Beyaz rengin ne olduğunu düşündünüz mü hiç? Beyaz renk, bir renksiz olma (renksizlik) hâli değildir, bilakis, görülebilir dalga boylarındaki tüm renkleri kapsayan renktir, yani diğer renklerin karışımından ibarettir. Peki siyah nedir? Bu da ilginç; siyah, ışığın yokluğudur. Halbuki diğer tüm renkler, ışığın yansımalarıdır. Buradan çok ilginç bir sonuca ulaşıyoruz, siyah aslında bir renk bile kabul edilemez, o nedenle doğada hiçbir ışık kaynağı olmadan bulunabilir, yani ışığa muhtaç değildir. Goethe Renk Öğretisi adlı çalışmasında siyah renge yanarak bozunma sonucu ulaşıldığını söyler (“kömürleşme”). Doğada yeterince yanan/yakılan şeyler (Schopenhauer’cı anlamda “istemenin nesneleşme basamakları”nın tümü) siyahlaşır. Siyah, görünür renk spektrumunda yer almadığı için gökkuşağında bulunmaz. Dünyanın renkleri ise gökkuşağında yer alır (ara renkler de buradaki renklerin karışımından ibarettir). Rengârenkliğin öteden beri hayata/doğaya zenginlik kattığı düşünülen farklılıkları simgelemesi boşuna değildir.
Tek tanrılı dinlerin terminolojisinde aydınlık/ışık Tanrı’yı (ezeli ve ebedi hakikati), karanlık karşıt güçleri (Şeytan vs.) simgeler. İlahi ışığın (“nûr”) kaynağı yüce yaratıcıdır. Hristiyan teolojisinde karanlığı aydınlatan ışığın kaynağının Tanrı olduğu çok nettir. Mesela Kral James İncili’nin Yaradılış (Genesis) bölümünde şu ayetlerin yer aldığını görürüz: “Ve Tanrı dedi ki, Işık olsun ve ışık oldu. Ve Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı.” Benzer bir şekilde Kuran-ı Kerim’de de ışığın/aydınlığın kaynağının yüce yaradan olduğunu görürüz. Mesela Nûr suresi 35. Ayet şöyle başlar, “Allah, göklerin ve yerin nûrudur.” Ayetinde devamında Allah’ın bahşettiği nûrun, insanların gerçeği (“hakikati”) anlamalarına vesile olduğu buyrulur. Hadid suresi 9. Ayet’te “karanlık”, hakikatin ne olduğunu bilmemeyi (cehaleti) simgeler, aydınlık ise iman ve ilmi. Tabii Kitab-ı Mukaddes ve Kuran-ı Kerim’deki bu analojinin köklerini daha eski kaynaklara götürmek mümkün. Platon’un Devlet’inde en karanlık şey yokluktur, en aydınlık şey ise varlık (Beşinci Kitap). Platon’da insan bilgi ile aydınlanmaktadır. Bir şey gerçeğe ne kadar yakın olursa o kadar aydınlıktır (Altıncı Kitap).
Aydınlık-karanlık, iyilik-kötülük, beyaz-siyah, ışık (nûr), bilgi (hakikatin bilgisi) ve gökkuşağı… Edward Berger’in Conclave’i (2024), bu kavramların temsil ettiği şeyleri yeni Papa’nın seçilme süreci üzerinden tartışan şahane bir film.
Conclave’in en büyük başarısı, ilgilendiği meseleleri görselleştirmekteki mahareti. Film sadece sözlü olarak bunları anlatsaydı vasat bir film olurdu ama Berger, teknik ekibinin olağanüstü katkısıyla çok güçlü bir sinema dili inşa ediyor, üstelik bunu hikâyeyi ve ritmi ihmal etmeden başarıyor.
Açılış sahnesinde, tüm filme yayılacak kasvetli hava ve gergin atmosferin ilk emarelerini görüyoruz. Mekânlar (koridor, Papa’nın odası) olduğundan daha dar resmediliyor, bunu sonraki sahnelerde anlıyoruz. İnsanlar üzgün ve gergin. Ortam basık, renkler solgun. Din adamları çeşitli imalarda bulunuyorlar, bazısının bir şeyi gizlediği anlaşılıyor, henüz anlamadığımız şeyler döndüğü ortada. Öğreneceğiz.
