Dylan Dog’un yaratıcısı Tiziano Sclavi’nin aynı adlı romanından uyarlanan Dellamorte Dellamore; aslen yazarın Dylan Dog öncesi karaladığı eskizinden yola çıkıyor. Nitekim Dellamorte, ilerleyen yıllarda kabuslar detektifi olarak nam salacak olan Dylan Dog’un gelişim aşamaları arasında bir nevi “es” görevi görüyor diyebiliriz.
Dellamorte, kişilik olarak Dog’dan farklı değil. Fakat üstlenmiş olduğu rol biraz daha kısıtlı. Kendisi bir mezarlıkta, hortlayan ölüleri ortadan kaldırmakla görevli çetin ve melankolik bir bekçiyi canlandırıyor. Sclavi’nin Dog’a uyguladığı bütün özelliklerden nasibini almış olan Dellamorte, umarsızlığı, kadınlara düşkünlüğü ve üzerinden çıkartmadığı siyah ceketi ile birlikte Dylan Dog’un –henüz nihai biçimde isimlendirilmemiş hali
Sclavi, aslında Dellamorte’un büründüğü kimliği, çizgi roman serisi içerisinde kullanmaya yanaşmadı fakat fikir aşamasında Dellamore Dellamorte, çizgi roman serisine göre daha hızlı bir şekilde karara varılarak görsel materyal haline getirilebildi. Üstelik filmde, ana karakteri Rupert Everett’in oynamasının da hoş bir jest olduğunu söyleyebiliriz nitekim Sclavi’nin Dylan Dog’un da Everett’i model alarak oluşturduğu biliniyor .
Biz gelelim filmimize…Gerek Dellamorte Dellamore gerek ise Dylan Dog serisi söz konusu olduğunda Sclavi’nin hem karakterine hem de hikayelerine yaklaşımındaki ciddiyet ve sululuk münasebeti oldukça kafa karıştırıcı olmuştur. Francesco’da, Dog’da iş ahlakına bağlı olmakla birlikte umarsızlıkları ile tezat bir görüntü çizerler okuyucunun kafasında. Kaldı ki Dellamorte Dellamore’nin abzürdlük konusunda, çizgi roman serisinin bir kaç adım önünde olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Bu abzürdlük, hikaye filme alındıktan sonra gözümüze çarpan görsel bir abzürdlük de değildir üstelik…Zombi erkek arkadaşı tarafından iştahla yenen kızın “kendimi kimse istersem ona yediririm!” sitemi de, Dellamorte’nin yavuklusunun “Erkekleri severim ama erkeklikleri beni korkutuyor.” cümlesine sığdırdığı şeffaf temennisi de listeye eklenebilir. Aşkı uğruna erkekliğinden vazgeçmeyi göze alan Dellamorte’un operasyonunu yapmaktan cayan doktorun ağzından dökülenler ise adeta rövoşata gibidir : “Lütfen benden onu kesmemi isteme! Kendimi henüz buna hazır hissetmiyorum!”
Film, fazla çaba sarf etmeden izleyicisini şaşırtırken, sırtını olduğu gibi Sclavi’nin orjinal hikayesine de dayamıyor. Yönetmen Michele Soavi’de filme son derece basit fakat bir o kadar da şık görsel müdahaleler ederek izleyenleri mest etmeye uğraşmış belli ki. Romero’nun Ölüler Şehri’ndeki siyahi zombi karakterin maharetlerine hayran kalanlar; mezarından motoru ile birlikte sıçrayan cesetçioğlu karşısında ne yaparlar ne ederler acaba?
Diğer taraftan aşk konusunda da hoyrat bir yapıt olduğunu biliyoruz Dellamorte Dellamore’in. Zombi – insan aşkında gelinen son nokta desek de yeridir (nasıl bir tabir bu böyle sayın okuyucu!). Şöyle ki yarım ceset – tam insan arasındaki materyal eksikliğini de unutturan cinsten bir ihtiras görmek istiyorsanız kesinlikle doğru yerdesiniz! Mevzuyu sadece Gnaghi’nin aşk açlığına yormak elbette doğru değil. Sonuçta bir kaç kere gördüğü bir kadın için erkekliğinden geçen Francisco karakterini öyle bir çırpıda unutabilmenin imkanı var mı?
