Ortaokul zamanlarımda ara sıra notlar aldığım, günlüğümsü bir bloknota “En sevdiğim aktörler Sylvester Stallone ve Charles Bronson. Onları çok seviyorum” gibisinden bir kayıt düşmüşüm. 20 küsur yıl geçmiş. Bu kadar zaman sonra, onların yeri pek de değişmedi. Belki artık en sevdiğim 2 aktör değiller ama halâ en sevdiğim aktörlerin arasında oldukları kesin. Hele şu daha çok aile babalarında görmeye alışık olduğumuz babacan bir kaba-kuvvetin ve dikkat çekici bir sertliğin özel timsali olan, kendi deyimiyle “içinde dinamit patlatılmış bir kayalığı” andıran suratıyla Charles Bronson yok mu?

Charles-Bronson_color2Kabul. Adam çirkin. Fakat sportif vücudu, keskin hatlara sahip tehditkâr yüzü, kepenklerini kapatmak üzere olan bir dükkandan sızan solgun bir ışığı andıran mavi gözleri ve kendine has sarkık bıyıklarıyla, sanki başka bir gezegenden dünyamıza gönderilmiş bambaşka bir yaşam formunu andırıyor desek, kim ne diyebilir? Zamanında hem kendine öykünen milyonlarca delikanlıyı hem de vahşi cazibesine kapılan bir o kadar kadını peşine takmış, sürüklemiş mükemmel bir star o. Öldüğü zaman ona mirasından milyonlarca dolarlık evler bağışlamış, hiç tanımadığı, hiç karşılaşmadığı kadın hayranları olan bir star. Dünyanın dört bir yanında bıyığını onun gibi bırakmış yüzbinlerce takipçisi olan bir star. Star olmak böyle bir şey olsa gerek.

1921 Pennsylvania doğumlu Charles Bronson’ın asıl adı ‘Charles Dennis Buchinsky’. Babası Walter Buchinsky, Litvanyalı göçmen bir madenci. Bronson’ın annesi de Litvanyalı. Bu madenci ailesinin, bir tanesi küçük Charles olmak üzere tam 15 çocuğu oluyor. Charles Bronson hem Litvanyaca hem Rusça öğrenerek büyüyor, İngilizce de cabası. Liseyi bitiriyor ve babasıyla beraber madenciliğe başlıyor. O meşhur klostrofobisini bu mesleğe borçlu.

İkinci Dünya Savaşı çıkınca Charles Bronson orduya katılıyor, savaştan dönünce California’da sanat eğitimine başlıyor. Büyük bir tutkuyla almaya başladığı sahne eğitimi birkaç yıl içinde meyvelerini veriyor. 1951 yılında “The Mob”, “The People Against O’Hara” ve ”You’re in the Navy Now” filmleriyle de sinema kariyerine adım atıyor. Zamanla iyi filmlerde küçük yan roller kapmaya başlıyor. Bu döneme ait filmler içinde “House of Wax” (1953), “Vera Cruz” (1954) ve “Run of the Arrow”u (1957) beğenirim. 1958 yılı Charles Bronson’a uğurlu geliyor, ilk başrolü bir Roger Corman mücevheri “Machine-Gun Kelly” (1958) oluyor. Aynı yıl bir TV dizisinde başrol geliyor. “Man with a Camera” (1958) ile büyük sükse yapıyor, canlandırdığı Mike Kovac karakteri ülke çapında tanınmasını sağlıyor. Ben daha sonra bu diziyi youtube’dan izleme fırsatı yakaladım, hikayeler çok ama çok kısa bir süreye sıkıştırıldığı için (yaklaşık 23-24 dk.) yeterli etkiyi uyandırmadı bende.

