“Hayatım sona ermek üzere. Yavaşça her şey kayboluyor. Geriye yalnızca anılar kaldı. Bir kargaşa zamanı yok olan hayalleri, harabolan bu araziyi hatırlıyorum. Ama en iyi hatırladığım; ‘Yol Savaşçısı’, Max dediğimiz o adam. Onun kim olduğunu anlamak için geçmişe, bambaşka bir zamana, dünyanın petrolle yönetildiği, çöllerden çelik ve petrol şehirlerinin filizlendiği zamana dönmek gerek. Her şey bitti şimdi. İki güçlü düşman kabile sebepleri çoktan unutulmuş bir savaşa girdiler. Ve o ateşten girdap hepsini yuttu… Benzinleri olmadığında hepsi bir hiçti, samandan evler yapacak kadar… Gürleyen makinalar kustu kusacağını ve sustu… Başlarındakiler konuştu, konuştu… Fakat, git gide büyüyen çığı hiçbir şey durduramadı. Dünyaları çöktü, şehirleri yıkıldı. Bir yağma kasırgası, bir korku fırtınası sardı her yanı. İnsan insanla beslenir oldu. Sokaklar kabusta gibiydi. Yalnızca çöplüğe varacak kadar kımıldayabilenlerle, yağmalayabilecek kadar vahşilerin yaşama şansı vardı. Caddeleri ele geçiren çeteler, bir depo benzin için her şeyi yapmaya hazırdılar. Ve sıradan insan bu çürümüşlük girdabında ezildi, parçalandı… Max gibi adamlar… Savaşçı Max… Bir motor gürültüsünde her şeyini kaybetti… Ve bir insan taslağı haline geldi. Yıkılmış, mahvolmuş, geçmişindeki şeytanlarca lanetlenmiş bir insan… Yokluğa bir gezinti yapmış bu adam, işte burada, felakete uğramış bu yerde tekrar yaşamayı öğrendi…” (Çılgın Max 2: Yol Savaşçısı’nın giriş bölümünden.)
Kızgın güneşin altındaki otoyolda, turbo motorlu ‘Interceptor’unu deli gibi süren adamın, peşindeki serserileri atlatması pek zor olmamıştı. Araba kullanmadaki ustalığını bir kez daha göstermiş ve rakiplerinin hemen hemen hepsini saf dışı bırakmıştı. Max’ın, tuhaf kıyafetli, Mohawk traşlı motorsikletliler çetesiyle, Humungus adlı, hokey maskeli kas yığınının adamlarıyla ilk karşılaşmasıydı bu ve son olmayacaktı da…
İşte böyle dinamik, enerji dolu bir açılış sahnesiyle başlıyordu 1982, Avustralya yapımı Çılgın Max 2: Yol Savaşçısı (Mad Max 2: The Road Warrior). Gösterildiği yıl Fransa’da yapılan ‘Avoriaz Fantastik Filmler Festivali’nde birincilik ödülünü alan bu film, kısa sürede ‘Kült’ mertebesine erişiverdi. Kıyamet sonrası dekorları, ilginç tiplemeleri, deri fetiş giysileri, canavar gibi kükreyen, iki, dört ya da daha fazla tekerlekli araçlarıyla, kesinlikle yeni bir sinemasal türün, bir furyanın başlamasına ön ayak oldu. Hemen ardından benzerleri yapıldı, defalarca taklit edildi… Neredeyse dünyanın her yerinde ‘B’ tipi film yapanlar için kullanışlı bir model oluşturdu. Hatta Çılgın Seks (Mad Sex), Dölleyenler (Breeders) gibi isimlerle porno versiyonları bile yapıldı. İnanamayacaksınız ama benzer bir film -porno olmasa da- Türkiye’de, ‘peribacaları’nın olduğu yerde, Ürgüp-Göreme’de çekildi; Cehennem Ülkesi (Land Of Doom / Peter Maris-1986).
Gerçek mesleği cerrahlık olan Avustralya’lı yönetmen George Miller, Çılgın Max (Mad Max) efsanesini, 1979’da kısıtlı imkanlar ve pek tanınmamış bir oyuncu kadrosuyla çekerek başlatıyordu. O zamana kadar bir kaç küçük filmde oynamış olan Mel Gibson, sadece yerel bir üne sahipti, belki de değildi bile. Çılgın Max onun için uluslararası bir piyasanın kapılarını açacak, George Miller’in ise kendi çapında kült bir yönetmen olmasını sağlayacaktı. Belki de filmdeki en pahalı şeyler, bir kaç ikinci el araba ve bir düzine -bazıları parçalanabilecek şekilde satın alınmış- kiralık motorsiklet…
Kıyamet sonrası atmosferi için çok uygun olan, Avustralya’nın kıraç bölgelerinde çekilen Çılgın Max; yakın bir gelecekte, dünyanın kaosa sürüklenmeye başladığı bir dönemi anlatır. Bu kargaşa ortamında suç oranı oldukça artmıştır. Barışın kanamaya, dünyanın kaynamaya başladığı, çetelerin dehşet saçtığı bu zamanda, otoyol polislerine çok iş düşmektedir. Max Rockatansky (Mel Gibson) bölgenin en gözüpek, en yetenekli(!) polisidir. Her gün bir yığın suçluyla çatışmakta ve onları adalete teslim etmek için uğraşmaktadır. Ama bu çatışmaların çoğu süratli makinelerin içinde, otoyollarda yapıldığından, Max’in rakipleri çoğu zaman bir bütün olarak değil de, bir et yığını, bazen de kıyma kıvamında adaletin şefkatli kollarına teslim edilmektedirler… Onun, işindeki bu başarısı, Adalet Sistemi için vazgeçilmez bir gurur kaynağıdır. Max bu çağda, bir kanun uygulayıcı, bir kahramandır… Ama gerçek kimliğini, insan olduğunu unutmaya başlamak üzere olan bir kahraman… Yavaş yavaş kullandığı, beş vitesli, sekiz silindirli ölüm makinelerine benzemektedir… Aslında evlidir ve bir çocuk babasıdır. O da kendindeki değişimi farketmiş, rahatsız olmaya başlamıştır. Öldürdüklerinden söz ederek, şefine; “Eğer devam edersem onlardan ne farkım kalacak?.. Sadece bronz rozetimin olması mı?” İşi bırakmayı düşünmektedir. Şefi Fifi (Roger Ward) ise; “Max!.. İnsanların artık kahramanlara inanmadıklarını söylüyorlar. Canları cehenneme! Sen ve ben Max… Onlara kahramanlarını geri vereceğiz…Gidemezsin!..” diye ikna etmeye çalışır. Ama Max gider. Şef arkasından; “Geri döneceksin Rockatansky… Bu iş senin kanında var Max… Bunu biliyorsun…” diye bağırır. Max çoktan gitmiştir… Filmin giriş bölümünde izlediğimiz soluk kesici otomobil düellosu sonucunda, Max’in, ölümüne neden olduğu, Night Rider -Gece Sürücüsü- adlı bir psikopatın, motorsikletli arkadaşları, Toecutter -Tırnak Sökücü- (Hugh Keays-Byrne), Bubba Zanetti (Geoff Parry), Mazoşist Oğlan Johnny (Tim Burns) ve diğerleri, arkadaşlarının cesedini -ve de aynı zamanda intikamını- almak üzere kasabaya gelirler. Max’ın en yakın polis arkadaşı Jim Goose’u (Steve Bisley) feci şekilde yaralarlar. Daha sonra çete kasabada dehşet saçmaya başlar. Kasaba sakinlerini tartaklarlar, onlara işkenceler yaparlar. Bazılarına ise tecavüz ederler… Amaçları Max’i bulmaktır. Ama Max, karısı Jessie (Joanne Samuel) ve çocuğunu alıp, tatile çıkmıştır. Çete, Max ve ailesinin tatil yaptığı çiftliği bulur. Evdeki erkeklerin çiftlikten biraz uzaklaştıkları bir sırada, motorlular evi basarlar. Evde, Max’ın karısı Jessie, çocuğu ve evin yaşlı hanımı May (Sheila Florence) vardır. Bir şekilde çete elemanlarını atlatıp otomobille kaçarlar. Ama otomobil yol ortasında bozulur. Jessie, bebeği kucağında yaya olarak kaçmaya çalışırken, çete elemanları motorlarını üzerlerine sürüp ikisini de ezerler… Bebek ölmüş, kadın ise komada, ölmek üzeredir. Arkadaşı Jim Goose’dan sonra, karısına ve çocuğuna olanlar, Max’i çıldırtır… Max, silahlarını sandıktan çıkarıp, Adalet Merkezine gider. Garajdan turbo motorlu ‘Interceptor’u alıp, intikam ve adalet için otoyola çıkar. Çete elemanlarını, kararlı ve amansız bir mücadeleden sonra tek tek ortadan kaldımaya başlar. Bubba kurduğu tuzak sayesinde Max’i sol bacağından