Doğaya, hayvanlara ve insanlara telafisi imkânsız zararlar veren endüstriyel hayvancılığın içyüzünü ifşa eden Cowspiracy (2014) isimli belgesel, yönetmenin “Benim adım Kip. Sıradan bir Amerikalı çocuk olarak büyüdüm. Kolay bir hayatım vardı ve hiçbir derdim yoktu” sözleriyle başlıyor. İklim değişikliği ve küresel ısınmayla ilgili bir belgesel izledikten sonra “rahatının kaçtığını” ve böylece hem kendi “uyanışını” hem de “hepimizin bu gezegende dengeli bir şekilde yaşayabilmesi” için yapılması gerekeni anlatmak için belgeseli çekmeye karar verdiğini söyleyen yönetmen şöyle devam ediyor.
“Takıntılı bir çevreci haline geldim. Geri dönüşüme ve kompostlamaya başladım, tüm ampullerimi değiştirdim, kısa duşlar aldım, dişlerimi fırçalarken suyu kapadım. Odadan çıkarken ışığı kapadım ve her yere bisikletimle gitmeye başladım. Ne var ki, yıllar geçtikçe her şey daha da kötüye gidiyor gibiydi.” (filmden)
“Hepimiz böyle yapmaya başlasak dahi yaptıklarımız dünyayı kurtarmaya yetecek miydi? Sanki atladığımız bir şey vardı” diyen yönetmen, bireysel olarak insanların ellerinden geleni yapmasına karşın her şeyin niçin kötüye gittiğini merak eder ve araştırmaya başlar. Araştırması esnasında bir BM raporunu okuduğunu, bu rapora göre endüstriyel hayvancılığın en çok sera gazı emisyonuna sebep olan sektör olduğunu öğrendiğini söyleyen yönetmen şöyle diyor.
“Nasıl bundan haberim olmazdı? Bence bu bilgiler tüm çevreci örgütler aracılığıyla duyurulmalıydı. Ülkenin en büyük çevreci örgütlerinin sitelerine girdim. Greenpeace, 350.org, Sierra Club, Climate Reality, Rainforest Action Network, Amazon Watch vb. ama sitelerinde hayvancılıkla ilgili neredeyse hiçbir bilgi olmadığını gördüm. Neler oluyordu? Neden bu bilgiler ana sayfalarında bulunmuyordu?” (filmden)
“Sadece ABD’deki besi hayvanlarının 128 trilyon litre su tüketirken, sıradan bir Amerikalının günde ortalama 6.000 litre su tükettiğini, bunun yarısı et ve süt ürünlerinin tüketiminin” oluşturduğunu iddia eden film, endüstriyel hayvancılığın suyun %55’ini kullandığını gözler önüne seriyor.
“110 gramlık bir hamburger köftesi üretmek için 2.500 litre su, 450 gram sığır eti üretmek için ise yaklaşık 9.500 litre su tüketildiğini öğrendim. Ben, su tasarrufu amacıyla kısa duşlar alıyordum ama öğrendim ki, tek bir hamburger iki ay aralıksız duş almaya bedeldi.” (filmden)
Bir kamu kurumu olan Su Kaynakları Dairesi’nin başlattığı “Suyumuzu Kurtarın” kampanyası düzenlediğini ve su tasarrufu için düşük basınçlı duş başlığı, tasarruflu tuvaletler veya akıtan muslukların tamiri gibi birçok öneri sıralanmış olsa da hayvancılıkla ilgili bir şey olmadığını şaşkınlıkla karşılayan yönetmen bu orantısızlığı şöyle özetliyor. “Devletin tüm tavsiyelerini yerine getirdiğim zaman hesaplarıma göre, günde 178 litre su tasarruf etmiş oluyordum ancak tek bir burger’in harcadığı 2.500 litre suya yaklaşamıyordum bile.”
Yaşadığı eyaletteki Su Tüketimi ve Verimlilik Bölümü Şefi ile görüşen yönetmen, söz konusu yetkilinin de musluklar, tuvaletler, fıskiyeler gibi önerileri sıraladığını duyunca, araştırmasının odak noktasında yer alan can alıcı soruyu yani hayvancılık endüstrisinin su tüketimi ve kirlilikte nasıl bir rolü olduğunu sorar ancak aldığı yanıt manidardır. “Yani, aslında bu benim alanım değil.”
Et, yumurta veya peynir üretmek için hesapsızca su harcanmasına karşın duş başlıkları, bozuk fıskiyeler, damlatan musluklar gibi görece “basit” konularda kampanya düzenleyen ve bütün sorumluluğu bireylere yükleyen kurumların, niçin “daha az et yemeyin” demediğini soran yönetmenin aldığı yanıt “olmaz” olur. “Olmaz” diyen yetkili, aynı zamanda “su yönetimi” ile “davranış değişikliği” arasındaki farkı izah eder. Buna göre endüstriyel hayvancılıktan olağanüstü kazanç sağlayan şirketlerin çıkarlarını savunmak “su yönetimi”, damlatan muslukları tamir etme görevini vatandaşa yüklemek ise “davranış değişikliği” olarak ifade ediliyor.
Bu durumu şöyle bir örnekle açıklamak mümkün. Halsiz, bitkin ve yoğun hissediyorsunuz. Sağlığınızdan endişelisiniz ve doktora gidiyorsunuz. Çeşitli tahlillerden sonra doktor, kanser olduğunuzu ve vücudunuzun her yanını sardığını öğreniyor ancak bunu size söylemediği gibi yüzünüzdeki sivilceyi tedavi etmeye çalışıyor. “Bu sivilce çok kötü duruyor, eğer onu ortadan kaldırırsak yaşam kaliteniz artacak, daha güzel görüneceksiniz” diyor. Oysa birkaç gün sonra, değil güzel gözükmek, nefes almamız bile imkânsız hale gelecek. Endüstriyel çiftliklerin yağmur ormanlarını yok etmesine, okyanusları çöplüğe dönüştürmesine, kafeslere tıktığı hayvanları zulüm içinde yaşatmasına, kısaca dünyayı her geçen gün yaşanılamaz hale getirmesine karşın onlara değil de damlatan musluklara odaklanmanın kanseri değil de sivilceyi tedavi etmekten başka bir şey olmadığı çok açık değil mi?
“Dünya Bankası Grubu’ndan iki çevre uzmanı, hayvancılığın, insan eliyle gerçekleşen iklim değişiminin %51’inden sorumlu olduğuna kanaat getirdiler. Sadece bu da değil. Yiyecek amaçlı hayvan yetiştirmenin dünyanın su tüketiminin %30’undan sorumlu olduğunu, gezegendeki toprağın %45’ini işgal ettiğini, Amazon Ormanlarının yok edilmesinin %91’inden sorumlu olduğunu, okyanus ölü noktalarının, habitat yok oluşlarının ve soyu tükenen hayvanların başlıca sebebi olduğunu öğrendim.” (filmden)
Devlet yetkililerinin, endüstriyel hayvancılık hakkında konuşmak istemediğini “anladığını” söylese de, çevre örgütlerinin sessizliğine bir anlam veremediğini söyleyen yönetmen, “güya dünyamızı koruyan en büyük çevre örgütlerinin bu durumdan söz etmemesini” hayli tuhaf karşılıyor. “Çevre örgütleriyle görüşmem ve neden bu konuya eğilmediklerini öğrenmem gerekiyordu” diyen yönetmen, bu örgütlere düzinelerce e-posta yolladığını, defalarca aradığını, saatlerce telefonda beklediğini ve bunun günlerce, haftalarca hatta aylarca sürdüğünü ancak kimselerin kendisiyle konuşmaya yanaşmadığını şöyle ifade ediyor. “Bu örgütleri uzun süredir destekliyordum ama şimdi sesleri çıkmıyordu.”