blank

Bir yandan dizi devam ederken; ”Showdown at Boot Hill ” (1958), ”When Hell Broke Loose ” (1958), ”Gang War” (1958) ve ”Never So Few” (1959) ile sinemaya devam ediyor. Derken John Sturges’ün “Seven Samurai” uyarlaması ”The Magnificent Seven”daki (Yedi Silahşörler, 1960) Bernardo O’Reilly rolüyle bir anda adını tüm dünyaya duyuruyor. Bu film ona o kadar uğurlu geliyor ki, Sturges bir sonraki ‘hit’i “The Great Escape”teki (Büyük Kaçış, 1963) tünelci Danny Velinski (Bronson’ın gerçek adı Dennis Buchinsky’e yapılmış bir atıf) rolünü, bir sohbet sırasında eski bir madenci olduğunu öğrendiği Bronson’a götürüyor. Film tüm dünyada büyük bir gişe yapıyor, Bronson da hem ününü pekiştiriyor, hem de birbirinden değerli, birbirinden meşhur isimlerle çalışma fırsatı elde ediyor. Onu ”Battle of the Bulge” (1965) ve ”The Dirty Dozen” (12 Kahraman Haydut, 1967) adlı meşhur savaş filmlerine götüren süreci tetikleyen de  “The Great Escape” (1963) oluyor.

30 yaşından sonra sinemaya başlayan Charles Bronson tıpkı filmlerinde çizdiği profiller gibi azimli, kararlı, disiplinli bir oyunculuk kariyeri inşa ediyor. “Alacakaranlık Kuşağı”, “Alfred Hitchcock Sunar” gibi TV dizilerinde misafir oyuncu oluyor. ”Master of the World” (1961) ve ”X-15” (1961) gibi bilimkurgu denemelerinde yer alıyor. Ses sanatçıları için çekilmiş, o zamanın video müzik klibi statüsündeki filmlerinde de oynuyor, ”Kid Galahad” (1962) ve ”4 for Texas” (1963) gibi. Sağlam oyuncularla beraber oynayabilmek için, düzgün filmlerde pek de önemli olmayan rollerde gözükmekten çekinmiyor. ”The Sandpiper” (1965) ve ”This Property Is Condemned” (1966) vb.

Ve sonunda Charles Bronson’ın kariyerinin dönüm noktalarından biri sayılabilecek 1968 yılına geliniyor.  Avrupa’da aynı yıl peş peşe çektiği 4 baba film; ”C’era una volta il West” (Batı’da Kan Var, 1968), ”Villa Rides” (Zafere Susayanlar, 1968), ”La bataille de San Sebastian” (San Sebastian’ın Topları, 1968) ve ”Adieu l’ami” (Elveda Dostum, 1968), onun Amerika dışında küresel bir hayran kitlesi oluşturmasına vesile oluyor. Özellikle Sergio Leone’nin teknik anlamda başyapıtı olarak kabul ettiğim ”C’era una volta il West” (Batı’da Kan Var, 1968) filmiyle şöhreti tavan yapıyor. Bir yandan da tektip oyuncu imajını hafifletmeye çalışarak Avrupa’da film çekmeye devam ediyor. Bir Lolita varyasyonu ”Twinky” (1970), son derece sert bir film olan ”Le passager de la pluie” (Yağmurla Gelen Adam, 1970) ve “Quelqu’un derrière la porte” (Kapının Arkasında Biri Var, 1971) onun bu çabalarına ait filmleridir. Yine de kendini bulduğu filmler; ”Cold Sweat” (1970), ”You Can’t Win ‘Em All” (1970), ”Città violenta” (Vahşet Şehri, 1970) ve ”Soleil rouge” (Kırmızı Güneş, 1971) oluyor. Bu filmlerde James Mason, Telly Savalas, Tony Curtis, Toshiro Mifune, Alain Delon gibi önemli isimlerle biraraya geliyor. Avrupa’da oynadığı yapımlara gelen tepkiler, onun kendini en iyi ifade ettiği film türünün suç filmleri ve westernler olduğunu ortaya koyar. Bronson adeta bu filmlerde oynamak için doğmuştur ve bundan sonraki kariyerini bir şekilde buradan yakaladığı momentum belirleyecektir.

