Ben ilkokulu Aydın’ın Söke ilçesindeki Sadullah Kuşada İlkokulu’nda okudum, 1980’lerin ikinci yarısında. Okulda, aynı dönemde ama yan sınıfta Barkın diye bir arkadaşım vardı. Barkın aynı zamanda mahalleden arkadaşım olduğu için genelde birlikte maç yapardık. O da benim gibi iyi oynadığı için ne mahallede ne de okulda aynı takımda yer almamızı istemezlerdi, çok güçlü oluyoruz diye. Bir gün Barkın okula gelmez oldu. Merak edip evine gittim, evde yoklardı; sordum, soruşturdum, hastaymış, hastaneye yatırmışlar. Sonra evine uğramaya başladım, haberlerini almak için. Hastalığı nedeniyle beni (sanırım enfeksiyon riskinden ötürü) eve kabul edemiyorlardı, durumunu ikinci katın balkonundan seslenen annesinden öğreniyordum ama Barkın’ı göremiyordum. İçeride olduğunu biliyordum ama arkadaşımı göremiyordum. Yasaktı. Onu maçlara davet ediyordum, annesi iyileşince mutlaka geleceğini söylüyordu. Artık bir süre sonra gidegele nasıl bir bıkkınlık verdiysem artık, annesi Barkın’ı balkona çıkaracağını söyledi. Nihayet çok özlediğim arkadaşımı görebilecektim. Bekledim. Barkın ikinci kattaki balkondan gözüktü. Ben aşağıda sokaktaydım. Sanki çok önceleri değil de dün görüşmüşüz gibi ona heyecanla bir şeyler anlattım; sağlığına kavuşunca onu maça beklediğimizi, onun kadar iyi top oynayan başka biri olmadığını falan söyledim. Bir şeyler anlattım işte, net hatırlamıyorum. Barkın çok konuşamadı. Top oynamayı çok özlediğini söyledi ve iyileşir iyileşmez maça geleceğine söz verdi. Yüzü gülüyordu. Güldüğünü anımsıyorum. Bu, Barkın’ı bu hayatta son görüşüm oldu. Ölüm ağır bir yüktür, çocuk ölümü daha da ağır.
Çocukları birbirine yakınlaştıran en önemli şey, birlikte iyi vakit geçirme durumudur, bunu büyük ölçüde oyunlar temin eder. Birlikte oynanan oyunlar yalnızlık hissinize son verir, kendinizi güvende ve özgür hissedersiniz. Oyunlar mutluluk hissi doğurur, yetişkin bir insan olduğunuzda dahi, küçükken sizinle oyun oynayan kişileri unutmazsınız. Close (Yakın, 2022) iki erkek çocuğunun, daha sonra yaşanacak üzücü hadiseleri temsil eden bir metafora dönüşecek olan oyun sahnesiyle başlıyor. Hayali bir oyun bu. Kapalı bir yerdeler, genel olarak karanlık bir mekân ama merdivenlerden gün ışığı sızıyor. Güya çok sayıda düşman etraflarını sarmış, onları ablukaya almışlar. Birbirlerine sessiz olmasını söylüyorlar. Sıkışmış durumdalar. Kurtulmak için bir taktik düşünüyorlar. Sonra birlikte koşarak kaçıyorlar. Son sürat koşuyorlar, koşuyorlar, koşuyorlar… Nasıl da hayat dolular ama. Rengarenk çiçeklerin bulunduğu tarlalarda koşuyorlar. Güneş ışığı ve rüzgâr yüzlerine dokunuyor, gülüyorlar. Birlikte özgürlüğe koştuklarını anlıyorsunuz. Aşırı mutlular, aileleri bile bunun farkında.
Kahramanlarımız 13 yaşında iki erkek çocuğu, Leo ve Remi. Leo biraz daha hayal gücü yüksek, fiziksel sporlardan hoşlanan bir çocuk. Remi daha duygulu, obua çalan, görece daha sessiz bir çocuk. Neredeyse tüm günü birlikte geçiren, hatta çoğu zaman birlikte uyuyan iki yakın dost. Arkadaşı enstrümanını çalarken onu hayran hayran seyreden Leo, büyüyünce bir sanatçı olacağını düşündüğü Remi’nin menajeri olmayı ve birlikte dünya turnesine çıkmayı hayal ediyor. Bu iki çocuğun kırsaldaki çiftlik evleri birbirine komşu, arada sadece tarlalar var. Yaz mevsimi sona erip de okullar açılınca okula da bisikletle yan yana gidiyorlar. Okulda aynı sınıftalar, hep bir aradalar.