Müteveffa Papa’nın yüzüne beyaz bir tül örtülür. İlginç bir şekilde, naaşın taşındığı ceset torbası da beyazdır, hatta kısmen içi görünür. Naaş ambulansa taşınır, yerleştirilir. Papa ve beyaz renk özdeşleşmeye başlamış gibidir, sonra garip bir şey olur. Araç hareket hâlindeyken ceset torbası ışık yansımaları yüzünden bir net görünür, bir görünmez. Karanlıkla aydınlığın dansına şahit oluruz.
Sonra zamansal bir sıçrama yaşıyoruz, üç hafta sonraki seçimin arifesindeyiz. Yeni Papa’nın kim olduğunu belirleyecek kardinallerden oluşan Papalık Konseyi’nin (Conclave) ön çalışmalarını görüyoruz. İlginç bir şekilde, çeşitli güvenlik gerekçeleriyle (gizli dinleme, izleme olmasın diye) mekânlar karartılıyor. Sistine Şapeli’ndeki daha ilk planda pencerenin kapatıldığını görüyoruz. Kardinallerin istirahat edecekleri odalarına seçim sürecinde kapalı hâlde kalacak elektronik panjurlar takılıyor. Bir müddet güneş ışığının içeri süzülmesine izin verilmeyecek, karanlığın hâkimiyeti başlıyor. Bir noktaya kadar karanlık, loş ya da gölgeli mekânlar göreceğiz (Wozniak’ın günah çıkarmada bulunduğu sahne, Lawrence’ın Tremblay ya da Adeyemi’yi kendi odalarında sıkıştırdığı sahneler, Bellini ile merdivenlerde yapılan fikir alışverişi gibi). Berger dış mekân seçimlerinde de gün ışığının sızmasını engelliyor, kapalı ya da yağmurlu havalar görmeye başlıyoruz (Benitez’le yapılan samimi sohbet, minibüsle intikal, bol şemsiyeli sahne gibi). İnzivayla birlikte Roma’ya âdeta bir kasvet çöküyor, üstelik sadece konseyin bulunduğu yerlerle de sınırlı kalmıyor bu depresif atmosfer. Bombalama (ve sonrasında göğe yükselen duman) ile birlikte dışarıda da işlerin yolunda gitmediğini anlıyoruz.
Hazırlıklar sırasında gergin bir ruh hâli sergileyen Rahibe Agnes’i görüyoruz. Kendisi her şeyin kusursuz olmasından sorumlu bir amir. Isabella Rossellini bu rolü âdeta gözleriyle oynuyor, jest ve mimikleriyle yaklaşmakta olan tehlikenin sinyallerini veriyor. Kardinallerin gelişiyle birlikte hem görsel hem de işitsel açıdan gerilim tırmanıyor. Birbirine laf sokan, birbirinin arkasından konuşan dedikoducu ve entrikacı kardinaller görmeye başlıyoruz. Vatikan’ı ele geçirmeye çalışan dört din adamı (Bellini, Adeyemi, Tremblay ve Tedesco) arasında yaşanan rekabeti izliyoruz. Gizli buluşmalar, taktik hamleler, ön almalar, kumpaslar, komplolar gırla gidiyor. Her seferinde el yükselterek ilerleyen bir çirkinlik, yozlaşma ve rezillik…
Tek başına kaldığında düşünürken başının bir kısmı her zaman -bilinçli bir şekilde- kadrajın dışında bırakılan Lawrence’ın aklını kurcalayan şeylerin olduğunu fark ediyoruz. Kendi dahil herkesten ve geleceği dahil her şeyden şüphe eden biri olarak sunuluyor Lawrence.