yaralar, ama Max onu vurmayı başarır. Finalde, Toecutter, motorsikletiyle birlikte bir tır kamyonunun altına girer, gözleri dışarı fırlar ve et yığınına dönüşür. Oğlan Johnny ise tam kurtulduğunu zannederken, Max’i yanında bulunca, ne yapacağını şaşırır. Max onu, yol kenarındaki bir araba enkazının yanında, şoförün cesedini soyarken yakalamıştır. Johnny yalvarır ama Max dinlemez. Onu ayağından, deposundan benzin sızmakta olan araba enkazına kelepçeler. Johnny ağlamaya başlar. Max ona bir demir testeresi uzatır ve; “O kelepçedeki zincir sertleştirilmiş çelikten. Onu bununla kesmen on dakikanı alır. Şimdi eğer şanslıysan bileğini beş dakikada kesebilirsin…” der ve gider. Max arabasına binip yola koyulur. Çok gitmeden enkazın olduğu yerden alevler yükselir. Johnny’nin enkazla birlikte havaya uçtuğunu anlarız. Yorgun Max, arabasını bilinmeyen bir yöne doğru sürer… O artık bu lanetli topraklarda, her şeyini yitirmiş, yalnız bir adamdır…
Üç yıl sonra,1982’de, önceki satırlarda sözettiğimiz gibi, Çılgın Max 2: Yol Savaşçısı (Mad Max 2: The Road Warrior) gelir perdelere. Türkiye’de Savaşçı adıyla vizyona girer. Ama daha sonra Warner Home Video tarafından, kaset olarak piyasaya sürüldüğünde adı Yolların Savaşçısı olacaktır. İlk filmin Avustralyada iyi iş yapması, daha önceleri Roger Corman’ın da çalıştığı, ünlü ‘B’ tipi fantastik filmler yapan A.I.P. (American Intenational Pictures)’ın ilgisini çeker ve Çılgın Max’ın, Amerikan İngilizcesiyle dublajlanmış hali yeni kıtada gösterime girer. Film kısa sürede dağıtımcı firmaya iyi bir kazanç getirince, bunu gören Warner Bros şirketi, George Miller’i yeni bir ‘Çılgın Max’ filmi yapmak için ikna eder. Miller, filmi daha geniş imkanlarla çekeceği için kabul etmiştir. Max’i artık bu rolde kendini biraz daha tanıtmış olan Mel Gibson oynayacaktır. Miller bu kez yan tiplere ve karakterlere daha fazla özen göstermiştir. Bunların en ilginçlerinden biri olan helikopter pilotu Kaptan Gyro (Bruce Spence), bir diğeri de; küçük ama hünerli Vahşi Çocuk’tur (Emil Minty). Yağmacı çetenin lideri, Hokey Maskeli, -acaba 13. Cuma (Friday the 13th) filmlerine bir gönderme mi?- kas yığını Humungus (Kjell Nilsson), onun savaş köpeği, Mohawk traşlı Wez (Vernon Wells) gibi bir sürü egzantrik karakterle doludur film… İlk filmde Nükleer bir savaşın eşiğinde olan dünya, sonunda -bugün Orta Doğu’da içinde bulunulan duruma benzer bir nedenden dolayı- savaşı yaşamış ve enkaz haline gelmiştir. Max, bu kez yalnız bir savaşçı olarak, -aslında yanında sevimli bir köpek vardır- petrol uğruna her türlü rezilliği yapacak olan Humungus’un yeniden modifiye edilmiş otomobilleri ve motorsikletleri kullanan ordusuyla, kıyasıya bir savaşa girer. Bu savaş sırasında köpeği öldürülür. Max bir kez daha kötülerce yalnız bırakılmıştır. Ama o savaşı bırakmaz ve Kaptan Gyro’nun da yardımıyla sonuca ulaşır. Kötüler yok olur, iyiler petrollerini alıp, sağlıklı bir yaşam kurmak için, yeni yerler aramaya koyulurlar. Max bu kıyamet sonrası topraklarda kendini yalnızlığa vurup, gözden kaybolur… Eski ‘Spaghetti Western’lerin tadında olan bu film, inanılmaz derecede estetik aksiyon sahneleriyle, izleyiciye gerilimli anlar yaşatmayı becerir. Ayrıca defalarca izlenebilecek bir görselliğe sahiptir…
Bakın, Atilla Dorsay bu film için ne diyor ‘Beyaz Perdede Kırmızı Filmler’ kitabında; “Eğer sinemayı, diğer anlatım araçlarıyla anlatılamayacak (veya böylesine anlatılamayacak) şeyleri anlatmaya yarayan, diğer sanat dallarından temelde ‘farklı’ tümüyle ‘özgün’ bir sanat / bir anlatım biçimi sayıyorsanız, işte ‘Savaşçı’, yüzde yüz görselliğe yaslanan ve sinemasal anlatımın tüm özelliklerini (sinema hileleri, çekim oyunları, geniş perde, renk, hızlı kurgu, koşut kurgu, ‘sürpriz kurgu’ gibi kurguya dayalı çeşitli etkiler, müzik, vs.) en usta biçimde kullanan, yapısıyla tam bir sinema yapıtı.”
