Koca binalardan yığma gri şehirlerde yaşarken hepimiz imkansız kaçış planları yapmıyor muyuz? Bütün yıl çalıştıktan sonra çıktığımız 1 haftalık Kaş tatilinde oraya bir kitapçı açıp sakin bir hayat yaşamayı arzu etmiyor muyuz? Bahçede domates, patates yetiştirmek isteyen bir sürü insan var artık ama bu çoğu zaman sıkışmış bir hayalden ibaret. Laminant parkeli, alçı duvarlı, plastik pencereli kanserojen evlerde oturmaya devam edip AVM marketinde organik domatesin peşine düşeceğiz. En fazla bu işte… Kaçtığımızı sandığımız tatillerden ise sosyal medyada paylaştığımız nispet fotolarından fazlası geçmeyecek elimize… Her şey tüketmek, daha da fazla tüketmek için!
Peki, bu çılgın tüketim toplumundan uzak durabileceğimiz başka bir yaşam tarifi mümkün mü?
Ülkemizde gösterilmeyen 28 Hotel Rooms (2012) ile uzun metraj serüvenine başlayan, oyunculuğunu daha çok bildiğimiz Matt Ross bu kaçış fikrini çoktan gerçekleştirmiş bir aileyi göstererek ütopyanın gerçek olabileceği ihtimalini kafamıza yerleştiriyor. Adamın biri, 6 çocuğuyla birlikte ormanın içinde yaşıyor, modern toplumdan alabildiğine uzak, kendileri yetiştiriyor, avlıyor yani ihtiyaçları kadar tüketiyorlar. Ben, (Viggo Mortensen) çocuklarının eğitimini de üstlenmiş, hippi ruhlu biri olmasına rağmen onları neredeyse bir deniz piyadesi gibi tehlikelere hazır büyütüyor. Biri dışında çocuklar bu yaşam şeklini benimsemiş, NG’de izlediğimiz, nükleer savaştan sonra hayatta kalmaya çalışan aileler gibi asılıyorlar yaşadıkları düzeni koruma çabasına. Yani ortada Into the Wild filminin başkarakteri Chris McCandless’ın (Emile Hirsch) yaşadığı türden izolasyon ya da çaresizlik yok, çocukların her biri kendi başına vahşi bir yaşama devam edebilir. Öte yandan okullarda veril/e/meyen türden bir eğitim alarak hepsi birer üstün insana dönüşüyorlar. Bunu yapabilmek için klasik bir ebeveyn modelinin ötesine geçmek gerekiyor. Bazen bir Jedi üstadı bazen bir bar arkadaşı… Elimizde bir baba ve 7 çocuğu var, hepsi tek başına güçlü ama tercihen bir aradalar. Teknolojik açıdan ilkel, aklı yücelten alternatif bir toplum modeli.
Bu noktada Captain Fantastic dahaönce izlediğimiz “doğal yaşama dönüyoruz” filmlerinden biri daha değil. Into the Wild’i yeniden düşünürseniz, isyankar girişve romantik gelişmeden sonra gelen felaketi içeren sonuç bölümüyle film aslında modern toplumun ve standartlarının savunucusu durumuna düşüyordu. Paraları yak, doğaya kavuş, şımarıklığını hissederken aç kal ve feci şekilde can ver!
Evet, Captain Fantastic’in de seyirciyi bu tuzağa sürüklemesi mümkün ama yapmıyor. Giriş bölümünde “oh ne güzel, dağlar-taşlar-ormanlar” dedirten film beklenenin aksine seyirciye bu ütopyanın çöküşünü izleten bir tuzak kurmuyor. Başka bir filmle daha örnekleyecek olursam, Leonardo DiCaprio’lu The Beach (2000) önce ütopyayı gösterir, gizli sahildeki egzotik komün hayatı ile aklımızı çeler ama sonra bunu bir kâbusa dönüştürerek film biterken halimize şükretmemizi sağlar. Captain Fantastic’in hiç böyle bir derdi yok. Annenin kaybı ile başlayan kırılma karakterlerin hepsinin eski bir okul otobüsüne doluşup annelerinin cenazesine gitmesine, (tam da burada Little Miss Sunshine geliyor akıllara) modern toplumun sömürüsü ve imkânlarıyla yüzleşmelerine yol açıyor, baba ve çocukları kendi iç hesaplaşmalarını yapıyorlar, kurulan sistem bir güzel sorgulanıyor üstelik kapının önünde standart üstü imkanlara sahip bir büyükbaba var, çocukların yapması gereken tek şey onları bir tarikat lideri gibi yetiştiren babalarının otoritesini reddetmek ancak bu çocukların pes etmeye niyeti yok.
Viggo Mortensen’in sürüklediği, çocuk oyuncuların da ondan geri kalmadığı bu bağımsız yapım yılın sinema ödüllerinden biri yine de kusurları yok değil. Filmin içinde bolca yer tutan Noam Chomsky güzellemesini ele alalım. Okunmadık felsefe kitabı bırakmayan bu ailenin neden sadece klasik Amerikalı bakış açısı ile bağımsızlaşmaya çalıştığını merak ediyor insan. Hamburger-sosisli yemiyorlar, “zehirli su” diyerek kola içmiyorlar, Amerikan toplumunun tüm standartlarına karşılar ama Noam Chomsky’den başka da kutsalları yok. Negatiften bakacak olursak onlar da tipik Amerikalılar! Bu da Captain Fantastic’i, yaratıcısı Matt Ross şahsında, Amerikalı bağımsız sinemacıların dili evrenselleştirmek konusunda pek becerikli olmadığını gösteren filmlerden biri daha yapıyor. Filmin ortalarında annenin Budist olduğu, öldükten sonra yakılmak istediğiyle ilgili dertler başlıyor da biraz toparlıyor film ancak o da 70’ler hippi komün fantezisi olarak Amerikan kültürüne çoktan sinmiş bir şey zaten.
Daha fazla kusur aramaya gerek yok çünkü ortada keyifli bir film var. Captain Fantastic’in her zaman karşımıza çıkmayan özel bir film olduğunu düşünüyorum, kendisinden önce çekilmiş Amerikan bağımsızlarına özendiği ortada ancak yine de orijinal olmayı başarıyor. Viggo Mortensen’in oynadığı baba karakterine ayrılan özel alanda onun çocuklarıyla, karısının ailesi ile ve modern toplumla yüzleşmesini görmek hoşuma gitti. Aslında çok serbest bir akıl yürütme ile bu da bir tür “Muhteşem Yedili” hikâyesi ama meydan okunan şey bambaşka. Buradan bakarsanız çok keyifli bir fikri var filmin.
Captain Fantastic, eğer şehrinizdeki sinemaya uğruyor ise mutlaka gidip görmeniz gereken bir film, modern toplumdan ne kadar uzaklaşıp ne zaman uzlaşmanız gerektiği konusunda gerçekçi bir fikri var ancak filmin kendisi Viggo Mortensen’in oynadığı karakter kadar radikal değil. Captain Fantastic alternatif bir aile dramasından fazlası olmaya çalışmıyor. Bu böbürlenmeme hali de filmi mesafeli duygusallığına rağmen sıcak bir seyirliğe çeviriyor. Dünyayı kurtarmak isterken her yeri havaya uçuran süper kahramanlardan sıkılan bünyelere ilaç gibi gelecek. İyi seyirler…
Murat Tolga Şen – murattolga@gmail.com