Edinilmiş Eleştiri
“Yeryüzünde gerçekleşen en büyük soy tükenmesinin ortasındayız. Ve tüm bunların arkasındaki güç hayvancılık. Kafeslere tıkılmış inekleri, domuzları, tavukları ve balıkları beslemek için genetiği değiştirilmiş soya fasulyesi üretilen yağmur ormanları her saniyede yarım hektar yok ediliyor.” (filmden)
“On bin yıl önce özgür yaşayan hayvanlar, canlıların %99’unu, insanlar ise sadece %1’ini oluşturuyordu. Oysa günümüzde, biz insanlar ve meta olarak sahip olduğumuz hayvanlar canlıların %98’ini oluşturuyoruz. Dünyayı özgür yaşayan hayvanlardan çaldık” diyen film, “çevreyi korumak için daha az kömür kullanmalıyız diyen ama daha az et yemeliyiz” diyemeyen dünyanın en büyük çevre örgütlerinin neden bu konuya eğilmediğini sorduğu Michael Pollan’ın şöyle dediğini aktarıyor.
“Bunların çoğu üyelikle çalışan örgütler ve bağış yapan insan sayısını yükseltmeyi amaçlıyorlar. Et tüketimine karşı olurlarsa ya da insanların gündelik alışkanlıklarını, sevdikleri şeyleri zora sokarlarsa, fon toplama çalışmaları zarar görür. Hayatını aynı şekilde yaşamaya devam et ama arada bir ampullerini değiştir derler. Daha az araba sür, daha az plastik kullan, daha çok geri dönüşüm yap derler ama çevresel hasarın bir numaralı sebebi olan hayvancılığı gündeme getirmek istemezler. Bu, ailemizdeki sorunlardan ve alkolik babamızdan bahsetmemek gibi bir şey. Herkes bu sorunu görmezden gelir ama aslında ailedeki tüm sorunların başlıca sebebinin bu olduğunu herkes bilir.” (filmden)
Film boyunca yönetmenin, Greenpeace başta olmak üzere birçok çevreci örgütle konuşmaya çalıştığı ancak ya kendisine yardımcı olmadıkları ya konuyu başka yönlere çektikleri ya da açıkça inkâr etmeye çalıştıkları görülüyor. Çevreci örgütlerin ulaşabildiği yöneticilerine, “Eğer bir numaralı sebep hayvancılık ve et tüketimiyse bir numaralı odak noktası bu olması gerekmez mi? Ya da en azından iki” diye sorduğunda ise “Bu sizin değerlendirmeniz. Bizimki farklı” yanıtını alıyor. Joel Kovel de Doğanın Düşmanı adlı kitabında, “dünyanın bugün tatlı bir inkarın içinde huzurlu yaşayışını sürdürdüğünü, ekolojik krizle açıkça yüzleşmek yerine sözde yeşilcilerle, sahtekarların sözlerine kulak verildiğini” iddia ediyor.
Çevreci hareket genel olarak sığ-derin veya pragmatik-radikal olarak ikiye ayrılmaktadır. Pragmatik çevreci hareket, her sorunu ayrı ayrı değerlendiren ve bu sorunla mücadele ederken kapitalizme karşı çıkmayan, uzlaşıyı sistem içi çözüm yollarına başvurarak arayan ve çevreci hareket içinde çoğunluğu oluşturan kesimdir. Sığ yani pragmatik çevreci hareket, kapitalist sistemi sorgulamak yerine apolitik tutum takınmakta ancak sistemin meşru gördüğü araçlara başvurarak çevreyi korumanın mümkün olduğunu, piyasa mekanizmalarında yapılacak ufak tefek düzeltmelerle ekolojik zorlukların üstesinden gelinebileceğini iddia etmektedir.