Berger daha ilk sahneden başlayarak gerilimi üç ana aksa yayıyor. Bir, hemen her sahne şüphe doğuran ve merak uyandıran bir eylemle ya da sözle bitiyor. Gizlenen sırları, ayak sesleri duyulan entrikaları merak ediyorsunuz. İki, konuşmanın yer almadığı sahnelerdeki kompozisyonlarla öykünün tonunu karartıyor. Lawrence, Benitez ya da Agnes’i bulunduğu ortamdan soyutlayan müthiş kareler görüyoruz, bilhassa Lawrence barok şeklinde nitelendirebileceğimiz çerçevelerde âdeta bir köşeye sinmiş, yığılmış gibi gösteriliyor, onun kalabalıklar içinde bile yalnız olduğunu hissediyoruz (Wozniak’ı uğurladıktan hemen sonraki plan, meclisin ilk günü bahçede zaman geçiren kardinallere ikinci kattan baktığı sahne, Kardinal Benitez’le akşam sohbeti yapmak üzere bahçeye açılan merdivenlerden indiği sahne vb.). Ve son olarak, Oscar’a aday gösterileceğini düşündüğüm Volker Bertelmann’ın tırmanan gerilimi imleyen muhteşem müzikleriyle hissi yoğunlaştırıyor.
Bertelmann tek bir tema müziğini ilgili sahnenin ruhuna uygun varyasyonlarıyla filme yayıyor. Kardinaller teşrif ettiğinde (Lawrence’ın deyimiyle “Cehennemin başlangıcı”) çalan Arrival (Varış) adlı parçaya kadar yaylılarda sadece gerilim var. Oylamadan itibaren müziğe daha çok kararsızlık hâkim oluyor, melodiyi yerli yersiz bölen inişli çıkışlı tınılar dinliyoruz (mesela “First Election” parçası). Lawrence’tan hem kardinal arkadaşları hem de bizzat kendisini şüphe etmeye başladıktan sonra müzik de değişiyor, müzikle beraber biz de “Bellini haklı mıydı yani? Acaba Lawrence gerçekte (gizliden gizliye) Papa olmayı mı istiyor?” diye ondan şüphe etmeye başlıyoruz. Son oylamaya kadar yönetmen Edward Berger bizi bu konuda arada bırakıyor, bu sayede sürprizini başarıyla saklıyor.
Gelelim benim açımdan filmin en güzel sahnesine. 26. dakikadayız. Yemekten sonra sekiz kardinalin buluşup strateji belirlediği bir sahne var. Aralarında Lawrence ve Bellini’nin de bulunduğu kardinaller durum analizi yapıp, takınılacak tavrı netleştirmeye çalışıyorlar. Mekân büyükçe bir sinema ya da tiyatro salonunu andırıyor, koltuklar eğimli bir şekilde sıra sıra dizilmişler. Kardinaller birbirlerinden biraz mesafeli olacak şekilde koltuklara dağılıp oturmuşlar. 15 metre kadar arkalarında iki cılız ışık kaynağı var (kendini zor aydınlatan iki abajur) ama gölgelerden anlaşıldığı kadarıyla kardinalleri mevcut şekliyle aydınlatmaları imkânsız. Mekânın geri kalanına göre hayli aydınlık bir konumdalar. Belli ki ışık yukarıdan geliyor. Saçma ama, göğe açılan bir tavan olduğu belli. Bu kardinaller ılımlı ve ilerlemeci (progresif) kardinaller. Sabbadin, Lawrence ve bilhassa Bellini’nin söylediklerine bakılırsa sadece Kilise’nin değil, insanlığın da hayrına bir şeyler yapma amacı güttükleri anlaşılıyor. Tolerans gösteren, barışçı ve uzlaşmacı kişilikler bunlar, imanlı Hristiyanlar. Peki bu durumda onları neyin aydınlattığını düşünebiliriz? Tabii ki Tanrı’nın.
Bu bağlamda Lawrence’ın muhteşem açılış konuşması önem kazanıyor. Lawrence tüm günahlar içinde en çok korktuğu günahın “kesinlik” olduğunu söylüyor. Her şey kesin olsaydı imana gerek kalmazdı diyor, “Şüpheden yana olmalıyız, bize şüphe gerek, yeni Papa şüphe eden biri olmalı” diyerek tavrını net bir şekilde ortaya koyuyor. Kardinal Lawrence’ın ilk adının Kuşkucu Thomas’tan alınmış olması tabii ki tesadüf değil, Lawrence filmin başından itibaren gerçeği arayan bir hakikat savaşçısı olarak takdim ediliyor. Vatikan’ın/Kilise’nin (ve onu temsil edenlerin) tolerans sahibi olması, farklılıklara ve çeşitliliklere saygı göstermesi gerektiğini vurguluyor. Bu konuşma Lawrence’ın iki-üç haftadır üstünde çalıştığı konuşma değil, salondaki o kardinal buluşmasından sonra aklına kurcalamaya başlayan şeyler. Olumsuz bir tepki alacağını, giderek yalnızlaştırılacağını bile bile o hümanist konuşmayı yapıyor.
Önce Lawrence’ın giderek derine indiğini, karanlığa yelken açtığını görüyoruz. Adeyemi ve Tremblay ekarte olduktan sonra Bellini’nin İslam düşmanı ve savaş/çatışma yanlısı Tedesco’yla anlaştığını fark ediyor. Kuşku içinde yaşayan bir insan Thomas Lawrence; kendi imanını, sisteme (Kilise’ye) duyduğu inancı, insanlara duyduğu güveni sürekli sorgulayan bir birey. Aslında film onun üstünden aydınlığın karanlığa açtığı savaşa sahne oluyor. Ve sinematografik olarak ilk başta bahsettiğim bütün temalara değinmeye başlıyor.
Janus Wozniak’ın itirafını yaptıktan sonra ayrıldığı sahneye tekrar dönelim. Lawrence uzaklaşmakta olan Wozniak’a bakarken panjurlar kapanmaya başlar, Lawrence yavaştan karanlıkta kalmaktadır. Yalnızdır. Başa çıkması gereken yeni bir sorun olduğunu anlar. Tam holden çıkarken Berger onu bize demir parmaklıkları andıran ferforjelerin ardından gösterir. Lawrence karanlık bir yerde kapana kısılmış hâldedir. Odası da karanlıktır. Buluşmalar hep karanlık ya da loş bir mekânda yapılır, dış mekân söz konusuysa bu sefer gece vaktidir. Güneş ışığı (aydınlık) kan kaybetmektedir. Öykünün depresif ruh hâli peliküle yansır. Papa seçilemediğinde spesifik bir bacadan gökyüzüne siyah duman salınır. Siyah beyaza, karanlık aydınlığa galebe çalmakta gibidir. Ta ki filmin 94. dakikasında Kardinal Lawrence dua ettikten sonra oyunu kâseye atar atmaz -saldırıdaki patlamanın etkisiyle- pencerenin paramparça olduğu ve Sistine Şapeli’ne vuran gün ışığının harikulade duvar resimlerini (freskleri) şiirsel bir şekilde aydınlattığı sahneye kadar. Lawrence patlamanın şokunu atlatır atlatmaz içeri sızan ışığı seyrederiz. İlk kırılma ânı bu olur. Bu sahne, Tanrı’nın Lawrence’a doğru yolda ilerlediğini hissettirmesi/sezdirmesi gibi (“God works in mysterious ways”) değerlendirilebilir. Alnında ve yanağında patlamadan kaynaklı bir yara bulunan Lawrence ne olursa olsun inandığı yolda yürümeye devam edecektir çünkü Tanrı artık yanındadır.
Lawrence yaşanan bombalı saldırılarla ilgili gelişmeleri daha önce gördüğümüz koltuklu salonda oturmakta olan kardinallere açıklayacaktır. Açılış planından başlayarak film boyunca sayısız kez sırt kamerasıyla baş/omuz hizasından takip ettiğimiz ve onun yürüdüğü bilinmezlikte beraber yol aldığımız Lawrence konuşmasına başlamadan önce filmde ilk kez bir başka kardinal aynı şekilde arkadan (başı ekranın tam ortasında olacak şekilde) çerçevelenir, bu kişi Kardinal Benitez’den başkası değildir. Bu seferki aydınlatma ilk seferki kadar belirgin değildir. Lawrence’ın arkası tamamen karanlıktır (Benitez o karanlığa doğru bakmaktadır), kardinallerin bir kısmı aydınlıktadır, bunun neden böyle olduğunu fonda Innocent parçasının çalacağı son oylamada öğreniriz.
