Allah gecinden versin de Ennio Morricone gibi, Roger Deakins gibi, Jack Nicholson, Robert de Niro ve Şener Şen gibi yüzden fazla isim için, olur da benden önce ölürse hemen arkasından yayınlamak üzere az çok bişeyler karalamışlığım ve aportta bekletmişliğim var ama açtım baktım Christopher Lee için tek bir not bile tutmamışım.

Tek bir cümlem bile yok çünkü bu adamın öleceğine hiç ihtimal vermemiştim. Koskoca Dracula ölür mü yahu? 1970 yılında gösterime giren tam 4 ayrı filmde, Dracula’yı oynamış, ölüp durmuş. Ölüp ölüp dirilir bu adam. Her sene 4-5 filmde ölmesine rağmen geri gelen biri, sonuçta. Ben çalışmalarım sırasında Christopher Lee’nin en az 60-70 filmini izledim, yemin ediyorum en az ellisinde ölüyordu. Demem o ki, Christopher Lee ölmemiş olabilir. Her an geri gelebilir, tetikte olun.

blankChristopher Lee, kendi kariyer basamaklarını yavaş yavaş çıkarken, yeterince sürünmüş bir oyuncu. Figüranlıktan geliyor. 47’de oyunculuk eğitimi alıyor, 1948 yılından itibaren küçük ve repliksiz rollerle sinemada görev almaya başlıyor. Çok uzun boylu olduğu için iş bulmakta zorlanıyor. Kısa sürede dezavantajı bir avantaja dönüşüyor. Birkaç “uzun boylu” oyuncu reddedince, 1956 Kasım’ında çekimlerine başlanacak olan “The Curse of Frankenstein”daki (1957) repliksiz rol ona düşüyor yani Frankenstein’ın canavarı. Hammer’ın Amerikan korku seriyallerini yeniden hayata döndüren, dev gişe başarısıyla stüdyoyu adeta ayağa kaldıran ve dolaylı olarak da olsa İngiliz Korku Sineması’nda (British Horror Cinema) sayısız örneğin doğmasına yol açan bu çığır açıcı filmle bir nebze şöhrete göz kırpıyor. Ama onu asıl meşhur eden film 1958 tarihli “Dracula” (Drakula’nın Ölümü, 1958) oluyor. Çizdiği harikulade performans, Karanlıklar Prensi’ni klasik dönem Dracula’larından bambaşka bir noktaya taşıyor. Hem İngiltere’de hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde anormal bir gişe geliri elde eden film, Christopher Lee için tek başına bir kariyer yolu açıyor. Kont Dracula’yı beyazperdede tam 10 defa canlandırıyor. 1959 yılında bu sefer başka bir Hammer ‘hit’i “The Mummy”de (Mumya, 1959) rol alıyor. Hem Kharis’e hem de Mumya’ya hayat veriyor.

Aslında Christopher Lee’nin bu 3 Hammer filmindeki bir özelliği sayesinde, korku sinemasında kendine has bir oyun çizgisi belirlediğini söylemek güç değil. Hem Frankenstein, hem Dracula hem de Mumya, aslında bütünüyle kötülük içeren karakterler değildirler. Duygusal bir tarafları da vardır. Evet bunlar birer canavardırlar ama insani bir yönleri de var gibidir. Onlarca filmini izledikten sonra bunun Christopher Lee’nin benzersiz oyun gücünden beslendiğini rahatlıkla fark edebiliyorsunuz. Film ne kadar dandik bir prodüksiyon olursa olsun, canlandırdığı karakterlere farklı bir dinamizm, değişik bir hissiyat vermeyi başarıyor. 1960’larda ve 70’lerde oynadığı çoğu fantastik filmde bunu gözlemleyebilirsiniz (“I, Monster”, “La vergine di Norimberga” vb.). Christopher Lee, saf kötülüğe çalışan bir karaktere bile hayat verirken (Kont Dooku, Saruman vb.), karakterinin davranışlarını belirli nedenlere dayandıran, pragmatik bir üslup oluşturur. Onun oyunculuk anlayışında sadece siyah ve sadece beyaz bölgeler yoktur, griler de vardır ve o gri bölgelerde gezmeyi sever. Lee’nin; dandik bir filmde, ya da uyduruk bir yan rolde dahi, karakterinin tek boyutlu olmasına karşı verdiği mücadeleyi görebilirsiniz.

blank

Christopher Lee’nin ekran kişiliği (screen persona) çok güçlüdür, bunu bir ölçüde fiziği ve ses’i arasında yakaladığı korkunç uyuma borçludur. Uzunca bir süre ‘ses’ ve seslendirme üzerine çalışmıştır. Sonuçta, bir opera sanatçısının torunudur ve müzik eğitimi de almıştır. Müziğe yatkınlığını burada tekrar etmeye gerek yok. Hem aryalarla hem de senfonik metalle ilişkisini medya çok yazdı çizdi. Kaset bile çıkarmış, daha ne olsun?