Bronson Amerika’ya döndüğünde, artık ülkesinde de star muamelesi görmeye başlar. Başrol teklifleri arka arkaya gelir. 1972 yılında bir mafya itirafçısını oynadığı ”The Valachi Papers”ı (Mazisini Satan Adam, 1972), gelmiş geçmiş en iyi Apaçi filmlerinden ”Chato’s Land”i (Devler Ülkesi, 1972) ve profesyonel bir kiralık katili oynadığı ”The Mechanic”i (Mekanik, 1972) çevirir. ”Chato’s Land”; filmin yönetmeni Michael Winner ile beraber çevirecekleri, Bronson’ın ününe ün katacak 6 filmin ilkidir. Diğer filmler sırasıyla ”The Stone Killer” (Taş Yürekli Katil, 1973), ”Death Wish” (Yara, 1974), ”Death Wish II” (Vahşi Kin, 1982) ve “Death Wish 3” (1985). ”The Stone Killer” (1973) başarılı bir ‘Kirli Harry’ kopyasıdır. Bronson, John Sturges ile bir kez daha biraraya gelir ”Valdez, il mezzosangue” (Vahşi Melez, 1973) filmini çevirir.

blank

Charles Bronson’ı Charles Bronson yapan, neredeyse tüm kariyerini özetleyen filmler ise 1974 yılının yaz aylarında seyircisiyle buluşur: ”Death Wish” (1974) ve ”Mr. Majestyk” (1974). Gişede bir hayli başarılı olan bu iki filmle beraber başına çok kötü şeyler gelen sıradan insanların, adaleti kendilerinin sağlamaya yöneldiği intikam filmleri geleneği büyük sükse yapar. “Walking Tall”un (1973) ve ”Death Wish”in (1974) önayak olduğu ‘intikamcı filmleri’nin (vigilante movies) sayısız benzeri çekilir. Bronson, ”Mr. Majestyk”te (1974) tek derdi karpuzları olan bir çiftçidir, ”Death Wish”te ise evinde, işinde olan, aile babası bir mimar. Her iki filmde de onları çileden çıkaracak bazı olaylar yaşanır ve bu sıradan, kendi halinde insanlar sürekli birilerini öldüren birer canavara dönüşürler. Bronson bu filmlerle dünya çapında bir gişe canavarına dönüştüğünde tam 53 yaşındadır. Artık zirvededir.

Charles Bronson öldürmeye başlamıştır bir kere. Seyirci talebi Bronson’ı bir şekilde, ama polis ama kanun kaçağı olarak öldürmeye devam etmeye iter. Başrolde oynadığı her filmde ölümü çoktan hak ettiğini düşünmemiz sağlanan tipleri öldürmeye devam eder Bronson. 1974’ten 1999 yılında çektiği son filmi (TV filmi) “Family of Cops III: Under Suspicion”a kadar 25 yıl boyunca -bir iki istisna hariç- bu böyle devam eder. Charles Bronson sadece kötüleri öldürür. Kötülerin cehennemidir o. Görece hep iyi adamı oynamaya devam eder. Kötü bir adamı oynuyorsa da, en az kendisi kadar kötü olanları öldürür. O da tıpkı John Wayne gibi haybeye adam öldürmez. Eğer biri Charles Bronson tarafından öldürülmüşse, hak etmiştir zaten. “Act of Vengeance” (1986), “The Indian Runner” (1991) gibi istisnalar olmakla beraber 1974 yılından sonra (tıpkı bir dönem Glenn Ford, Robert Mitchum ya da Steve McQueen’de olduğu gibi) aynı karakterin çeşitli varyasyonlarını oynamaya başlar ve bir çeşit kendine has “ekran kişiliği” (screen presence) yaratır. Mavi gözlü, sarkık bıyıklı bir ölüm meleğidir o.

