Hayat üstünüzden bir kamyon gibi geçene kadar bazı filmler sizin için hiçbir anlam ihtiva etmez, sizi bazı eserlere bir nehir gibi durmaksızın akıp giden zamanın biriktirdiği alüvyonlar hazırlar. Methini duyup Antonioni’nin Il Grido’sunu (Çığlık, 1957), Wenders’in Paris, Texas’ını (1984), De Sica’nın Umberto D.’sini (1952) ya da Bergman’ın Autumn Sonata’sını (Güz Sonatı, 1978) ilk kez izlediğimde çok da etkilenmediğimi itiraf ediyorum, şimdi bu filmlerin içerdiği derin hüzne aşinayım, gözlerim buğulanmadan bunları izleyemiyorum. Florian Zeller’in The Father’ı (Baba, 2020) veya Xiaoshuai Wang’ın So Long, My Son’ı (Elveda Oğlum, 2019) gibi bir film çıkıp geldiğinde ise âdeta yüreğim dağlanıyor. Acılar, ölümler, ayrılıklar ve kayıplarla olgunlaşıyoruz ya da çürüyoruz. Yaşam, yitimlerle beslenen bu hüzünlü olgunlaşmanın/çürümenin genel adıdır.
Bir arkadaşım vardı, bir kıza sırılsıklam âşık oldu, kız gidince akıl sağlığını yitirdi. Kara sevda. Arkadaşımdaki etkilerini görene kadar hiç inanmadığım hatta saçma bulduğum bir kavram. Hep onun dönüşünü bekledi ama kız gelmedi. Arkadaşım da dipsiz bir melankoliye saplanıp kaldı, zamanla depresyona evrildi. Basit ilaç tedavileri işe yaramaz oldu, bir süre hastanede yattı, bir süre başka kentlere, coğrafyalara götürdüler. Olmadı. Giderek zihinsel açıdan tümüyle bu dünyadan koptu. Yıllar sonra karşılaştık. Arkadaşım beni tanımadı. Hiç. Beni bir yabancıymışım gibi süzdü. Tanımadı. Çok üzüldüm. Bana baktığında sanki saydam bir dokuymuşumcasına benim ardımdaki bir gerçekliği görmek ister gibi baktığını hissettim. Bir boşluk hissi. İnsanın kurtulmak isteyeceği türden bir boşluk hissi. Close Your Eyes (Cerrar los ojos/Gözlerini Kapa, 2023) bu boşluk hissine dair bir film.
Bazen sevdiğimiz bir insanla bir bankta oturup hiç konuşmamayı isteriz. Hiç. Her şeyi bir anlığına durdurup sonsuza uzanan sükûnet dolu bir âna tutunmayı, yaşamın özünü beraber teneffüs etmeyi… Bazen beraber aynı şarkıyı söylemek isteriz, hatta başladığımız dizeleri diğerinin tamamlamasını… Bazen sevdiğimiz insanın sevdiğimiz bir şarkıyı söylemesini ya da çalmasını (gitarla, piyanoyla ya da bir cihaz vasıtasıyla) isteriz. Bazen sevdiğimiz insanın bize bakmasını isteriz, sadece yüzümüze bakmasını, başkasının asla bakamayacağı gibi bakmasını… Close Your Eyes insana sadece sevdiği bir insanın bahşedebileceği bu özgün bakışa duyulan açlığın filmi.
Satranç oyunu hayata benzer. Oyun devam ettiği müddetçe kayıplar yaşanır. Oyunun (“yaşamın” şeklinde okuyunuz) gayesi, her türlü kayba/hataya/öngörüsüzlüğe/hazırlıksızlığa, sürprize ve tuzağa rağmen düşe kalka ilerlemektir. Oyunun bitmesi için taraflardan birinin “Şah”ının (King/Kral) düşmesi (mat) gerekir (nadiren de olsa oyun berabere bitebilir). Şahınız düştüyse yenildiniz demektir. Karşı tarafın şahını düşürdüyseniz bile yine de kayıplarınız vardır, hatta bazen çok ağır kayıplarınız. Kazandığınızı zannettiğiniz ân bile (başladığınız noktaya kıyasla) aslında kayıptasınızdır, satranç size akıl (“ratio”) ve şansın hayattaki ağırlığını göstermekle kalmaz, kayıplarınıza rağmen yolunuza devam etmeniz gerektiğini de öğretir. Şah/Kral bu nedenle hüzünlü bir taştır. Kayıplara şahit olmak (belleğinde tutmak), katlanmak yükümlülüğüyle kuşatılmıştır, bu zorunlu bir tanıklıktır. Close Your Eyes kazansa da kaybeden üzgün/mahzun bir kralın hikâyesini anlatır.
Sanem Yazıcıoğlu, Husserl Fenomenolojisinde Zaman Algı Bellek adlı kitabında belleği, “‘artık olmayanlar’ın alanında gerçekleşen bir bilinç etkinliği” şeklinde tanımlar. Husserl’e göre biz bu alanı “anımsama” (Erinnerung) edimi sayesinde deneyimleriz. Peki ya bir nedenden ötürü geçmişi, geçmişte kalanları (şu an artık var olmayanları) anımsayamıyorsak? Bu bizim için hiçbir şey ifade etmiyor olabilir (Julio), peki ya anımsanmak isteyip de anımsanmayanlar için (Levy, Miguel, Ana) bunun anlamı nedir? Hayatta bundan daha yıkıcı, yıpratıcı bir şey olabilir mi? Orfe (Orpheus), bedeli ne olursa olsun, dönüp Evridiki’ye (Eurydike) bakmayacaksa onu gerçekten sevdiği öne sürülebilir mi? Levy o son bakış uğruna (“The Farewell Gaze”) ölmeye hazırdır. Zamanı geldiğinde de ölmesini bilir. Levy o bakış (ve yol açtığı ölüm) sayesinde gerçek kimliğine kavuşur. Sırra kadem basan Julio’nun en yakınları olan dostu Miguel ve kızı Ana’nın da arzusu budur. Close Your Eyes ancak ve ancak başkasının bakışında cisimleşebilen bir kimliğe duyulan özlemin öyküsüdür.
Close Your Eyes hafıza, kimlik, yaşlanma, unutma, sevgi ve dostluk üzerine bir kayıp-aranıyor-filmi gibi gözükmekle birlikte, aslında en son 30 yıl önce bir uzun metraj çekmiş olan Victor Erice’nin kendi kişisel (ve sinemasal) yolculuğunun da bir bakıma öz eleştirisi niteliğinde. Miguel karakteri büyük ölçüde Victor’u temsil ediyor, filmin içindeki film de onun çok emek vermesine rağmen yarım kalan bir uzun metraj girişimini (The Shanghai Spell). Close Your Eyes’ın sinema sanatıyla ve imajlarla (fotoğraf, sinema filmi, TV programı vs.) kurduğu ilişki, öyküsünün tüm katmanlarına kan veren/taşıyan kılcal damarlara dönüşüyor. Aslında ben filmin bu özelliğini daha çok sevdim. Ama bu konuyu ele alan bir makale yazmak istediğim için şimdilik burada bırakıyorum. Sinema/hayat, film/olay bittikten sonra içimize/ruhumuza dönüp baktığımızda başlar; Close Your Eyes da bunu anlatıyor.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç