi yazmak için masaya oturdum ama “bunlar bu filmlerle nasıl böylesine prestijli ödülleri kazanmışlar” deyip araştırdıkça çalışma, odağını yitirip bambaşka bir hâle geldi. Araştırmalarımı derinleştirdikçe, bir süredir sezdiğim ama elimde hiçbir somut bulgunun olmadığı bir konu hakkında ilginizi çekeceğini düşündüğüm bazı sonuçlara ulaştım. “Yazmasam olmazdı” kabilinden bir not düşmek istedim. Tarihe kalması ümidiyle geleceğe düşülmüş bir not bu. Sürçülisan eylersek affola. Şüphesiz cahilliğimizdendir.

Tıpkı ülkemizde olduğu gibi yurtdışında da eskiden beri festivaller üzerinde belirli güç odaklarının etkisi olagelmiştir. Bunlar jürileri, festivalde yarışacak filmleri değerlendirecek olan eleştirmenleri ve kamuoyunu çeşitli yöntemlerle etkilemeye çalışırlar. Son yıllarda bu etki, bulunan yeni PR (halkla ilişkiler) yöntemleri nedeniyle iyice arttı. Bunun en önemli sebebi, eskisine kıyasla iyiden iyiye artan ekonomik ölçek. İşin ekonomik getirisi öyle boyutlara ulaştı ki, filmler tıpkı birer teknoloji şirketi gibi yönetilmeye ve pazarlanmaya başladı. Başlı başına “festival endüstrisi” dahi oluştu desek yeridir. Hâliyle, devasa paralar söz konusu olduğunda kimse işini tesadüflere bırakmak istemiyor. Son derece karanlık ilişkiler (network) tesis edilmeye başlandı. Eskiden de bu kısmen böyleydi ama son yıllarda iş iyice şirazesinden çıktı gibime geliyor. Fazla uzattık, olay şu: Belirli bir ölçüde gerek yapım gerekse dağıtım ağına hâkim olan “Kadimler”, ağzı burnu düzgün filmler çekebilen, gelecek vadeden bir arkadaşı seçiyorlar, onun mevcut ve gelecekteki film haklarını satın alıyorlar, (ihtiyacı varsa) filmlerine yapımcı olarak destek veriyorlar (ülkesindeki kaynaklardan finanse edebiliyorsa ellemiyorlar), bir şekilde ödüle aday olmasını sağlayıp onu parlatıyorlar da parlatıyorlar, övdürüyorlar da övdürüyorlar, öyle bir kamuoyu oluşturuyorlar ki filmi beğenmeyen de –atmosfer nedeniyle- beğenmediğini söylemeye çekinir hâle geliyor. Yaptıkları şeyi herkesin anlayabileceği dille özetlemek gerekirse, 5 üzerinden 3,5 ya da 4 yıldızlık filmleri, sanki 4,5 ya da 5 yıldızlık filmlermiş gibi yutturuyorlar. “İyi” diye nitelendirilebilecek ortalama üstü bir filme insanlık tarihinin en iyi filmlerinden biriymiş muamelesi çekiyorlar. Bazı siteler, yayın kuruluşları, festivaller ve film eleştirmenleri eliyle de bu fikri yayıyorlar. Sonra filmin aday olduğu (“yapıldığı” ya da “yaptırıldığı” mı desek?) ödülleri belli isimler arasında bölüştürerek yığ(dır)maya başlıyorlar. “Olay film” diye soyut bir şeyi bir tür mühendislikle inşa ediyorlar yani. Sonra gelsin prestij, gelsin paracıklar. Çok soyut oldu diyenler var diye netleştireyim. Eskiden Jeanne Moreau ablamız ve şürekâsıyla yemek yiyen Cannes’da ödül kapıyordu, şimdi Isabelle Huppert ve şürekâsıyla. Nokta. Süreçler aşağı yukarı böyle işliyor. Öyle sanıyorum ki, daha net olamazdık.