Şimdi Charles Bronson sinemasının son 25 yıllık diliminden küçük bir seçkiyi sizlerle paylaşacağım. Bu tarihten öncesine ait filmleri başka bir yazıya saklıyorum. Açıkçası; ben Charles Bronson’ın başrol oynadığı hemen her filmi izledim. Neredeyse tüm uzun metraj sinema filmlerini izledim. Açık söyleyeyim ben adamın fanatiğiyim. ”Breakout” (1975), ”From Noon Till Three” (1976), ”St. Ives” (1976), ”Telefon ” (1977), ”Love and Bullets” (1979), ”Caboblanco” (1980), ”Borderline” (1980), ”Death Wish II” (1982), ”10 to Midnight” (1983), ”Death Wish 4: The Crackdown” (1987), ”Messenger of Death” (1988) ve ”Death Wish V: The Face of Death” (1994) hiçkimse için hiçbir şey ifade etmese bile beni ırgalamaz. Ben bu filmleri severim. Ha, ustanın beğenmediğim filmleri var mı? Tabii ki var: ”The White Buffalo” (1977), ”Assassination” (1987), ”Kinjite: Forbidden Subjects” (1989) gibi. Ama kim ne derse desin; karşımızda vurdulu kırdılı filmlere, B sinemasına, suç sinemasına ve westernlere adeta yıldırım gibi çarpmış, bu türlerde kalıcı izler bırakmış, nevi şahsına münhasır bir star var. İşte 1974 yılı sonrası Charles Bronson Sineması’ndan en sevdiğim suç filmleri:

MR. MAJESTYK (Bay Majestik, 1974)

”Mr. Majestyk”in (1974) senaryosu Elmore Leonard’a ait, yönetmen koltuğunda ise Richard Fleischer var. Gangsterler, çetinceviz bir çiftçiye tosluyorlar, o da dünyayı onlara dar ediyor.

Al Lettieri, kısacık sinema hayatına sığdırdığı dev rollerden biri olan Frank Renda karakteriyle yine unutulmaz bir portre çiziyor. Paul Koslo’ya da dikkat!

Gülmek yok ama filmin Türkiye’de bir dönem hit olduğunu, Yılmaz Atadeniz tarafından 1979 yılında, “Karpuzcu” adıyla seks-aventür filmi olarak yeniden çevrildiğini de not düşelim. Behçet Naçar ve Dilber Ay oynuyor.

blankDEATH WISH (1974)

2000’lerin başında, uzunca bir süre divxplanet’te yazdım. O zamanki nick’im Paul Kersey’di, bu filmin bendeki etkisi bu kadar büyüktür. Paul Kersey kendi halinde, özgürlükçü, liberal bir mimar. Düzgün bir ailesi var. Karısını öldürüp, kızına tecavüz ediyorlar. Ve bu sakin adamdan, suçluları öldüren bir ‘vigilante’ çıkıyor.  ‘Vigilante’, yasal yetkileri olmamasına rağmen şiddet kullanarak kanunu sağlamaya çalışan kimse anlamına geliyor. Paul Kersey, silah satın alıp, kriminal insan avına çıkıyor. Korkunç metotlarla, tuzaklar kurarak, adeta bataklıkta sinek avlıyor. Bu filmin asıl çarpıcı yanı intikamı, suçu işleyen asıl kişilerden değil, ilk etapta onlara benzeyen diğer suçlular üzerinden gerçekleştirmeye başlaması. Paul Schrader abimiz darılmasın ama şahsi kanaatimce Taxi Driver’ın fikir babası bu filmdir.

Bir suç sineması başyapıtı arıyorsanız, eninde sonunda ”Death Wish” (1974) ile yolunuz kesişecektir.