Azınlığı oluşturan radikal çevreci hareket ise çevreye ilişkin sorunları tek başına değil, bu soruna sebep olan tüm etkenlerle birlikte ele alır. Kapitalizmi ve tüketim kültürünü ekolojik krizin temel nedeni olarak gören radikal çevreci hareket, çevrenin korunması, iyileştirilmesi ve geliştirilmesi için mücadele ederken, çevre sorunlarına kapitalizmin yol açtığını ve her geçen gün daha da körüklediğini vurgular.
“Ekolojik krizin boyunduruğundan bugünkü düzen içinde kurtulmak mümkün değildir. Sermayeyle ilişkisi olmayan bir dünya kurmamız gerekiyor. Mevcut toplumsal düzende yok olmaya mahkûm olduğumuzu ve varlığımızı sürdürmek istiyorsak, bu düzeni en kısa zamanda değiştirmemiz gerektiğini unutmamalıyız.” (Joel Kovel, Doğanın Düşmanı)
Yönetmenin, “sorunlarla sert bir şekilde mücadele etmek yerine isimlerine uygun bir biçimde sadece izliyorlar” dediği “çevreci örgütlerin”, sığ ekolojik anlayışla pragmatik davrandıkları görülmektedir. Örneğin, gıda endüstrisini eleştiren Food Inc. (2008) isimli belgesel de, “Dünyayı değiştirebilirsiniz” dese de, asıl soruyu sormaktan kaçınmakta, kapitalizmin sorumluluğunu yalnızca birkaç şirkete hatta çiftçilere yüklemektedir. Bir şeyleri “değiştirebilirsiniz” demek, kapitalizmin kendini düzeltebileceğini, “çürük elma” diyebileceğimiz birkaç şirkete çeki düzen verdirerek işlerin yoluna girebileceğini ümit etmek demektir. Oysa bu, yanılsamaların en büyüğüdür. Hükümetin insanları, hayvanları ve doğayı korumaktan kaçınmasının, şirketlerin gıda üzerinde tahakküm kurmasının ve küresel yıkımın asıl sorumlusu kapitalizmdir. Kapitalizmin özü sömürüdür ve sömürü olmadan kapitalizm ayakta duramaz. Eğer şirketler çok para kazanıyorsa, bu doğa, hayvan ve insanlar sömürüldüğü için olanaklıdır.
“Greenpeace, başta röportaj teklifimi reddetmişti ancak tekrar yazdım ve kararlarını gözden geçirmeleri için ısrar ettim. Greenpeace bana tekrar yazdı ve şöyle dedi: Size yardımcı olmak için bütün olasılıkları denedik ve maalesef şu anda bu konuya dâhil olamayacağız.” (filmden)
Sığ ekolojik hareketi, kapitalizmin kendini korumak için icat ettiği “emniyet supabı” olarak görmek mümkündür. Kapitalizmin ne kadar ensek olduğu her zaman unutulmaktadır, oysa kar edemeyeceğini anlayınca hayvancılıktan vazgeçer ve kötülemek için belgeseller çektirir veya çekilmiş olanlara destek sağlar. Gerçek sorumlunun kapitalizm ve insanlar arasındaki tek ilişki biçiminin para olduğunu söylemediğimiz sürece bugün bir şirket kapanır yarın bir başkası açılır. Dayanışma, sevgi, eşitlik, özgürlük ve adalet temelinde ilerlemeyen her şeyin sömürü odaklı olduğu unutulmamalıdır. Greenpeace ve benzeri diğer çevreci örgütler görüşme talebini reddettiği için cevaplara ulaşmanın başka bir yolunu arayan ve “ortada garip bir şeyler döndüğünü” iddia eden yönetmen, eski bir Greenpeace yönetim kurulu üyesinin şöyle dediğini ekrana getirir.