blank

Cannes, Venedik gibi başlıca film festivallerinde kimin ödül kazanacağını önceden bilmek istiyorsanız, ödüle aday olan yönetmenin hangi yapımcılarla “çoktan” film anlaşması yaptığını ve filmlerini kimin dağıtacağını öğrenmeniz kâfi. Yoksa “Dheepan” gibi filmlerin Altın Palmiye (Palme d’Or) alması söz konusu olamazdı, son yıllarda sayıları üssel olarak artan haksızlıklar herkesin malumu. Dişe dokunur yönetmenlik içermeyen eserler En İyi Yönetmen, bir numarası olmayan filmler En İyi Senaryo falan alır oldu. Bir de beğendikleri ve destekledikleri (“yatırım yaptıkları” diyelim) yönetmene kendi dili dışında (genelde İngilizce ve Fransızca) film çektirme işi var ki, tahmin ediyorum “ters oryantalizm uygulaması”nın kralı budur. Aydın Efesi’ne zorla Polka oynattırmak gibi bir şey. Hayatta en sevdiğim İranlı yönetmene, İngilizce, İtalyanca, Fransızca ve nihayetinde Japonca film çektirdiler diye hatırlıyorum (Cannes’da aday da yaptılar ha), hatırladıkça da sinirleniyorum. Şimdi de bir benzeri söz konusu. Önce Fransızca film çektirdikleri İranlı abimize, şimdi İspanyolca film çektiriyorlar. Kısacası, içeriğe bile müdahaleler var, belli. Maalesef, edebiyat alanındaki Nobel süreci de aşağı yukarı böyle işlemeye başladı. En İyi Yabancı Film Oscarı olayını ve Sundance başta olmak üzere bağımsız sinemada dönen dolapları merak eden varsa “Down and Dirty Pictures” adlı kitaba bakabilir, hem belki Harvey Weinstein hakkında da “ilginç” ve “popüler” bilgiler edinebilirsiniz. Neyse, sonuçta, prestijli ödüller hiç olmadığı kadar kirlendi. Bu tespitlerimi Umberto Eco’nun Prag Mezarlığı kitabındaki “Tuono Dağı alegorisi”yle karşılayacak olanlar olduğunu biliyorum. Saygı duyarım. Biz düşüncelerimizi yazalım, gerçeklerin ortaya çıkma işini de zamana bırakalım.

Şimdi gelelim bu yılın ödüllü Cannes filmlerine. Ruben Östlund’un “The Square”i Altın Palmiye’yi kazandı. Yorgos Lanthimos’un “The Killing of a Sacred Deer”ı En İyi Senaryo’yu. Lanthimos’un senaryosunda filmin omurgasını tek başına inşa eden olgunun doğurduğu sorunun cevabı bile yok. Adam bir şeyi sorgulatmak istemiş, nasıl sorgulatacağını bilemeyince/bulamayınca sadece düşünme yoluyla istediğine istediğini yapabilen (“Ol!” deyince olduran), doğaüstü güçler verdiği Tanrısal bir karakter yaratarak saçmalamış, buna da En İyi Senaryo Ödülü vermişler. Geçelim. Sofia Coppola, orta karar bir yeniden çevrim olan “The Beguiled” ile her ne hikmetse En İyi Yönetmen Ödülü’nü aldı, Andrey Zvyagintsev’e de “Loveless” (Nelyubov) Jüri Ödülü’nü verdiler. “You Were Never Really Here”  (2017) hem “En İyi Aktör” ödülünü aldı hem de En İyi Senaryo’yu. “120 battements par minute” (Kalp Atışı Dakikada 120, 2017) Jüri Büyük Ödülü’nü aldı.

