Take Carrie to the prom. I dare you!
Hiç kuşkusuz Stephen King, gerilim hikayeleri dendiğinde akla gelen en önemli isimlerden birisidir. Yarattığı eşsiz karakterler, büyülü atmosferler, okuyucularının hayal dünyasıyla da bütünleştikçe çok daha büyük bir keyif verir. Onun yazdığı her bir eser adeta hazine niteliğindedir. Elbette ki bu kadar değerli bir hazineyi elinde bulunduran King’in eserlerini sinemaya uyarlamak kaçınılmaz bir sonuç olmuş ve bu akımın ilk örneğini de Brian De Palma “Carrie”yi çekerek başlatmıştır.
“Geri dönüp tekrar okuyamam.” diyordu King ilk romanı Carrie’den bahsederken. Yazarının bile böyle düşündüğü eseri bir de kanlı canlı sinema ekranına taşımak acaba nasıl olacaktı? Bu yükün altından Brian De Palma gerçekten de alnının akıyla kalkabilecek miydi? Sorunun yanıtını izleyicilerden önce King veriyor ve “De Palma’nın hikayeye olan yaklaşımı benimkinden daha hünerliydi, hem çok daha sanatsaldı…” diyordu. Romanlarından uyarlanan filmleri beğenmemesiyle ünlü olan bu usta, söylediği bu sözlerle sinema seyircisini daha da meraka teşvik ediyordu.
1976 yapımı “Carrie / Günah Tohumu”nun başrollerinde Sissy Spacek ve Piper Laurie yer alıyordu. Film, olumsuz duyguların uzun süre bastırılmasının yaratabileceği yıkıcılık üzerine odaklanıyor, evde ruh hastası, aşırı Katolik annesinin, okulda ise onu tuhaf bulan duyarsız arkadaşlarının baskısı altında ezilen Carrie’nin acınası öyküsünü, etkileyici bir şiddet patlaması ile noktalıyordu. Filmin en önemli kozu ise Carrie’nin sahip olduğu telekinezi yeteneğiydi. Eşyaları beyin gücü ile hareket ettirebilme anlamına gelen telekinezi, gözlemlemeye, hatta gözetlemeye olan merakı bilinen Brian De Palma’yı eskiden beri ilgilendiren bir konuydu. Telekinezi söz konusu olduğunda en masum görünen bir bakış bile ölümcül olabiliyordu. Nitekim bu ölümcül öfkeyi, filmin finaline doğru, kontrolünü tamamen yitirerek kanlı bir vahşete imza atan Carrie’nin gözlerinde görmek kaçınılmaz oluyordu. Bir katliamı yaratan şeyin bir çift göz olduğuna tanık olmak, kuşkusuz son derece ürkütücüydü.
Telekinezi sayesinde mistik bir görünüme bürünen hikaye, özüne bakıldığında ise dikkat çekici analizler içeriyordu. Fanatik bir dindar olan annesi tarafından doğduğu günden beri “günah tohumu” olarak nitelendirilen Carrie’nin, telekinezi yeteneğini ilk kez okulda iken yaşadığı adet kanamasının ardından keşfedişi, yetişkinliğe adım atarken değişmeye ve güçlenmeye başlaması, çok yakında otoritenin annesinden kendisine doğru geçeceğinin sinyallerini veriyordu. Annesi için kızının adet görmesi, Tanrı’nın zayıf gördüğü dişilere gönderdiği bir lanetken, ilk kez kabuğunu kırma gücünü kendinde hissetmeye başlayan Carrie için belki de özgürlüğe açılan ilk kapıydı.
Film boyunca kendimizi, Carrie’ye acıyan, kimi zaman seven bireyler olarak buluruz. Ama bu sevdiğimiz, hatta kendimizle özdeşleştirdiğimiz kız, filmin finalinde bir cellada dönüştüğünde, tüm duygularımızı altüst eder. O kadar şiddete ve kısıtlamaya maruz kalmış olan Carrie’nin, önünde sonunda şiddete yöneleceğini içten içe hisseder ama kondurmak istemeyiz. Fakat De Palma cesur yorumuyla ve kullandığı eşsiz öğelerle bunu yüzümüze bir tokat gibi çarpar.
Hiç kuşkusuz “Carrie”nin, korku türünün klasiklerinden biri haline gelmesinde en büyük pay, De Palma’ya aittir. De Palma’nın, lise yaşantısındaki küçük korkuları ele alış biçimi ve bunu seyirciye yansıtması tek kelimeyle ustacadır. Uzun ve dingin planların, en beklenmedik anlarda tokat gibi patlayan sert ve ani kesmelerle harmanlandığı, müziğin, sesin ve hepsinden önemlisi sessizliğin, gerilime nasıl da ustaca hizmet ettiğini büyük bir heyecan içinde izleriz. Paralel kurgu tekniğinin uygulandığı, ekranın ikiye bölünmesi ile heyecan kat be kat artar. Bu noktada Carrie rolü için Sissy Spacek seçiminin gerçek bir deha örneği olduğunun bir kez daha farkına varırız.
Sissy Spacek, ergenliğe yeni adım atan Carrie rolünü canlandırdığı zaman 27 yaşındaydı. Çok büyük bir riski göze alarak oynayan Spacek, rolünün hakkını o kadar güzel veriyor ki, filmin başlarında, solgun, farklı, yaralanmış bir masumiyet saçarken, filmin sonunda ise baştan aşağı domuz kanıyla kaplanmış haldeyken, adeta zaferini kazanmış bir kraliçe edasıyla göz kırpıyor bizlere. Bu sahne o kadar gerilimlidir ki, insanın kahkahadan gülesi gelir. Gerilimin ardından ise keskin bir rahatlama karşılar bizi. Haksızlığa uğrayanların “devrim”ini görürüz ekranda…
Filmin o zamanlar için son derece orjinal ama bugün için bıktırıcı derecede taklit edilmiş sonu ise, kabusun henüz sona ermediğini hatırlatır seyirciye. Carrie’nin kanlı elleri, Sue’nun kollarını kavrarken, Sue kabusundan uyanır ve çığlık atmaya başlar. Tam o anda annesi, aynen Carrie’nin kabusta yaptığı gibi Sue’nun kolunu aynı yerden tutmaya çalışır. İşte burada kitabın ve filmin ana teması olan “anneler ve kızları arasındaki hastalıklı ilişki”yi daha iyi anlarız. De Palma bu noktayı daha da belirginleştirmek için aynı planı tekrar tekrar bizlere gösterir.
Bir genç kızın, okulda yaşadığı eziyetler ve evde gördüğü aşırı baskının ardından, telekinetik güçlerini keşfetmesiyle ve bu yeteneğini, gördüğü şiddetin ve baskının sonucu olarak kullanması yönünde adım adım ilerleyen film, Brian De Palma’nın kişisel çabalarından da çok büyük izler taşıyordu. Stephen King’in de görüntüleme tekniklerine hayran olduğu De Palma Carrie’yi, elbette ki Sissy Spacek’in de yardımıyla adeta bir saatli bomba gibi yavaş yavaş kuruyor ve üzerimize salıyordu. Bizlerse belki de en başarılı Stephen King uyarlamasına tanık oluyor ve “Stephen King Diyarı”nın kapılarını bizlere aralayan De Palma’ya müteşekkir kalıyorduk…