“Çevre örgütleri, aynen diğer örgütler gibi dünyanın biz insanlardan neler beklediğini söylemiyor. Veriler gözlerinin önünde duruyor ama çevre örgütleri harekete geçmeyi reddediyor. Politikalarında da, Greenpeace’in amaçlarında da, asıl meselenin hayvancılık olduğundan bahsetmiyorlar. Diğer çevre örgütleri gibi onlar da bu konuya bakmayı reddediyorlar. Çevre grupları bizi de, ekosistemi de yarı yolda bırakıyorlar.” (filmden)
İngiliz kültüründe, ilk anda zevk alınması mümkün olmayan ancak belirli bir deneyim sonucu yani bilerek ve isteyerek kazanılabilecek zevk nesnelerini tanımlamak için kullanılan ve “edinilmiş zevk” diyebileceğimiz bir kavram yer alır. Kurbağa bacağı, kızartılmış akrep, salyangoz gibi tuhaf yiyeceklerden, bungee jumping yapmaya hatta sigara içmekten vücudunun çeşitli yerlerine metal parçaları taktırmaya kadar birçok şey edinilmiş zevk kapsamına girer. İnsanın, ilk anda zevk ve tat vermesi bir yana mide bulandıran hatta acı veren bir şeyden zevk alacağım diye çaba göstermesinde, herkese göre olmayışının alınan zevkte hatırı sayılır rol oynaması ve kişinin yalnızca bir zevk kaynağı değil, “başkalarının” sahip olmadığı bir zevk kaynağı bulmuş olmasıyla açıklanabilir.
Buradan hareketle, kapitalizme karşı çıkmayan sözde eleştirileri de “edinilmiş eleştiri” kapsamında değerlendirmek mümkündür. Kapitalist sömürünün dengelenmesi maksadıyla, edilgen konumdaki kitlelerin, konforlu hayatlarını sürdürürken büyüsüne kapıldığı kapitalizmin tamamen nesnel olduğuna inanmasını sağlamaya yarayan “edinilmiş eleştiri” söylemleri, endüstri tarafından pragmatik çevre örgütlerinin doğasına eklemlenmekte, olaylar ve olgular arasında sebep-sonuç ilişkisi kuramayan kitleler tarafından peşinen lanetlenen eleştiri böylece bir sömürü kaynağı haline dönüştürülmektedir. Kapitalist rüyanın kusursuzluğuna inanmaya zorlanan seyirciye tanınan tek seçenek kendisini kapitaliste dönüştürmesidir ve koşullandırılmış seyirci, eleştirinin doğruluğunu kabul ettiği an kendi esaretine katkıda bulunmuş olacağından, bunu baştan reddeder. Hayranlık duyduğu şirketlerin kendini temsil ettiğini zanneden, onlar gibi düşünen, onların masumiyetinin kendi masumiyeti ve onların mücadelesinin kendi mücadelesi olduğuna ikna olan seyirci gündelik hayatına dönmekten memnuniyet duyacaktır.
Doğayı Savunmak: “Çevreci Terörizm”
“Üreticilerin, kendilerinin üretmediği hayvan yemlerinin masraflarını hesapladım. Bunlar halka dayatılan gizli masraflar. Bunların içinde sağlık, çevre hasarı, devlet desteği, balık yataklarına verilen zarar, hatta hayvanlara işkence var. Bu masrafları, et ve süt endüstrileri kendileri karşılamak zorunda kalsalar fiyatlar fırlardı. 5 dolarlık yumurta 13 dolara çıkar, 4 dolarlık Big-Mac 11 doları bulurdu. Birisi McDonald’s’a girip 4 dolarlık Big-Mac yediği zaman kalan 7 doları halk ödemekte. Et yesen de, yemesen de ödüyorsun.” (filmden)
Endüstriyel hayvancılık şirketlerinin, “ülkenin en güçlü lobiye sahip olduklarını, dünyayı yok etmek pahasına büyüyüp zenginleştiklerini hatta gıda üretimiyle ilgili federal kuralları dikte ettiklerini” iddia eden film, diğer can alıcı soruyu soruyor. “Acaba bu şirketlerin, çevre örgütleriyle bir bağları var mıydı?” Hayvancılık Birliği Başkanı’na “Et ve süt endüstrisi, örneğin Greenpeace’e bağışta bulunuyor mu?” diye sorar ancak “Bu konuda yorum yapmak istemiyorum. Nerelere bağış yapıp yapmadıklarını biz bilemeyiz” şeklinde “eksik” bir yanıttan fazlasını alamaz.