Dağıtımcı mevzusuna hiç girmeyeceğim, ayrı bir çalışma gerektiriyor (ve sözleşmelerin ne zaman imzalandığını bilmediğimiz için hükümler kesinlik taşımaz) ama bu filmlerin yapımcıları (ortaklık, finansal destek vb. her türden maddi desteği kastediyorum) konusunda iki çift laf edelim. Aslında etmeyecektim de şeytan dürttü IMDb’den filmlerin yapımcı ve dağıtımcı şirket bilgilerine (company credits) baktım, bu yıl En İyi Senaryo ödülünü paylaşan iki filmin (“You Were Never Really Here” ve “The Killing of a Sacred Deer”) yapımcısı aynı yani Film4. Olabilir dedim insanlık hâli. Ne olmuş yani? Sonra baktım, “You Were Never Really Here”ın diğer yapımcısı Why Not Productions, aynı zamanda Rus yönetmen Zvyagintsev’in Jüri Ödülü alan “Loveless”ının da yapımcısı. “Nesi var yahu?”, dedim. Olabilir. “Loveless”ın bir diğer yapımcısı olan Arte France Cinéma’nın “The Square”in de yapımcılarından biri olduğunu gördüm. “Ne var yani, Arte France Cinéma çok başarılı bir şirket olmaz mı?” dedim kendi kendime. Şöyle bir 2005’e kadar uzanıp, bu arkadaşların destek verdiği filmlerin Cannes’da ödül alanlarına bir göz atayım dedim. Arte France Cinéma, Cannes’da Jüri Ödülü alan dört filmin yapım şirketi (“ya da filme maddi destek temin eden şirketlerden biri” diyelim) olarak gözüküyor: “Loveless” (Andrey Zvyagintsev, 2017), “Poliss” (Maïwenn, 2011), “Silent Night” (Carlos Reygadas, 2007) ve “Il Divo” (Paolo Sorrentino, 2008). İki tane En İyi Senaryo’ları var: “Lorna’s Silence” (Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne, 2008) ve “The Salesman” (Asghar Farhadi, 2016). 2005’ten bu yana dört tane de En İyi Yönetmen Ödülü almışlar, Allah daha çok versin. “On Tour” (Mathieu Amalric, 2010), “Personal Shopper” (Olivier Assayas, 2016), “Post Tenebras Lux” (Carlos Reygadas, 2012) ve “Caché” (Michael Haneke, 2005). Üç tane de Altın Palmiye’li filmin şirket bilgilerinde Arte France Cinéma adı geçiyor. “L’enfant” (Jean-Pierre Dardenne ve Luc Dardenne, 2005), “The Square” (Ruben Östlund, 2017) ve “Kış Uykusu” (Nuri Bilge Ceylan, 2014). Evet, “Kış Uykusu”.

blankHâl böyle olunca, bir yapımevine daha bakayım bari, belki ben olayı abartıyorumdur dedim. Mesela bu yılki ödüllerde öne çıkan Why Not Productions’ın 2009 yılından beri bir hayli başarılı olduğunu görüyoruz. Yarıştıkları yıllarda, “Loveless” (Andrey Zvyagintsev, 2017) ve “The Angels’ Share” (Ken Loach, 2012) ile Jüri Ödülü’nü, “A Prophet” (Jacques Audiard, 2009) ve “Of Gods and Men” (Xavier Beauvois, 2010) ile Jüri Büyük Ödülü’nü almışlar. “Beyond the Hills” (Cristian Mungiu, 2012) ve “You Were Never Really Here”  (Lynne Ramsay, 2017) ile En İyi Senaryo Ödülü’nü, “Graduation” (Cristian Mungiu, 2016) ile ise En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazanmışlar. Yarıştıkları yılın görece zayıf iki filmiyle de Altın Palmiye’yi kazanmışlar: “Dheepan” (Jacques Audiard, 2015) ve “I, Daniel Blake” (Ken Loach, 2016). Yorum yok.

Geçtiğimiz yıl fırtına gibi esen Wild Bunch şirketine bir baktım. “Goodbye to Language” (Jean-Luc Godard, 2014), “The Angels’ Share” (Ken Loach, 2012) ve “Poliss” (Maïwenn, 2011) ile Jüri Ödülü, “The Kid with a Bike” (Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne, 2011) ile de Jüri Büyük Ödülü kazanmış. “Graduation” (Cristian Mungiu, 2016) ile En İyi Yönetmen, “Beyond the Hills” (Cristian Mungiu, 2012) ile En İyi Senaryo Ödülü var. “Blue Is the Warmest Color” (Abdellatif Kechiche, 2013) ve “I, Daniel Blake” (Ken Loach, 2016) ile de Altın Palmiye kazanmış.