Film ilerledikçe Stephane Fontaine’in görüntüleri barok bir hâl alır (şemsiyelerle yürünen sahnede olduğu gibi), bazen grotesk renk seçimleri (bilhassa kırmızı) görürüz. Aslında Berger filmi çaktırmadan renklendirmeye başlamıştır. O soğuk ve solgun doku gücünü kaybeder, Lawrence’ı da pek yalnız görmeyiz. Suzie Davies’in prodüksiyon tasarımı, Roberta Federico’nun sanat yönetimi, Cynthia Sleiter’ın setleri ve Lisy Christl’ın kostümleri görsel dokuya inanılmaz bir katkı sunarlar. Her şeyiyle incelikle düşünülmüş, sayısız planı Rönesans tablolarını andıran dört dörtlük bir sinema filmine dönüşür Conclave.
Sonlara doğru beyazla siyahın, aydınlıkla karanlığın, iyilikle kötülüğün mücadelesinde ibre yön değiştirir ve filmin renk paletinin genişlemeye başladığını görürüz. Çerçeveler çeşitlenir ve zenginleşir. Son oylamada içeri sızan gün ışığı fresklerin rengini iyice ortaya çıkarır. Dışarıdaki nümayişten gelen seslerle birlikte Lawrence ve kardinaller bir süre pencerelere bakarlar (ışığa), herkesin kime oy vereceğini kararlaştırdığını anlarız. Duvardaki renkler net bir şekilde seçiliyordur. Gözümüzün önünde bir gökkuşağı inşa edildiğini kavramamız uzun sürmez. Edward Berger beyazın hâkimiyetini uç noktaya taşır. Kaplumbağa, Lawrence’a ışığı işaret eder. Lawrence ilk kez bu kadar aydınlık olan bir bahçede yürüyordur. Siyah dumanın yerini beyaz almıştır ama Berger bunu bize göstermemeyi tercih eder. Lawrence göğe bakıyordur, hepsi bu. Odasına otururken elektronik panjurlar açılmaya başlar, odaya tekrar gün ışığı sızar. Lawrence temiz hava almak için penceresini açar, bahçeye baktığında bembeyaz heykellerle süslü beyaz duvarın önünde beyazlar içinde üç neşeli rahibe görür. Kapı kapanır ve çember tamamlanır. Jenerik akmaya başlar…
Derken muhteşem bir şey olur ve Bertelmann’ın müziği bu duruma eşlik etmeye başlar. Hikâye gibi partisyon netleşmiştir, duraklamalı ama bölünmeyen bir parça dinlemeye başlarız. Sona doğru orkestrasyon iyice akışkan hâle gelmiştir, fondaki parça Postlude of Conclave’dir. Bertelmann bu sefer karanlığı kovan aydınlığı simgeleyen yeni bir yaylı grubu ekler temasına. Önce kademe kademe yükselen tek bir keman duyarız (bu ışık/nûr tabii ki Kardinal Lawrence), sonra onun dürüstlüğüyle, hakkaniyetiyle ve hakikate duyduğu imanla açtığı aydınlık yoldan başkaları gelir (diğer yaylılar/kardinaller), farklı tınılar barındıran polifonik müzik kreşendoyla bizi selamlamaya başlar. Yükseliyoruz. Yeni bir günün gelişini haber veren sabah ışıklarını andıran bir müzik ruhumuzu sarmaya başlıyor. Yükseliyoruz, yükseliyoruz. Ve anlıyoruz. Bu çok-sesli müzik zaferin sesidir; ışığın, aydınlığın ve gökkuşağının kazandığı zaferin.
Not
- Fiat Lux: Kral James İncili’nin Yaradılış (Genesis) bölümündeki üçüncü cümlede geçen ve “Işık olsun” anlamına gelen Latince ifade.
- Michelangelo’nun Sistine Şapeli tavanına yaptığı duvar resimlerinde “Aydınlıkla Karanlığın Ayrılması” şeklinde adlandırılan bir fresk yer alır ve doğrudan doğruya Tekvin’deki aynı ayete gönderme yapar: “Tanrı ’Işık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı.” Zaten Conclave de bunu anlatıyor, ışıkla karanlığın ayrılmasını.