Hayvancılık Birliği Başkanı’nın, “Tüm hayvanların çayırlarda otlamasıyla dünyayı besleyemeyiz. Hayvanları kapalı yerlere taşıyıp dikey entegre sistemlere geçmekle hem hayvanların refahını ve yiyecek güvenliğini artırırken hem de çevresel etkileri azaltıyoruz” sözlerini şaşkınlıkla karşılayan yönetmenin, “Hayvanların kapalı yerlerde bulunmayı sevdiğini mi söylüyorsunuz?” diye sormasına, “Çoğu zaman refahlarında ciddi artış görülüyor” demesi ikiyüzlülüğün sınırının olmadığının kanıtıdır.
“Bu endüstriyel besiciler, hayvanları öldürmeden ama ölüme en yakın şekilde nasıl banndırabileceklerinin hesabını yapıyor. İşin rengi böyle. Ne kadar hızlı büyütülebilirler, ne kadar sıkış tepiş durabilirler, ne kadar fazla veya en az ne kadar yiyebilirler, ölmeksizin ne kadar hasta olabilirler.” (Jonathan Safran Foer, Hayvan Yemek)
Endüstriyel hayvancılık şirketleri, hayvanları umursamadığı halde hayvan refahından söz eder ancak okyanuslara döktükleri atıklardan söz etmez. Bu hayvanların, “İnsanlardan 130 kat daha fazla atık ürettiklerini” iddia eden film “hiçbir atık arıtması” yapılmadığını söyler. Ayrıca üretilen antibiyotiklerin büyük kısmının sağlıklı büyükbaş hayvanlara veriliyor olmasından da söz edilmez. “Endüstriyel hayvancılık, devasa kaynaklar tükettiği, doğayı yıkıma uğrattığı, hayvanları zulüm içerisinde yaşattığı hatta çalışanları da sömürdüğü için baştan sona çok acımasız bir sistem.”
“Tartışmalı içeriği” nedeniyle filme destek verenlerin vazgeçmesine bir anlam veremeyen yönetmen, endüstri hakkında konuştuğu için dava edilen bir kişinin şu sözlerini aktarır. “Bugün çıkıp gerçeği söyleseniz bile suçlu sayılırsınız çünkü hayvancılık endüstrisinin kârlarına zarar verdiğiniz zaman Vatansever Yasası’na göre suçlu sayılırsınız.”
“Devasa yasal kaynakları bulunan insanların peşindesiniz. Harcayabilecekleri para miktarı inanılmaz. Ve hiçbir şeyiniz yok. Ve bence bu korku da taktiklerinin bir parçası. Korkuyordum. Amerikalı aktivistler ve gazetecilerin FBI tarafından hedef alındığını öğrendiğimde gerçekten endişelenmiştim. Bu sorun çok yakındaydı. Bu yüzden mi kimse bu konu üzerinde konuşmuyordu?” (filmden)
“Bu belgeseli yaptığımız için endişelenmeli miyiz?” diye soran yönetmen “hayvan hakları” savunucularının ve “çevreci aktivistlerin” FBI tarafından “bir numaralı” terör tehdidi olarak görüldüğünü iddia eder. “Neden bu gruplar FBI’ın öncelikleri arasındadır? Bence en önemli sebebi, diğer herhangi bir sosyal eylemden daha fazla bir şekilde şirket kârlarını gerçekten tehdit etmeleridir.”