Arte France Cinéma’nın, Why Not Productions ve Wild Bunch’ın durumu beni biraz işkillendirince, üşenmedim, serde de raporlamacılık ve veri madenciliği var, 2005-2017 yılları arasındaki 13 yılın (2005 ve 2017 dahil) beş büyük Cannes ödülünü alan tüm filmleri IMDb’de yer alan yapımcı kayıtlarıyla birlikte bir Excel’e indiriverdim. Adaylık alanları koymadım. Her ödülü de koymadım (kabaca baktım orada da durum feci). Neyse, bu çalışma için sadece ve sadece en prestijli beş ödüle baktım (ileride diğer ödüllerin ve diğer diğer adayların da yer aldığı çok daha kapsamlı bir çalışma yapacağım). Şimdilik baktığımız beş ödül şu: Altın Palmiye (En İyi Film), En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo, Jüri Büyük Ödülü ve Jüri Ödülü. Cannes Film Festivali’ndeki bu beş ödülün mevzuat gereği adaylar arasında bölüştürüldüğünü söyleyelim. Yani bir film her bakımdan kusursuz olsa da, bütün jüri üyeleri hemfikir olsa da En İyi Film ve En iyi Yönetmeni (veya ilaveten bir de En İyi Senaryoyu) aynı film alamıyor. Bu beş ödül ayrı filmlere/kişilere gidiyor. Daha eski tarihlere henüz detaylı bakamadım ama 2005’ten beri durumun böyle olduğunu bilmek lazım. Neyse, 2005-2017 yılları arasında demin adını saydığım beş büyük ödülü alan birbirinden ayrı (distinct) film sayısı 71. Bu 71 filmi çeken yönetmen sayısı da 53. Bu arada, bazı ödüller iki ayrı film arasında bölüştürülmüş. 13 yıl içinde, her yıl beşer taneden toplam 65 ödül 71 filme gitmiş yani. En İyi Senaryo, En İyi Yönetmen ve Jüri Büyük Ödülü birer kez iki film/kişi arasında bölüştürülmüş. Jüri Ödülü de üç kez.

Gelelim, onca veriyi Excel’e indirip işlememizin asıl nedenine. Şimdi bunlar “bağımsız” filmler olduğu için çeşitli kaynaklardan finansman temin ediyorlar. O yüzden bölük pörçük bir finansman yapıları var. Tamam. Biraz oradan, biraz buradan şeklinde ilerliyorlar. Sözleşmeleri görmediğimiz için filmde payı olan şirketlerin pay büyüklüklerini bilmiyoruz. O konuda yorum yapmayalım ama somut bilgilerden yola çıkalım yani filmin medya sorumlusunun kontrol ettiğini varsaydığımız IMDb’deki şirket bilgileri kısmından. Yapım kısmında adını gördüğüm şirketlerin bu desteği filmler ödül aldıktan sonra vermediklerini varsayıyorum. Hatamız günahımız olursa affola. Hadi başlayalım.

2005-2017 yılları arasında, Cannes Film Festivali’nde beş büyük ödülü alan 71 filmi incelediğimizde, bu eserlere çeşitli şekillerde (ortak yapım, finansal destek, önceden gösterim hakkını satın almak yoluyla destek vb.) destek veren birbirinden ayrı (distinct) şirket (Sinema Genel Müdürlükleri, fonlar, bankalar, televizyonlar artık her neyse) sayısının 350’yi aşkın olduğu görülmektedir. Tabii bunların içinde yönetmenlerin kendi şirketleri de var. Birtakım sebeplerle ikiye üçe bölünmüş aynı şirketler bile olabilir, ben isimleri farklı olanları bütünüyle farklıymış gibi değerlendirmek durumunda kaldım. Bazı durumlarda yanılmış olabilirim ama bu şekilde bile olsa bulgular dikkat çekici. Sonuç olarak, Cannes’da bu ödülü kazanan filmlerin ortalama en az beş ayrı yapımcı şirketten/fondan finansal destek alarak çekildiğini öne sürebiliriz. Yapım desteği sağlayan bu 350’yi aşkın şirketin/fonun/TV’nin içinde üç tanesi katılımcılık bağlamında açık ara önde. Canal+, Centre National de la Cinématographie (CNC) ve Arte France Cinéma. Onların hemen ardından gelen bantta 12 şirket/fon/TV var: CinéCinéma, France 2, Ciné+, Eurimages, France 3, France Télévision, Why Not Productions, Les Films du Fleuve, Wild Bunch, Ministère des Affaires étrangères et du Développement International, Région Ile-de-France ve BIM Distribuzione.

