Bu yıl Filmekimi İzmir’de şahsi kanaatimce sinema tarihinin en iyi aşk filmlerinden birini seyrettim. “Cold War”da (Soğuk Savaş); artısıyla eksisiyle, dev iniş ve çıkışlarıyla, incitici sözleri, davranışları ve sert kavgalarıyla tutkulu, kavurucu ama sahici bir aşkı anlattı bize yönetmen Pawel Pawlikowski. Araştırmasaydım, bunun Pablo Neruda’nın “Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim” adlı şiirinin serbest bir uyarlaması olduğunu öne sürebilirdim. Filmden çıktıktan sonra aklıma ilk o geldi, bir de Aşık Veysel’in “Seversin, kavuşamazsın, aşk olur.” sözü. Biraz araştırınca öykünün bizzat Pawlikowski’nin kendi anne-babasının 40 küsur yıla yayılan fırtınalı aşkını esas aldığını öğrendim. Karakterler isimlerini bile bu bir dargın bir barışık olan ve ülkeden ülkeye sürüklenen çiftten almış, film de ikisine ithaf ediliyor zaten. Öykünün müzikal ayağı da “Zespól Piesni i Tanca Mazowsze” adında meşhur bir Polonya halk dansları grubu kuran Tadeusz Sygietynski ve Mira Ziminska çiftine dayanıyormuş. Hem filmin ana teması olan hem de bir nevi öykünün metaforuna dönüşen o olağanüstü “Dwa serduszka, cztery oczy” (İki yürek, dört göz) adlı parçayı besteleyenlerin de bu çift olduğunu not düşelim. İnsanın kalbini titreten bu hikâyenin gerçek hayattan izler taşıdığına şaşırmadım açıkçası.

blank

Baştan söyleyeyim, Le amiche (Kadın Dostlar, 1955) ve sonrası, politik amaçlı olmayan her Antonioni uzun metrajı için takındığım bir tavrı, Cold War (Soğuk Savaş) için de takınacağım. Bu filmi beğenmeyenlere hatta filmden nefret edenlere saygı duyarım ve onları anlayışla karşılarım. Karşılarım ama onlar adına üzülürüm, şu üç günlük dünyada ucundan da olsa böylesi bir aşk yaşayamamışlar diye. Kısa da olsa, hayatının belirli bir döneminde böyle yıkarken yapan (yaralarken iyi eden) ve yaparken de yıkan (iyileştirirken kanatan) tutkulu bir aşkı deneyimlemiş herkes için Cold War bir nevi Yurttaş Kane (Citizen Kane, 1941) tecrübesi taşıyor. Bu bakımdan usta işi yönetmenliğinin, müthiş kurgusunun ve bizi kusursuz mizansenlerle tanıştıran olağanüstü görüntü yönetiminin altını çizmem lazım. Belki ortada eşi benzeri olmayan inanılmaz bir öykü yok ama muhteşem bir anlatı, bir tür yönetmenlik gövde gösterisi var.

Cold War’un anlatısı üç katmanda ilerliyor. Film boyunca var olma mücadelesi veren aşkın arka planında dönemin tarihî, politik ve sosyolojik değişimlerini görüyoruz. Giderek katılaşan bir rejim, kendini kurtarmaya çalışanlar ve mağdur olan sayısız insan… ABD ve Sovyetler’in (Demir Perde) düşünce anlamında ikiye böldüğü bir dünyanın tam ortasında (hatırlarsanız; Varşova, Naziler ile Sovyetler Birliği arasındaki bir anlaşma uyarınca alçakça paylaşılmıştı, Almanlar püskürtülünce Polonya SSCB kontrolüne geçti) sade ama içten bir aşk filizleniyor. Biz bu ilişkinin derinleştiği bölümlerini pek görmüyoruz, doğrudan sadede geliyor yönetmen. Film boyunca sıçramalı bir kurguyu tercih ediyor Pawlikowski. 1949’da Polonya’da başlayan bu volkanik aşk, arada lavlarını püskürtüp, çokça zaman uyuyor. Uyuyor ve uyanıyor. Soğuk savaş boyunca Doğu Berlin’den Yugoslavya’ya oradan Paris’e ve oradan da sanatçıların anavatanına uzanan engebeli bir patika izliyor. Ortamını bulduğu zaman ilahi bir şekilde yeniden yeşeren bir dağ çiçeğini andıran bu aşk, kavga-gürültü devam ediyor. Kopuyor, parçalanıyor, rüzgâra karışıyor derken doğanın bir mucizesi olduğunun altını çizercesine yine yeniden tomurcuklanıyor. Bu öyle yakıcı ve tutkulu bir aşk ki, çiftimiz bir araya geldiğinde hemen ısınıyor hatta kaynıyor. Bir süre sonra katlanılmaz hâle geliyor. Rutine dair emareler gördüğünde yani ilk günkü parlaklığını yitirmeye başladığında öylece kırılıp dökülüveren hassas ve talepkâr bir ilişki bu. Zafiyeti gördüğü an, ileride tekrar uyanmak üzere uzun bir uykuya yatıveriyor.

blank

Ama filmde asıl sevdiğim şey; tarihsel perspektifle girift aşk ilişkisine içi içe geçmiş sarmal bir yapı kazandırmış olması değil. Bunları sayısız filmde gördük, görmeye de devam ediyoruz. Ben filmin hemen her aşamasında müzikle kurduğu güçlü ilişkiyi yani üçüncü katmanı çok sevdim. Stanley Kubrick bir seferinde “İyi bir film müzik gibidir ya da olmalıdır.” demiş. Cold War, hem müzik gibi güzel, hem de müzikleri güzel olan bir film.