“Death Wish” zaman içinde 5 filmlik bir seriye dönüşüyor, benim ikinci favorim ”Death Wish 3” (1985). Bizde ‘Öldürme Arzusu’ adıyla oynadığını notlarıma düşmüşüm. Bende bir TV kaydı olmalı VHS. Ben daha ilk filmi izlemeden ikinci, üçüncü ve dördüncü filmi izlemiştim. ”Death Wish 3”te şehrin masumları şehrin suçlularına topyekûn savaş açıyor. Unutulmaz sahneler barındıran, kült bir film. Yanlış hatırlamıyorsam oyunu bile vardı yahu.

HARD TIMES (Çıplak Yumruk, 1975)

”Hard Times” (1975), Büyük Bunalım dönemine ait en keskin filmlerden biri. Dönemin kuvvetli bir panoramasını çizmekle kalmıyor, genel ruh halini yansıtmakta da belirgin bir başarı yakalıyor.

Roger Ebert’in deyimiyle, “sert, acımasız, davetkâr bir belge” niteliği taşıyor. Bir yasadışı sokak dövüşçüsünü ve onun menajerliğini yapan bahisçiyi anlatan film, yönetmen Walter Hill’in ilk filmi. Hill, ilk filminde hiç sırıtmıyor. Mekan seçimleri, tasarımlar ve renk seçimleri olağanüstü. Charles Bronson kuvvetli bir oyun veriyor. Bronson ve Coburn’ün ahengi de görülmeye değer. 

BREAKHEART PASS (1975)

En sevdiğim tren filmlerinden biri. ”Breakheart Pass” (1975), Alistair MacLean’in romanından yine kendinin uyarladığı bir senaryoya dayanıyor. İçiçe geçmiş bir sürü hikaye barındıran, bol sürprizli, şaşırtmacalı bir film bu.

blank

Charles Bronson trendeki bir ölüm olayını araştırırken, hiç beklenmedik gelişmeler oluyor, dev bir komplo yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor. Ben Johnson ve Richard Crenna başta olmak üzere herkes üzerine düşeni yapıyor. Güzel bir macera filmi…

DEATH HUNT (Ölüm Avı, 1981)

”Death Hunt” (1981); biraz “Chato’s Land”i anımsatan bir film. Bir tür sürek avını anlatıyor. Bir dönem meşhur olan filmlerden kopyalandığı açık ama ne önemi var? Her şeyden önce Lee Marvin’i Charles Bronson’ın peşinde görmek bile keyif verici, tıpkı Jack Palance’ı Bronson’ın peşinde görmek gibi.

22373_5

Dur durak bilmeyen bir kaçıp kovalamaca filmi bu. Albert Johnson neyden kaçıyor, nereye kaçıyor, yaşayan en iyi avcıdan kaçmayı başarabilecek mi? Sürükleyici bir Charles Bronson filmi.

THE EVIL THAT MEN DO (1984)

”The Evil That Men Do” (1984), 9 filmlik J. Lee Thompson-Charles Bronson birlikteliğinin beşinci halkası. Hazmı son derece güç sahneler barındıran ”The Evil That Men Do”, bir tür vigilante filmi. Bronson, profesyonel bir katil. Ve arkadaşının intikamı için sahneye çıkıyor ve sinsice planlar yapıyor.

Filmin “Boys From Brazil”den (1978) esinlendiği tarafları var. Joseph Maher, unutulmaz bir “Doktor” performansı çiziyor. Hem cinayetler, hem kurgu dikkat çekici, finali ise unutulacak gibi değil.

MURPHY’S LAW (1986)

Charles Bronson’ın birçok filmi Clint Eastwood filmlerine cevap niteliği taşır. ”Murphy’s Law” (1986) da onlardan biri. Jack Murphy’nin üzerine bir cinayet yıkmaya çalışıyorlar, o da bir fırsatını yakalayıp kaçıyor ve en iyi bildiği yöntemle gerçek katil ya da katilleri arıyor. Yine sert, acımasız bir aksiyon filmi… Bronson bu sefer polis rolünde.