Hayal gücüne dayalı oyunların en belirgin özelliği, kuralları oyunu icat eden(ler)in koymasıdır. Özgürsünüzdür, neyi nasıl yapacağınıza siz karar verirsiniz. Peşinizdeki 80 kişiyi, onlardan koşarak kaçıp atlatabileceğinize inanıyorsanız, öyle olur. Ama gerçek hayatta işler öyle yürümez, oyunun kurallarını içinde yaşadığınız topluluk belirler. Leo ve Remi okula başlar başlamaz Sosyal Darwinizm’in öğütücü çarkları çalışmaya başlıyor. Önyargılar, alaylar, laf sokmalar gırla gidiyor. Leo ve Remi’nin okul arkadaşları onların eşcinsel bir çift olup olmadıklarını sorgulamaya başlıyorlar. Önce ufak sözlü tacizlerle başlayan durum giderek bir baskı unsuruna dönüşmeye başlıyor. Remi bu durumdan pek rahatsız değilmiş gibi görünmesine rağmen, Leo acayip rahatsız oluyor ve Remi’yle arasına bir mesafe koymaya başlıyor. Giderek ondan uzaklaşmaya başlıyor. Okula onunla gidip gelmekten kaçınıyor, hayatında başka erkek arkadaşlara yer açıyor, futbol konuşmaya başlıyor, hatta buz hokeyi gibi fiziksel dayanıklılığa dayalı daha maskülen bir spora yöneliyor. Aslında Leo’nun yapmaya çalıştığı şey, dedikoduların önünü almak. Ama Remi toplumsal baskıya direnmeleri gerektiği konusunda ısrarcı; bir aradalıkta (sınıf, bahçe), yakın olmakta (buz pisti, okul yolu) ve fiziksel temasta Leo’yu zorluyor. Sonunda da dövüşüyorlar, araya küslük giriyor. Hikâye, özlemin ruhen yiyip bitirdiği Remi’nin ölümüyle birdenbire trajik bir hâl alıyor.
Büyük bir pişmanlık, sadece ağır bir kaybın doğurabileceği derin bir hüzün ve kabına sığmaz bir öfke Leo’yu mesken tutuyor. Leo resmen dağılıyor ama gerçeklerle yüzleşmekten korkup, kaçışçı bir tavır sergiliyor. Bir süre onun kendini başka işlere (tarla, buz hokeyi, diğer çocuklarla geçirilen zamanlar) vermesini izliyoruz. Ama hiçbir şey ondaki büyük boşluğu dolduramıyor, ara sıra patladığını görüyoruz.
Hikâyenin üçüncü ayağında Remi’nin annesi Sophie merkeze yaklaşıyor. Sophie bir hastanenin yenidoğan ünitesinde hemşire. Duygulu ve hassas bir insan, Leo’yu da başından beri oğlu gibi seviyor. Sophie biricik evladının niye öldüğünü (intihar ettiğini?) merak ediyor ve cevabın Leo’da saklı olduğunu seziyor. Son bölüm bu dramatik yüzleşme üzerine kurulu ama bu yazıda o bölüme değinmek istemiyorum.
Dün sekansların sıralamasını çıkarmak ve bazı kritik sahnelerin analizini yapmak için filmi bir kez daha izleyince sinemasal açıdan ne kadar doyurucu bir yapım olduğunu gördüm. Senaryosuyla görüntü çalışması müthiş bir uyum içinde. Örneğin, Leo’nun Remi öldükten sonra ilk kez onun evine girdiği sahnenin son kısmını ele alalım. Bu eve gidişin sebebi, Remi’yi hatırlamış olması. Aslında Leo bir gece önce başka bir arkadaşının evine gidiyor, beraber silahlı, cephaneli bir konsol oyunu oynuyorlar, geceyi aynı odada geçiriyorlar ama arkadaşı sırtını dönüp uzakta yatınca mutlu olduğu günler düşüyor aklına, belli ki Remi’yi düşünüyor, o özlemle ertesi gün evi görmeye gidiyor.
Leo, Remi’lerin sayfiye evinin bahçesine geldiğinde hava aydınlık, köpek her zamanki gibi onu sevinçle karşılıyor. Leo mutfaktayken tuvalete girmek zorunda kalırım diye başka bir şey içmek istemiyor. Bu sahne çok iyi aydınlatılmış, Leo’nun yüzü canlı ve parlak. Ama Remi’nin odasındayken Sophie bir şeyler bildiğini düşündüğü Leo’yu sıkıştırmaya başladıkça (“Leo, aranızda ne yaşandı?”) ortamın ışığı azalmaya başlıyor. Leo yüzünü duvara çevirmiş, Sophie’nin yüzüne bakacak hâli yok. Leo’yu gördüğümüzde çehresinin yarısının karanlıkta kaldığını görüyoruz. Sonra kendini tutamayıp ağlamaya başlıyor. “Gitmem lazım, bir şey yapmam gerekiyordu, unutmuşum” deyip evine doğru yola çıktıktan hemen sonraki sahne ilginç. Hava kararmış, alacakaranlık. Ayrıca sağanak yağış var, yüzü ve bedeni iyice karanlıkta kalan Leo bir yandan hızlı adımlarla takıla takıla arazide yürüyor, bir yandan ağlıyor, derin düşüncelere gark olduğunu tahmin etmek güç değil. Eve gittiğinde sinirli hareketlerle odasına giriyor, annesi Nathalie odaya gelince ona direniyor, önce içeri almak istemiyor. Anne oğlunu sakinleştirmek için kollarının arasına alıyor. Annesine karşı koyan Leo’nun pişmanlığını, öfkesini hissediyorsunuz. Remi’nin evlerindeki sekansın hemen öncesi (okul arkadaşının odasındaki) ve hemen sonrasındaki sahneler (tarladaki yürüyüş ve Leo’nun kendi odasındaki) görsel açıdan (ışık, renk vs.) mükemmel tasarlanmış, üstelik Leo’nun konuşmadığı sahneler bunlar. Sinematografi öyküyü açımlamaya yetiyor ki sinemadaki büyüme hikâyeleri daha çok diyaloğa/konuşmaya dayalıdır ama Close öyle değil. Filmde bir sürü demin verdiğim örnekteki gibi iyi düşünülmüş, duyguları açığa çıkaran ve farklı anlamlara alan açan sahne var: Açılış sahnesi, bisiklet sahneleri, Remi’nin Leo’ya saldırdığı sahne, okul gezisinden dönen öğrenci otobüsündeki sahne ve hemen akabinde gelen bisikletli sahne, yemek sahnesi… Lukas Dhont ve görüntü yönetmeni Frank van den Eeden harika bir iş birliğine imza atmışlar. Tabii bunda senarist Angelo Tijssens ve kurgucu Alain Dessauvage’ın da payı yadsınamaz. Karakterlerin sustuğu sahneler bile (Leo ve ağabeyi Charlie’nin birçok sahnesi, konser sahnesi, cenaze sahnesi ya da anma günü gibi) çok güçlü. Leo’yu olağanüstü bir performans ortaya koyarak canlandıran çocuk oyuncu Eden Dambrine ve Sophie karakterindeki duygudurum değişikliklerini ustaca yansıtan Emilie Dequenne’i de anmak lazım, filme resmen seviye atlatmışlar.
Close’da (Yakın, 2022) peş peşe gelen çoğu sahne birbirini besliyor, bariz bir akış ritmi var. Mesela okulların kapandığı günü ele alalım. Aslında Leo mutlu, gülüyor, koşuyor, yarışıyor, hatta eğlenmeye gidiyor. Ama diğer çocukların nasıl mutlu olduklarını görünce bir türlü huzuru yakalayamadığını ve bu gidişle asla yakalayamayacağını anlıyor. Birbirine sarılıp dans eden mutlu çocukları görür görmez Remi aklına geliyor çünkü. O yüzden Sophie’yi görmeye ve gerçeklerle yüzleşmeye gidiyor. Peki, Leo yasın üstesinden gelip arzu ettiği huzura ve mutluluğa kavuşabiliyor mu? Bize bunu filmin son sahnesi söylüyor.
Yaz gelmiş. Hava açık ve güneşli. Açılış sahnesinde olduğu gibi tarlada yine rengarenk çiçekler var. Enerjik Leo’yu her zamanki gibi mutlu bir şekilde tarlalarında koşarken görüyoruz. Leo koşuyor, koşuyor, koşuyor… Yavaşlayıp yürümeye başlayınca sırt çekimine geçiyoruz. El kamerası Leo’yu takip ediyor. Açılış sahnesinin aksine, bu sefer üstünde açık renkli olmayan (gri) bir tişört var. Leo yürüyor, biraz daha yürüyor ve duruyor. Ve aniden arkasına dönüp bakıyor. Sanki başka birinin, hadi adını koyalım, Remi’nin gelmesini bekliyormuş gibi bir hâli var. Biraz daha duruyor, bakıyor. Gelmeyeceğini anlıyor ve başını önüne eğip usulca uzaklaşmaya devam ediyor. Hiçbir zaman dolmayacak bir boşluğun altını çizen buruk bir finalle noktalanıyor film. Ki zaten ölüm, geçilebilecek bir sınav değildir, herkes bunu zamanla öğrenir, ben de öğrenmiştim, Leo da er-geç öğrenecektir.
Öteki Sinema için yazan Ertan Tunç