Müzisyen Wiktor (Tomasz Kot), Irena’yla (Agata Kulesza) birlikte halk türkülerini derlemekle ve bir folklor ekibi kurmakla görevlendirilmiş bir müzisyen. Başlarında Kaczmarek (Borys Szyc) adında bir kamu görevlisi var. Wiktor, Zula (Joanna Kulig) ile bu halk şarkıları ve dansları ekibinin seçmelerinde tanışıyor. Filmin hikâyesini sırtlayacak olan “Dwa serduszka, cztery oczy” şarkısıyla burada tanışıyoruz. Bu hüzünlü Polonya halk türküsünün zaman içinde geçirdiği evrim, ilişkinin evrelerini de eğretiliyor. Büyük bir içtenlikle ve çocukça bir masumiyetle okunduğunda aşkın filizlenmeye başladığını, (çok sesli ve) coşkulu bir şekilde söylendiği zaman ilişkinin dolu dizgin ilerlediğini, bir caz melodisi eşliğinde söylendiğinde ağırlık kazanıp derinleştiğini ve olgunlaştığını anlıyoruz. Parça başka bir dildeki sözlerle yeniden icra edildiğinde de aşkın büyük yara aldığını…

blank

Çiftlerden birinin artık müzik yapamayacağını, diğerinin de içinden gelerek şarkı söyleyip dans edemeyeceğini fark ettiğimizde her şeyin sonuna geldiğimizi anlıyoruz. Ve hikâye “Her şeyin başladığı yerde bitmeli her şey.” düsturunca şiirsel bir finale sürükleniyor. Ölümsüz bir aşkı kutsayan, sade ama destansı hatta coşkulu ama bir o kadar da hüzünlü bir nokta koyuyor öyküye Pawlikowski. Belki de noktalı virgül… Kim bilir?

İleride bu film hakkında teknik özelliklere odaklanan çok daha kapsamlı bir yazı yazacağım ama ülkemizde gösterime girmeden önce kaleme aldığım yazı şimdilik burada bitiyor. Bu güzel filmi kaçırmayın. İyi seyirler…

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

BU GECE EN HÜZÜNLÜ ŞİİRLERİ YAZABİLİRİM

Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim

Şöyle diyebilirim: “Gece yıldızlardaydı
Ve yıldızlar, maviydi, uzaklarda üşürler”

Gökte gece yelinin söylediği türküler

Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Hem sevdim hem sevildim, ya da o böyle söyler

Bu gece gibi miydi kucağıma aldığım
Öptüm onu öptüm de üstümde sonsuz gökler

Hem sevdim hem sevildim, ya da ben böyle derim
Sevmeden durulmayan iri, durgun bakışlı gözler

Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Duymak yitirdiğimi, ah daha neler neler

Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi
Çimenlere düşen çiy yazdığım bu dizeler

Sevgim onu alıkoymaya yetmediyse ne çıkar
Ve o benimle değil, yıldızlıdır geceler

Yürek zor katlanıyor onu yitirmelere
Uzaklarda birinin söylediği türküler

Bakışlarım kovalar onu tellim her yerde
Bakışlar sanki onu bana getirecekler

Böyle gecelerdeydi ağaçlar beyaz olur
Artık ne ben öyleyim ne de eski geceler

Sesim arar rüzgârı ona ulaşmak için
Şimdi sevmiyorum ya, eskidendi sevmeler

Şimdi kimbilir kimin benim olduğu gibi
Sesi, aydınlık teni, sonsuz uzayan gözler

Sevmiyorum doğrudur, yürek bu hâlâ sever
Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer

Bu gece gibi miydi kollarıma almıştım
Yüreğimde bir burgu ah onu yitirmeler

Budur bana verdiği acıların en sonu
Sondur bu onun için yazacağım dizeler.

Pablo NERUDA
Çeviri: Hilmi YAVUZ

[/box]

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKLAR

[/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

An Elephant Sitting Still / Öylece Oturan Bir Fil (2018)

An Elephant Sitting Still, mizantropi ve sinizmle örülmüş, ölüm kadar

Taqwacore: The Birth of Punk Islam (2009)

Geçtiğimiz 2 sene taqwacore’un git gide artan bir popülarite yaşamasına