Bu filmde sizi, Francisco Dellamorte’un başına buyruk can alması (sigara içtiği için kendisini uyaran hemşirenin hiç tereddüt etmeden beynini dağıtması ile başlayan o meşhur muayenehane sahnesine dikkat!) ya da “zombi üstü” bir bilinçle etrafta gezinen cool cesetlerden ziyade Gnaghi’nin damak zevki ve yeme alışkanlığı rahatsız edebilir.
Unutmadan hatır hanesine eklemek isterim ki, filmde Sezen Aksu’nun Hadi Bakalım adlı parçası da yer alıyor. Üstelik küçük çaplı bir zombi ayaklanması eşliğinde duyduğumuz “eline diline hakim ol yoksa öcüler yer seni” kısmı daha manidar bir hal alıyor ister istemez.
Abzürdlük konusunu izleyicisinin gözüne gözüne sokacak kadar abartmıyor yönetmen Soavi ve böylece Sclavi’nin yapıtı ile aşağı yukarı tutarlı bir film çıkarıyor ortaya. Dellamore Dellamorte’nin tek sıkıntısı, yaklaşık 3-4 bölümlük bir mini diziye tekabül edebilecek bir hikayeyi 105 dakikaya sığdırmak zorunda kalması. Yine de hakkını teslim etmek gerekir ki senarist Gianni Romoli, hikayenin sarkmaması için elinden geleni ardına koymamış. Bana da çok çok “şimdiden iyi seyirler” demek düşüyor. (ani oldu bu bitiş sanki…)
Bu film yok muydu ötekisinemada sanki daha önce gördüm hatırlıyordum. Her neyse süper film gerçekten. Çok acayip bir kafası var desem de izlemeden anlamak mümkün değil.
“Hadi bakalım kolay gelsin” sahnesinde filmi bırakıp nerden geliyor bu şarkı diye dışarılara kafamı çevirmemi unutamam. Filmden geldiğini anlayınca “nasıl ya? ne alaka? neler oluyor?” gibi sorular sormuştum. Cevabını hala alabilmiş değilim. :)
ne yazık ki dylan dog’a hollywood el attı, hem de çok kötü atmış gözüküyor:
http://www.youtube.com/watch?v=GeyX-H65dRw
Bu film için Tolga Demirtaş’ın bir kritiği mevcut aslında Orçun ama Fatih yazmışken de yayınlamamazlık etmedik. Fazla kritik göz çıkarmaz dedik. :)
Bu arada “Crow” filminde de T-Boy’la yanındakinin içki almak için girdiği yerde “oy oy emine” çalar! :)
Onu farketmemiştim :) Bu film için 1 değil 10 yazı bile yazılır. Süper..
Ben Daylan Dog’un son uyarlaması mevzusuna değinmedim…canımız sıkılmasın diye değinmedim daha doğrusu…Tamam çocukluktan beri okurum ederim öyle fanatiği falan da değilim de el insaf be kardeşim dünyada belki de Dog’u son oynayacak kişi belki de Brandon Routh derdim…
Gerçi Heath Ledger’ın Joker’i oynayacağını ilk duyduğumda da, Daniel Craig’in yeni Bond olacağını işittiğimde de yadırgamıştım…Bu yadırgama süreci fragmanı görene kadar sürmüştü fakat şimdi Dylan Dog’un fragmanına bakınca Routh yine yakışmamış gibi geldi bana…
Yanlız bir b film kokusu da geldi yine burnuma…Keyifli bir film de olabiğlir bak bilemedim şimdi :) (çok tutarsızımdır evet) :))))