Cannes’da beş büyük ödüle (toplam 65 ödüle) uzanan 71 film içinde bu 15 şirketten bir şekilde destek almış olanların sayısı 42. Biraz daha detaya inelim, çok çarpıcı rakamlar var. Araştırmaya konu olan süre zarfında Canal+ ve Centre National de la Cinématographie (CNC) 24’er filme destek vermişler (üçte birden fazla). 15 tanesi ortak. Maşallah demek lazım. Hemen arkalarından gelen Arte France Cinéma’nın da ödüllü 71 filmin 17’sine destek verdiği görüyoruz (dörtte bire yakın). Ödül sayısı 65 olduğu için aslında ödül sayısı açısından payları daha da büyük, 65 ödülde 40. Üç lider şirketin aynı anda destek verdiği ödüllü film sayısı 7. Üçünün toplamda destek verdiği birbirinden ayrı film sayısı da 37! Son 13 yılda ödül alan 71 filmden 37’sinde bu üç şirketten en az birinin desteği olduğunu görüyoruz. Bu ödüllerden dokuzunun festivalin en prestijli ödülü olan Altın Palmiye (Palme d’Or) olduğunu söylersek, durumun ciddiyetini göstermiş oluruz. “L’enfant” (Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne, 2005), “4 Months, 3 Weeks & 2 Days” (Cristian Mungiu, 2007), “The Class” (Laurent Cantet, 2008), “The White Ribbon” (Michael Haneke, 2009), “Blue Is the Warmest Color” (Abdellatif Kechiche, 2013), “Kış Uykusu” (Nuri Bilge Ceylan, 2014), “Dheepan” (Jacques Audiard, 2015), “I, Daniel Blake” (Ken Loach, 2016), “The Square” (Ruben Östlund, 2017). Bu üçünün özellikle Kıta Avrupası’nda sinemaya en büyük desteği veren şirketler/fonlar olduğunu biliyoruz tabii. Burada şaşırtıcı olan onların bir filme destek veriyor olması değil, destek verdikleri, katılımda bulundukları filmlerin Cannes’daki önemli ödüllere uzanmakta sorun çekmiyor oluşu. Tabii, ben bunların filmlere Cannes’da ödül almadan önce destek verdiklerini varsayıyorum, bunu yine not düşeyim.

blank

Şimdi çemberi, demin saydığım (filmlere en çok destek veren) 15 şirketi içine alacak şekilde biraz genişletelim. 2005-2017 yılları arasında ödül alan 71 filmden 42’si, bu 15 şirketin destek verdiği yapımlardan oluşuyor. İkisi ortak olmak üzere 42 heykel (40 ayrı ödül) bu şirketlerin/fonların (artık her ne olarak adlandırılıyorsa) desteklediği filmlere gitmiş. Bu 42 heykelden (ikisinin bölüştürülmüş olduğunu unutmayalım) dokuz tanesi Jüri Ödülü, sekiz tanesi Jüri Büyük Ödülü, sekiz tanesi En İyi Yönetmen, beş tanesi de En İyi Senaryo kazanmış. Asıl şaşırtıcı olan, söz konusu 13 yıl içinde bir tanesi hariç bütün Altın Palmiye’ler bu gruba gitmiş. 12 Altın Palmiye! 2011 yılındaki Altın Palmiye’nin dışarıya kaptırılması istisnasını bir tür anomali olarak görüyorum ama sebebi belli. O sene bir “Sinema Tanrısı” şehre inmiş. Terrence Malick ve “The Tree of Life”. Fazla söyleyecek bir şey yok ama yine de jüride iki Amerikalı olmasaydı, durum farklı olabilirdi. Jüri Başkanı Robert De Niro’ydu ve Uma Thurman jürideydi (Bir de İngiliz Jude Law vardı).

Bakın bunlar dağıtımcı değil, (bazıları televizyon kanalı da olsa) filmin yapımcısı statüsünde olan şirketler. Yani post prodüksiyon aşamasında bile olsa film seyircisiyle buluşmadan önce yapılan yatırımlar bunlar, burası çok önemli. Para önceden verilmiş. Bazı Fransız kanalları filmlerin gösterim hakkını alıyor o belli, hadi Eurimages da masum diyelim ama yine de gördüğüm kadarıyla belli başlı birkaç yapımcı yüzlerce filmin içinden “ileride Cannes Film Festivali’nde önemli bir ödül alacak olanları” büyük ölçüde “öngörebiliyor”. Ticari kazancı düşünün. Müthiş değil mi? Sözleşme tarihlerine ve yapım şirketlerinin arkasındaki isimlere ulaşabilseydim ne acayip bir çalışma olurdu, hayal gücünüze bırakıyorum. Uğur Mumcu kitabı gibi bir şey olurdu herhâlde. Yazı ilerledikçe, büyük bir açlıkla sinema hakkında ne bulursa okuyan “masum okura” yönelik olmaktan çıktığının farkındayım. Ben öğrenince hayret ettim, okurlarım da hayret etsin diye yazdığım şeyler, ister istemez, bu gibi mecralarda ödül almak isteyenlere faydası dokunabilecek bir tür pusulaya dönüştü. Hangi tele dokunursak hangi sesin çıkacağı çoktan belli gibi. Ezcümle, Cannes Film Festivali de bizim festivallere dönmüş arkadaşlar. İlle de orada (aday olarak seçilmek ve) ödül kazanmak isteyenler “bazı tavizler” verip adı geçen şirketlerden destek almaya baksınlar. Aday ve kazanan belirleme süreçleri konusunda çok etkin oldukları belli. Bu arada; yazı boyunca adı geçen filmlere “kötü” diyen yok, sadece bu çalışmayla birlikte aldıkları ödüllere ve övgülere dair birer soru işareti bırakıyorum, hepsi o.