Lee’nin; tıpkı büyük bir hayranı olduğu Tolkien gibi, filoloji özel ilgi alanıymış. İki üç tanesini çok iyi düzeyde olmakla beraber, yarım düzineden fazla dil biliyormuş. Fransız yapımında Fransızca, İtalyan yapımında İtalyanca konuşurmuş. Televizyon şovuna katıldığı yığınla ülkede (Almanya, İspanya vb.) o ülkenin resmi dilini konuşmasıyla küçük bir efsane yaratmış durumda. Christopher Lee; gece gündüz okuyan, tam bir kitap kurduymuş. Hazine değerinde birçok kitabı barındıran, çok değerli bir kütüphanesi olduğunu birçok kaynakta okumuştum. Ailesinde edebiyatçılar da var. Mesela James Bond’un yazarı Ian Fleming uzaktan kuzeni ve golf arkadaşıymış. Golfte uzman düzeyine yükseldiğini ve ülkesinin en önemli golfçüleriyle kapıştığını da not düşelim. Christopher Lee; az uyuyan, çok çalışan, her daim üreten, topyekün bir sanatçıydı tıpkı Jack Palance gibi.

Christopher Lee, hem en çok başrol oynayan İngiliz oyuncu hem de en uzun boylu başrol oyuncusuydu. Hem “Movie Oracle”da, hem de “Hollywood Universe by the Oracle of Kevin Bacon”da her daim ilk 3’tedir. Dile kolay. Christopher Lee; hemen hemen her türü denemiş, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde filmlerde oynamış, çalışkan bir aktördü. 200’den fazla filmde oynamış büyük usta. Kabul ediyorum, bunların çoğu pek de ahım şahım olmayan, Lee’nin deyimiyle “ailesini geçindirmek için oynadığı” filmlerdir. İnanılır gibi değil ama 100’den fazla başrolü var.

blank

Şimdi abartmadan, Christopher Lee’yi yakından tanımanızı sağlayacak birkaç film önereceğim ama önce en az 200 filmde oynamış bir oyuncu olduğu için bazı prensipler belirledim, onları paylaşayım. Seçtiğim filmler, öncelikle onun adeta özdeşleştiği korku ve dehşet sinemasına, ya da onun ve en yakın arkadaşlarından Boris Karloff’un tercih ettiği deyimle “the theatre of the fantastique”e yani fantastik sinemaya ait olacaklar bu bir. İkincisi ve benim için daha önemlisi, başrol olduğu ve hikayede baskın bir rolde gözüktüğü uzun metraj sinema filmlerini ele alacağım. Ustanın görece kısa bir rolünün olduğu ya da adını kullanan/sömüren onlarca film var (bir kısmı da iyi filmler ama), onları hariç tutacağım. Üçüncü olarak, Christopher Lee’nin zirveye çıktığı 1958 yılı ile, fantastik sinemanın dört baba isminin ilk ve son defa biraraya geldiği 1983 yılı arasındaki 25 seneyi esas alacağım.

İşte Christopher Lee’nin başrolde oynadığı, birkaç önemli fantastik sinema filmi. Türe meraklıysanız, izleyin, izletin.