Çılgın Max 2: Yol Savaşçısı’nın en düşündürücü yanı ise, iyi karakterlerin hemen hemen hepsinin -köpek hariç- ‘Beyaz-Anglo-Sakson-Protestan’ görünümlü olmaları. Buna karşılık, kendini Rock’n Roll’un Peygamberi ilan eden Humungus’un adamlarının, toplum dışı insanlardan, daha farklı etnik gruplardan kurulmuş olması…
Hayranların yeni bir ‘Çılgın Max’ filmi izlemeleri için, üç yıl daha beklemeleri gerekir. 1985’te, Çılgın Max: Kıyamet Arenası (Mad Max: Beyond Thunderdome), iki yönetmenin idaresi altında çevrilir; George Miller ve George Ogilvy. Filmde bu kez Mel Gibson’un karşısına, kötü karakter olarak bir ‘zenci’ kadın çıkar; çılgın rock şarkıcısı Tina Turner… Gibson ve Turner film boyunca büyük bir savaşa girerler. Ama Turner -oyunculuk sergileme konusunda- bu savaştan galip çıkar. Sadece oyunculuk yapmayıp, filmin müziklerine de bir şarkıyla katkıda bulunmuştur; “We don’t Need Another Hero”. Bu kez, kıyamet sonrası topraklarda develerini çaldıran Max’in (Mel Gibson) yolu ‘Takas Kasabası’na (Bartertown) düşer. Burası Aunty Entity yani ‘Yaratık Hala’nın (Tina Turner) yönetiminde kurulmuş bir ticaret kasabasıdır. Aynı zamanda da ne kadar kanun dışı -kanun kalmış mıdır ki?- ne kadar hırpani tip varsa onların bu çorak topraklarda, soluk aldığı, içki içtiği, gönül eğlendirdiği, mal sattığı bir bit pazarı -bizim bir zamanlar İstanbul, Topkapı, ‘sur dibi’ndeki yerleri, ya da uyduruk Amerikan kovboy kasabalarını düşünün- kısacası bir yol geçen hanı gibidir. Çalınan develerini aramak için buraya gelen Max’ın başı belaya girer. Haksızlığa uğrar ve hapse atılır. Kısa bir süre sonra Aunty Entity, Max’i yanına çağırır. Burada kör bir saksafoncunun çalmaya başladığı hüzünlü parça, dikkatli kulaklardan kaçmaz. Bu, ilk filmde Max’in karısının, saksafonla acemice çalmaya çalıştığı parçanın ta kendisidir- ve ondan bir suikast için yardımcı olmasını ister. Buna karşılık Max, develerine kavuşacak ve serbest kalacaktır. Kasabada yönetim iki başlıdır. Dış idare Aunty Entity’nın elinde, iç idare ise Master Blaster’ın -Patlatıcı Usta- elindedir. Master Blaster çok enteresan bir kişiliktir. Bir cücedir ve çok iri ve maske takan bir adamın, bir ‘dev’in omuzlarında görmektedir işini. Yani, yaşlı cüce adam (Angelo Rossito) ‘Master / Usta’, dev ise (Paul Larsson) ‘Blaster / Patlatıcı’dır. İşleri ise, kasabanın enerji ihtiyacını karşılamaktır. Bu enerji domuz boklarından sağlanmaktadır. Master Blaster, dış yönetimle aralarında problem yaşandığında, enerjiyi keserek ‘ambargo’ koyma gücüne sahiptir. Aunty Entity ise, bu güç dengesini lehine çevirmek için Master Blaster’ı yok etmek istemektedir. Max, zoraki olarak görevi kabul eder -ya da öyle görünür- ve ortama girebilmek için, ‘Ölüm Kafesi’nde