murphys_law

“Murphy’s Law” (1986) benim VHS formatında sahip olduğum ve arşivime kattığım ilk Charles Bronson filmi. Bu filmi bana, o zamanlar Söke’nin en büyük bireysel videokaset koleksiyonlarından birine, belki de birincisine sahip olan Barış abim, yanlış hatırlamıyorsam 1993 yılında hediye etmişti. Barış abicim, o zamanlar sana “bu adamın bütün filmlerini izleyecem” demiştim, “olmaz öyle şey, yarısını bile bulamazsın Ertan, çok filmi var” demiştin. Charles Bronson’ın uzun metraj sinema filmlerinin aşağı yukarı hepsini izledim abi. Hepsinden notlar tuttum. İzlemediğim üç-beş filmi kaldı. Bu yazıyı sana ithaf ediyorum.

Nulla tenaci invia est via.

Saygı ve sevgilerimle…

KAYNAKLAR

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

5 Comments Bir yanıt yazın

  1. 10 to midnight/geceyarısını 10 geçe adlı sert polisiyeside unutulmaz.

  2. Elinize sağlık, üstadın kariyerini iyi özetlemişsiniz. Mr. Majestyk, Hard Times ve de Death Wish (özellikle birincisi ama 2.de kabul, J. Page’in soundtrack’i oldukça iyidir ve 1.den çok daha sert bir filmdir) benim de çok sevdiğim filmler… Öyle ki, 2007’de Death Wish üzerine-ama Amerikan adalet sistemi ve de şiddet bağlamında- şu makaleyi yazmıştım, belki katkısı olabilir diye paylaşmak istedim:

    http://www.ttk.gov.tr/templates/resimler/File/sureliyayinlar/dogubati,10,42,2007.pdf

    Dergi kolay bulunamayabilir ama yazıyı academia.edu’ya da yüklemeye çalışacağım… Biraz üstünde oynayıp kitabıma da koymuştum ama reklama girebilir diyerek buraya koymuyorum..)))

    Tekrar elinize sağlık.. Bu arada, eğer sakıncası yoksa, Söke bağlantınızı öğrenebilir miyim acaba?

  3. Orhun Bey selamlar;

    Yazınızı academia.edu’ya yüklerseniz iyi olur ama ben yine de kitabınızı almaya karar verdim. Orada başka filmlerle ilgili çözümlemeleriniz de olmalı.
    Bu arada; “Bana Onun Kellesini Getirin” hakkındaki çalışmanızı okudum, “Easy Rider” ile dikkat çektiğiniz bir noktayı çok önemli buluyorum, ’70’lerin korku filmleriyle ilgili bir çalışmamda referans olarak kullanacağım.

    Ben Söke’de büyüdüm, orada okudum, yaklaşık 20 yıl yaşadım, Çiftçiler Yapı Kooperatifinde oturduk, ilkokul Sadullah Kuşada (1986-1991), ortaokul-lise Hilmi Fırat Anadolu lisesi (1991-1998), Sökespor’da lisanslı futbol oynadım, annem Söke Lisesi’nde öğretmendi. Geçen yıl İstanbul’a ara verdim ve yine Söke’nin yakınında bir yerde yaşıyorum. Bağlantımız budur :))

  4. Helal olsun güzel bir çalışma yapmışsın kardeşim, bende western film sevenlerdenim, Charles Bronson’u çok severim, Cüneyt Arkın ‘ a benzetirim biraz da. Biraz da Yılmaz Güney’e benzetirim. (Belki gülersiniz buna ama!) Çalışmandan bir kaç film ismi aldım umarım en kısa zamanda indirip izleyeceğim.

  5. ertan bey,bu filmleri internetten nasıl ve hangi yöntemlerle izleyebilirşz..bize b ir yol önerebilrmisiniz…saygılar

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Marilyn Monroe – Bölüm 2

Norma Jeanne, Marilyn olma yolunda aksak adımlarla ilerlerken annesini anlamaya
blank

Federico Fellini

Federico Fellini, dünyaya gözlerini İtalya’nın şirin bir kasabası olan Rimini’de