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

blankDRACULA (DRAKULA’NIN ÖLÜMÜ, 1958)

Christopher Lee, kariyerinin zirvesinde. Tüm film adeta onun benzersiz aura’sı üzerine inşa edilmiş gibi duruyor. Filmde sadece 13 repliği var hepsi de Jonathan Harker ile. Christopher Lee, gösterime girdiği yılın gişe rekortmenlerinden olan bu film için sadece 750 pound almış. Kadro olağanüstü. Yönetmen Terence Fisher, senarist Jimmy Sangster, Dr. Abraham van Helsing rolünde ise Peter Cushing. Senaryo, Bram Stoker’ın romanında olmayan ve daha sonra vampir filmlerinin bir tür el kitabına dönüşecek bir sürü detayla dolu. “Dracula” (1958); birinci sınıf bir kadroyla oluşturulmuş birinci sınıf bir film ve gelmiş geçmiş en etkileyici Drakula performanslarından biri belki de birincisini içeriyor. Sürüyle devam filmi çekildi, çoğunda da Christopher Lee oynadı. “Dracula: Prince of Darkness” (1966) ile “Dracula Has Risen from the Grave” (1968) çok iyidir mesela. Ama yine de Dracula (Drakula’nın Ölümü, 1958) halâ en iyisi. Başyapıt!

THE MUMMY (MUMYA, 1959)

Terence Fisher, Jimmy Sangster, Peter Cushing ve Christopher Lee’yi tekrar biraraya getiren bir yapım. Evet teknik açıdan şaşalı değil, çarpıcı efektleri yok ama etkileyici olduğu su götürmez.

Christopher Lee tıpkı “The Curse of Frankenstein”da olduğu gibi rolüne cuk oturuyor, repliksiz bir rolün altından başarıyla kalkıyor. “The Mummy” (Mumya, 1959), bir oyuncunun konuşmadan da herkesten rol çalabileceğini, sadece gözleriyle/bakışlarıyla korkunç bir yaratıktan duygusal bir kişilik yaratabileceğini gösteren iyi bir örnek. Güzel bir fantastik sinema filmi.

LA FRUSTA E IL CORPO (THE WHIP AND THE BODY , 1963)

Bir Mavio Bava filminde bir Christopher Lee. Deli gönül daha ne ister ki? Christopher Lee, Kurt Menliff rolünde yine döktürüyor. Adam safi terör. Varlığı yeter. Ama Lee; o denli, titiz ve dengeli bir oyun veriyor ki, hikayenin bütün sürprizleri karşısında kendinizi çırılçıplak hissediyorsunuz. Christopher Lee, birkaç yıl sonra “Die Schlangengrube und das Pendel”de (The Torture Chamber of Dr. Sadism, 1967) benzer bir performans daha çizecektir. “La frusta e il corpo”da (The Whip and the Body) Nevenka ve Kurt arasındaki ilişki ağzınızı açık bırakmaya yetiyor. Sinema perdesinde bu denli açık görmeye alışmadığımız türden sadomazoşist bir ilişki bu. “La frusta e il corpo” (The Whip and the Body, 1963) dönemine göre hayli cesur bir film. Hem Christopher Lee’nin hem de Mario Bava’nın en iyilerinden.

THEATRE OF DEATH (ÖLÜM TİYATROSU, 1967)

Christopher Lee’nin şaşırtıcı performanslarından bir diğeri. Hikaye seri cinayet filmi şeklinde ilerlerken, kavisler çizmeye başlıyor ve gotik bir havaya bürünüyor.

blank

Darvas rolündeki Lee’nin inandırıcı performansı sayesinde uzun süre oyalanıyor ve yanıltılıyoruz. Heyecan doruktayken, Darvas ölü bulunuyor. Lee’nin önceki filmlerdeki rolleri hikayenin lehine çalışıyor. Darvas harbiden öldü mü? Darvas’a ne oldu? Derken, hikaye tüm kozlarını oynamaya başlıyor. Atmosferiyle öne çıkan “Theatre Of Death” (Ölüm Tiyatrosu, 1967), tam anlamıyla sürpriz bir film.

blankTHE DEVIL RIDES OUT (1968)

“The Devil Rides Out” (1968) sadece Christopher Lee’nin değil, tüm bir Hammer filmografisinin de en nadide eserlerinden. Christopher Lee de, bu filmin favori Hammer filmi olduğunu söylemiş. “The Devil Rides Out”; sürprizlerle dolu, dur durak bilmeyen temposuyla sizi koltuğunuza çivileyecek, keskin ve sert bir film.

Bugün bile etkileyiciliğinden zerre miskal kaybetmemiş, modern bir korku şaheseri. Christopher Lee, Duc de Richleau rolünde harikalar yaratıyor. Şeytana tapan korkunç bir tarikat, insanın kanını donduran kara büyüler ve büyücülerin tüyler ürpertici savaşı. Ölüm Meleği. Mendes Keçisi. Kısacası Şeytan! Bir izleyenin bir daha unutamayacağı yığınla sekans barındıran bir fantastik sinema klasiği. Uzatmaya gerek yok: Başyapıt!