Blaster’la dövüşmeyi kabul eder. Her şey serbesttir ve bu kafese ‘iki kişi girip, sadece bir kişi çıkana kadar’ sürecektir dövüş. Max, Blaster’ı yener ve maskesini çıkarır. Bir efsaneyi sona erdirmiş biri olarak kahraman olmuştur.Blaster’ın yüzündeki o doğuştan zeka özürlü çocuklara ait ifadeyi, tanıdık ifadeyi görünce onu öldürmekten vaz geçer. Blaster, ilk Çılgın Max filminde, karısı ve çocuğuyla sığındıkları yaşlı kadın May’ın çiftliğindeki zeka özürlü, iri adama benzemektedir (belkide odur)… Max, Aunty Entity’e karşı çıkar. Kadın, onu ve artık işe yaramayan Master’ı hapse attırır. Daha önce, çöldeki bir vahada karşılaştığı -Max’e yıllardır bekledikleri efsanevi biri gözüyle bakan- bir grup çocuk ve genç, onu hapisten kurtarır. Aunty Entity’nin vahşiler ordusunun elinden, kasabadaki lokomotifi çalarak kaçarlar. Entity’nın ordusu, Humungus’un ki gibi düzensiz ve dağınık değildir. Daha sistemli ve kontrollüdür. Daha tehlikeli ve büyük bir güçtür. Lokomotif bozulur. Max ve yanındakiler yolda, bir sığınakta, develerini çalan adam Jedediah (ikinci filmde Kaptan Gyro’yu oynayan Bruce Spence) ve oğluyla karşılaşır. Zorla onun uçağına binerler ve kaçmaya çalışırlar. Bu arada Aunty Entity, kalabalık motorlu araçlardan oluşan ordusuyla gelmektedir. Uçak havalanamaz, fazla yükleri boşaltırlar. Ama yine havalanamayınca, Max çaresiz aşağıya atlar ve uçak havalanır. Max peşlerindeki kamyonlardan birini ele geçirir ve tek başına Aunty Entity’nin ordusuna karşı savaşa başlar. Bir kamyona karşı onlarca kamyon… Büyük bir çarpışma olur. Araçlar perişan hale gelirler. Ortalığı kaplayan toz bulutu dağılınca, Aunty Entity, Max’in aracına doğru ilerler. Max, son anda kamyondan atlamış ve ölmemiştir ama karşı koyacak durumda da değildir. Aunty Entity hayranlıkla Max’e bakar ve güler. Sonra da çekip giderler. Max bir kez daha yalnız kalmıştır. Ama sonraları bir efsane olarak dilden dile dolaşacaktır. Çılgın Max, Savaşçı Max efsanesi… Gerçi bu filmde kötü karakter (Villain) Aunty Entity, bir zenci, ama sonunda Max’e, Beyaz-Anglo-Saxon-Protestan’a karşı galip geliyor. Aslında bu çorak topraklarda galip olmak, yenmek, yenilmek önemini yitiriyor. Canına sahip olabilmek en büyük galibiyet. Bunu da Max’e finalde bir zenci veriyor… Savaşlar kime ne kazandırmış ki, kapitalist silah tüccarlarından başka?…
Yıllardır, Mel Gibson’ın başrolünde oynayacağı bir ‘Çılgın Max’ TV dizisi, bir de dördüncü film yapılacağı söylentileri dolaşıp durdu ortalıkta. Ama uzun süredir bir şeyler çıkmadı. Mel Gibson yaşlandığı için herhalde. Ancak bir Çılgın Max’in Oğlu (Son of Mad Max) yapabilirler… Belki de yeni filmlerde, Max’in oğlunu Mehmet Ali Erbil oynar… Neden olmasın? Bu kapitalist dünyada her şey mümkün.