Yapacak bir şey yok, sadece filmlere çok fazla ödül odaklı bakmayın, yeter. Konuyu birkaç magazinel öngörüyle kapatalım. Arte France Cinéma’nın desteğini almış olan “Ahlat Ağacı”nın Cannes’da Altın Palmiye’ye aday olacağını (başvurup seçileceğini) şimdiden tahmin etmek için âlim olmaya gerek yok. (Hatta nedendir bilinmez, içimden bir ses Nuri Bilge Ceylan’ın bir sonraki filminin Türkçe olmayacağını söylüyor). “Ahlat Ağacı” neredeyse bir yıl önce çekilip bitti, filmi “birileri” beklettirmiş bile olabilir (sanki “Bir Zamanlar Anadolu’da” da aşırı uzun bir süre beklediydi) ya da kurgu uzamıştır diyelim. Nuri Bilge Ceylan’ın “Ahlat Ağacı”nın yapımcılarından biri de Yabancı Dilde En İyi Film Oscarı tecrübesi olan Memento Films Production. Bakarsınız Oscar’a da yürürüz. Ya da en azından son beşe kalırız. İnşallah. Memento Films Production, “The Salesman”a (Forushande) Oscar aldıran tecrübeli bir yapımevi. Aklınıza gelmiştir, hemen cevaplayayım. Memento Films Production’ın yapımcısı olduğu “120 battements par minute” bu sene Cannes’da Altın Palmiye dahil beş dalda adaydı, dördünü aldı. Jüri Büyük Ödülü, FIPRESCI, François Chalais Ödülü ve Kuir Palmiye (Queer Palm). Geçtiğimiz sene yine aynı yapımevinin desteklediği Asghar Farhadi’nin “The Salesman”ı Altın Palmiye dahil üç dalda aday olmuş, ikisini almıştı. En İyi Aktör ve En İyi Senaryo. Peki Farhadi’nin “Le Passe”i ne yapmıştı derseniz, Altın Palmiye dâhil üç dalda aday olup En İyi Aktris ve Ekümenik Jüri Ödülü’nü almıştı. Bu arada, aynı şirket, Farhadi’nin son filmi “Todos lo saben”in (2018) de yapımcısıymış. Onun da birkaç ay sonra Altın Palmiye’ye aday olacağını tahmin etmek güç değil. Ben çalışmaya sadece beş büyük ödülü aldığım ve sadece birkaç firmanın/şirketin detaylarına inebildiğim için bunları duyunca şaşırdığınızı biliyorum. Asıl bombayı sona sakladım. Altın Palmiye’li “Kış Uykusu”nun (Nuri Bilge Ceylan, 2014) da yapımcılarından biri Memento Films Production’dı. “Kış Uykusu”nun diğer yapımcılarına bakıyoruz ve tanıdık yüzler görüyoruz. Arte France Cinéma, Centre National du Cinéma et de L’image Animée (CNC), Eurimages ve Ministère des Affaires Étrangères. Beş büyük Cannes ödülüne ulaşma alışkanlığı gösteren 15 şirketten 4’ü değil mi bu? Tesadüfe bak. Nuri Bilge Ceylan için hep “sağlamcıdır” derlerdi. Doğruymuş.

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

Cannes Film Festivali 2018 Üzerine Düşünceler

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Susuz Yaz, Sinemasız Portakal

Altın Portakal, Türk sineması, kaldırılan yarışma, ulusal yarışma, Antalya Film
blank

Acıklı Bir Soru: “En Son Ne Zaman Sinemaya Gittin?”

Ah, sinema... Bir zamanlar haftalık bir ritüeldi, şimdi ise neredeyse