NACHTS, WENN DRACULA ERWACHT (COUNT DRACULA, 1970)

Evet bu da bir Drakula filmi ama bu listeye almasam olmazdı. Bu Drakula, Hammer’in klasik Drakula’larından farklı. Jesus Franco’nun “Nachts, wenn Dracula erwacht”ı (Count Dracula, 1970), türü tazeleyen, belirli açılardan yenilikler getiren taraflar içeriyor.

blank

Duruşu, bakışı, tipi farklı bir Drakula bu. Orijinal kitapta yer alan ama nedense daha önceki uyarlamalarda kullanılmayan bazı özellikleri de almış (Drakula’nın kan içtikçe gençleşmesi gibi). Bu nedenle, karşımızda bambaşka bir Christopher Lee performansı var. Bir de tadından yenmeyen Klaus Kinski performansı. Daha ne istiyonuz? Avrupa-işi, kitsch bir Drakula bu. Meraklısı, kaçırmasın.

blankTHE WICKER MAN (1973)

“The Devil Rides Out”ta (1968) başarıyla çalışan ne varsa “The Wicker Man”de (1973) de var, hem de fazlasıyla. Üstelik bu sefer Christopher Lee, kötü adam rolünde, en iyi bildiği işi yapıyor ve Lord Summerisle rolüyle adeta tarih yazıyor.

Kendisinin de en beğendiği rolü buymuş. Bu rahatsız edici, acımasız, gaddar film, kendi türünde tartışmasız tepe noktalarından biri, kült bir şaheser. İddia ediyorum, bu filmi bir kez izleyen bir daha unutamaz. Toplumsal paranoya, kitlesel şiddet, linç kültürü, tarikatlarlarla ve karanlık büyülerle birleşiyor. Her türlü okumaya açık, modern bir fantastik sinema deneyimi. Başyapıt!

TO THE DEVIL A DAUGHTER (1976)

“To the Devil a Daughter”ın (1976) sevmeyen çoktur. Evet bu filmde bişeyler eksik gibi ama yine de müthiş bir Christopher Lee performansı barındırıyor. Ben sevdim. Biraz “The Devil Rides Out”, biraz “Rosemary’s Baby”, kara büyüler, şeytana tapan bir tarikat ve korkunç amacı. Heyecan dolu bir serüven, tüyler ürpertici ölümler ve dehşet verici bir final.

Christopher Lee, kötü adam rolünde yine göz dolduruyor, yaptığı büyüler hayret verici. Bu sefer Lee’nin karşısında Peter Cushing değil Richard Widmark var. Çok sevdiğim bir İngiliz oyuncu olan Denholm Elliott da sıkı bir performans çiziyor. Hoş bir fantastik film.

blankHOUSE OF THE LONG SHADOWS (1983)

“House of the Long Shadows” (1983); Christopher Lee ve Peter Cushing’in beraber rol aldıkları 24. ve son film. Filmin bir özelliği de, adı korku ve dehşet sinemasıyla anılan dört büyük ismin, Vincent Price, Christopher Lee, Peter Cushing ve John Carradine’ın beraber rol aldığı ilk ve tek film olması.

“House of the Long Shadows”un, George M. Cohan’ın “Seven Keys to Baldpate” adlı oyunundan uyarlanan, sürpriz üstüne sürpriz yapan hınzır senaryosu, hemen her oyuncuya bir fırsat veriyor. Hepsi de üzerine düşeni başarıyla yapıyorlar, özellikle de Peter Cushing. Aslında Christopher Lee çok önde değil ama canlandırdığı karaktere uygun, dengeli ve dikkatli bir oyun veriyor. Vincent Price yine her zamanki gibi. Sadece bu dördünü birarada görmek için bile izlemeniz lazım. Adeta bir ‘hatıra’ ve ‘veda’ filmi, “The Misfits” (Uygunsuzlar, 1961) gibi.[/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Eskisi Nasıldı: Ölüm Yıldızı’nın Planlarının Çalınması

Bu yazı Rogue One’dan önceki Rogue One’ı, Ölüm Yıldızı planlarının
blank

Acıklı Bir Yeşilçam Hatırası: Kırık Plaklar

Plak mefhumunun başka medyaların sahip olamadığı duygusal bir tarafı var