“Ekoloji ve terörizm kelimelerinin birleşmesiyle oluşturulan eco-terrorism kavramı, çevreci gruplar tarafından doğanın tahribatında ya da hayvanlara eziyet edilmesinde rolü bulunan kişilere, işletmelere veya eşyaya karşı gerçekleştirilen şiddet ve tehdit eylemlerini ifade etmek üzere kullanılmaktadır. ABD menşeli olan bu kavram, önde gelen sanayi ve iş dünyası çevreleri tarafından ortaya atılan ve yine bu çevrelerin lobicilik faaliyetleri sayesinde federal ve eyalet ceza kanunlarında özel bir suç tipi olarak düzenlenen hukuki bir kavramdır. Öyle ki çevreci terörizm, ABD’de bir numaralı ulusal terörizm tehdidi olarak kayıtlara geçmiştir.” (Erdem İzzet Külçür, Çevreci Terörizm)
Endüstriyel hayvancılığın, doğayı nasıl kirlettiğini öğrenmeye çalışmanın “ulusal terör” tehdidi oluşturmasını anlamasa da, korktuğunu ifade eden yönetmen “Bu filmi çekerek riske mi giriyoruz? Görünüşe göre, doğru karar kameraları bırakıp dönüp gitmekti” der. Ne var ki filmin başlangıcından itibaren işlediği konunun vazgeçilemeyecek kadar büyük olduğunu ve kendisiyle ilgili endişelerini aştığını fark ettiğini söyleyen yönetmen devam etmeye karar verir. “Ya bir şey için yaşayacak ya da bir hiç için ölecektik. Ve aslında başka bir seçeneğim yoktu. Bu nedenle sırrın korkusuna teslim olmak yerine gerçeğe doğru ilerlemeye karar verdim. Çevreci örgütler gibi tüm dünya gözlerimiz önünde eriyip giderken sessiz kalamazdım.”
Sonuç
“Dünyada insanların yetiştirdiği 70 milyar çiftlik hayvanı bulunuyor. İnsan nüfusu her gün 19.6 milyar litre su tüketir ve 9.5 milyon ton yemek yer. Oysa sadece 1.5 milyon inek her gün 170 milyar litre su içer ve 61 milyon ton yemek yer. Bu insan nüfusuyla ilgili bir sorun değil. Hayvan yiyen insan nüfusuyla ilgili bir sorun. Her gün açlık çeken yaklaşık 1 milyar kişi var. Dünya çapında ürettiğimiz tahıl ve baklagillerin %50’si hayvan yemi oluyor yani dev miktarda tahıl ve baklagil yiyorlar. Ve ABD’de bu oran %70, %80’e yakın. Soya fasulyelerinin %90’ı.” (filmden)
Bir ördeğin kesilmesini gören yönetmenin, bir hayvanı öldürmesinin “zorluğunu” dile getirmesi ve “Hayvancılığın sebep olduğu hasara o kadar odaklanmıştım ki, bu hayvanların her birinin öldürüldüğü gerçeği üzerinde durmamıştım. Bağları kopmuş, soyut bir et yeme haliydi bu” sözleri, endüstriyel hayvancılığın en az dikkat edilen yönüne işaret ediyor. Herkesin tabağına odaklandığı, market raflarına dizilen paketlerden birini alıp evine götürdüğü ve kimselerin hatırlamak istemediği bu karanlık yön her zaman gözlerden kaçırılır.