Şaka bir yana, yakın zamanlarda yeni bir devam filmi; Çılgın Max: Öfke Yolu’nun (Mad Max: Fury Road) çalışmalarına başlandığı yolundaki haberler kulaklarımızı tırmalamakta. Hayırlısı diyelim…
Bazı fotoğraflar http://www.post-apocalypse.co.uk/ sitesinden tanıtım amaçlı olarak temin edilmiştir.
http://fantastiksinema.blogspot.com/2007/09/hayatm-sona-ermek-zere.html
Metin abi çok güzel anlatmış. 3 filmi de birbirine bağlayıp bir bütün olarak Mad Max dünyasındaki dengeleri yansıtmış.
Metin abi’nin anlatım tazrı tabi fazlasıyla spoiler içeren bir tarz. Aslında, internetten önce, hatta videodan da önce, insanların ulaşamayacakları birçok filmi bu şekilde kimi eliştirmenlerden okuyarak öğrendikleri devirlerden kalma bir gelenek bu. Üniverste kütüphanelerindeki sinema tarihi ve teorisi kitapları da dikkat ederseniz hep bu tarzdadır. Filmin tümünü ballandıra ballandıra anlatırlar.
Günümüzde artık en bulunmayacak ufak filmlere ulaşmak bile artık saatler içinde mümkün olabilirken, bu tarz spoiler içeren yazılar da azaldı. Ancak Metin Abi’nin şartlarını düşününce bu yazının bu şekilde yazılmış olması daha da manidar oluyor.
Hele bir de bu yazıdaki içerik ve hedef aldığı kitleyi düşününce daha da manidar…
Murat Tolga’nın belirttiği gibi Metin Demirhan hakikaten Öteki Sinema’nın abisidir. Ben de bu etiket altında Öteki Sinema’da yazmaktan daha da bir gurur duyuyorum şimdi.
Evet Metin abi spoiler olayına pek aldırış etmezdi. Ama onun tarzını ben çok tarafsız buluyorum. Biz yazarken bazen fazlaca duygularımızı karıştırıyoruz ve bu bir hata belki de…
Bu arada bu yazının kaynağına link verirken tüğlerim ürperdi. Çıktım biraz dolaştım tekrar oturup tamamlayabildim. http://fantastiksinema.blogspot.com/2007/09/hayatm-sona-ermek-zere.html
Metin abi bu yazıyı, o hain beyin kanaması gelmeden bir buçuk ay kadar önce yayınlamış ve isimlendirmesi çok manidar: hayatım sona ermek üzere…
ben de bu etiketin altında olmaktan gurur duydum. hem serinin hastasıyımdır hem de yazıları aşağıya doğru takip ettikçe gurur duyacak başka şeyler de buldum…
serinin ilk filmini seyrettikten sonra “eğer cehennem var ise işte böyle bir yer olmalı” diye düşünmüştüm. sonra ikinci film geldi, o zaman da “he ya artık kesin diyorum cehennem böyle bir yerdir.” demiştim. hala da buna inanırım. dönem dönem herhangi birini playera yerleştirir az bir şey de seyrederim hani, zevk bab-ında…
neyse anmış da olduk bu nefis seriyi, bana da hızlıca bir tekrardan bakmak düştü…
Mad Max serrisi Avustralya sinemasından gelen çok başarılı kıyamet sonrası aksiyon macera filmleridir.Bu türde Hollywood sektörünün çıkaramadığı( ki Waterworld denen felaket kötü film Mad Max 2 filminin suda geçen bir versiyonudur)çok iyi yapıtlar olarak sinema tarihine geçmiştir.
Seriye yeniden bakmaktı amacım, malum özlemişim. Mad Max izledim geçen akşam. Nasıl da unutuyor insan ayrıntıları…Çok acayipti. “Delikanlı” Mel Gibson’ un filmin başlarındaki, daha sonra gitgide düzelen abartılı oyunu. Sonra ölen karısı ve çocuğuna koştuğu sahne. Hele parmaklıkların arkasından boğazına bir cihaz takarak mekanik yüksek sesle konuşan elaman falan…
Dedim ya eskiye anca bu piyasada rağbet olur, gerekirse de nur yağar…
Var aklımda bir iki eski film daha. Seyredeyim de kelam ederim onlar hakkında da…
selamlar.