“Ben yapamam. Ben yapamazsam başkasına da yaptıramam. Ben yapamıyorsam başkasının da benim için yapmasını istemem.” (filmden)
Diriliş romanında “Bir av esnasında, yaralı bir kuşu öldürmesi gerektiğinde hissettiğine benzer bir duygu içindeydi. Can çekişen kuş, av torbasında çırpınıp duruyordu. İnsan kendinden iğrenir ama gene de bir acıma duyar ve böyle bir anda kuşu öldürüp her şeyi unutmak telaşındadır” diye yazan Tolstoy, insanın hayvanlarla olan ilişkisini net bir şekilde ifade etmiştir. Bir eliyle öldürürken, diğer eliyle gözlerini kapayan insanın yol açtığı acıların, katliamların ve vahşetin sebebi unutma yeteneği değil mi? Ve konu hayvan olunca, unutmak hepimizin işine gelmiyor mu? Yönetmen de böyle davranır ve daha önceden randevu almasına karşın yumurta vermeyen tavukların kesimini göstereceği mezbaha çekimini göstermekten vazgeçer.
“Bu dünyada etik ve sürdürülebilir bir şekilde yedi milyar insanla birlikte yaşamanın tek yolu, tamamen bitki odaklı diyete geçmek” diyen yönetmen, bir eyalette sürdürülebilir gıda hareketinden haberdar olduğunu, Bill Gates gibi bazı isimlerin de destek verdiğini gündeme getiriyor. Bill Gates gibi isimlerin dâhil olduğu bir sistemin insanların lehine olmasının olanaksız olduğunu düşündüğümü söylemem gerek. Yönetmenin film boyunca dile getirdiği birçok konuya katılıyor olsam da, büyük sermayedarların desteklediği bir hareketin, kendisinin de film boyunca eleştirdiği pragmatik çevre hareketinden hiçbir farkı yoktur. Bu isimlerin desteklediği çevreci hareket yalnızca “edinilmiş eleştiridir.”
“Hem çevreci olup hem de hayvansal ürün tüketemezsiniz. Bu kadar. Kendinizi kandırabilirsiniz ama kendinize çevreci demeyin. Çevreyi umursuyorsanız endüstriyel hayvancılığın yıkıcı etkilerini görmezden gelemezsiniz” diyen film, endüstriyel hayvancılığın ortadan kaldırılmasının ve bitkisel beslenme yöntemine geçilmesinin zorunluluğuna işaret ediyor.
“Bir kişiyi, bitki temelli bir vegan diyetle yıl boyu doyurmak için sadece 650 metrekare toprak gerekiyor. Aynı kişiyi yumurta ve süt ürünleri içeren vejetaryen bir diyetle doyurmak için üç katı toprak, ortalama bir ABD vatandaşının et, süt ve yumurta içeren yüksek tüketimli diyeti içinse en az 18 katı toprak gerekiyor. 6.100 metrekarelik arazide 17 ton sebze üretebilirken, aynı arazide sadece 170 kilo et üretilebilir.” (filmden)
“Bu hesabı yaptıktan sonra fark ettim ki, her gün 4.200 litre su, 20 kilo tahıl, 2,7 metrekare orman, 4,5 kilo CO2 ve bir hayvanın canından tasarruf etme seçeneğim vardı” diyen yönetmen toplum olarak hayvansal besinlerden uzaklaşsak ve bitki temelli bir diyete geçsek, hayvanları öldürüp yemesek, bu kadar çok hayvan büyütmemiz de gerekmez” diyor ve ekliyor. “Onları üretmezsek beslemek zorunda kalmayız. Beslemek zorunda kalmayınca bunca araziyi, tahılı ve baklagilleri onları beslemeye adamamız gerekmez. Böylece ormanlar yeniden yeşerir. Yabani hayat geri gelir. Okyanuslar canlanır, ırmaklar tekrar temiz akar. Hava geri gelir. Sağlığımız geri gelir.”
“Tek yapılması gereken çevrecilerin lafını ettikleri ilkeleri savunmaya başlamaları. Hayvancılığı durdurmadan başarılı olamayız, ekosistemi gereken şekilde koruyamayız. Dünyadaki insanlar için yeterince yiyeceğimiz olmaz. Küresel ısınmayı durduramayız.” (filmden)
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay