Batı’da modern roman ve sinemanın ortaya çıktığı tarihler onların yabancı ve “ilkel” kültürlerle daha çok iç içe olduğu yayılmacı bir devreye denk gelir. Biz ise aynı zaman dilimini şartların dayattığı tam tersi yönde hareketle geçirdik. Küçüldük, geri çekildik ve eve geri döndük. Batılıların sinemada, hayal gücünü kamçılayacak derecede kendilerinden farklı ve “ilkel” kültürlerin hikayelerini anlatmaya başladığı çağda bizim geri geri yürüyüşümüz çoktan tamamlanmıştı.(1)
Anadolu yarımadasında gelişmişlik düzeyleri birbirinden farklı bölgeler bulunsa da kültür farklılığı belli bir seviyenin üstüne çıkmadı. Hayal gücünün alevini harlayacak bir medeniyet-ilkellik karşılaşması/karşılaştırması imkan dahilinde değildi. Zaten epey uzun süre insanların hayal etmeye fırsatı olmadı. insanlar hayal etmeye fırsat bulduğunda ise, doğal olarak malzemesi altyapıdan gelmedi, ithal edildi. Konu medeniyet farkları olunca İthal hayal gücü takviyesinin ilk ve en önemli unsurlarından biri Tarzan oldu. Edgar Rice Burroughs’un roman kahramanı olan Tarzan ilk defa 1918 yılında hareketli resimlerle sinemaya aktarıldı. 1932 yılında Woodbridge Strong Van Dyke tarafından sinemaya uyarlandı. Tarzan The Apeman (1932) ile başlayan modern sinema macerası sayısız film ve TV dizisini ortaya çıkardı. Bizdeki en eski Tarzan filmi 1952 yılında Orhan Atadeniz’in çektiği “Tarzan İstanbul’da” oldu. Tarzan The Apeman filminin rip-off’u olan film, vahşi hayvan sahnelerinde (ç)alıntı görüntüler kullansa da gene de Orhan Atadeniz’in kıvrak zekası ile usta kurguculuğunu bir araya getiren erken dönem fantastik sinema hazinelerimizden biridir.
Daha sonraki yıllarda Dümbüllü Tarzan (1954), Dişi Tarzan (1971), Tarzan Korkusuz Adam (1974) gibi bir dizi film çekildi. Ayrıca sitemiz yazarlarından Fatih Danacı’nın çalışması sayesinde 1969 yılında çekimleri tamamlanamamış “Korkusuz Tarzan” isimli bir filmin olduğunu da öğreniyoruz.(2)
İthal malı olarak gelen Tarzan dışında doğada vahşi hayvanlar tarafından büyütülen kahraman teması sinemamızda çok az işlenmiş. Hele vahşi doğada büyüyüp medeniyete geri gelen kahramanlar neredeyse hiç yok gibi. Örneğin “Tarzan İstanbul’da” filminin tamamı vahşi doğada geçse de Tarzan, bir telif hakkından kurtarma manevrası yapmak için filmin sonunda İstanbul’a getirilmiş, hatta o gelemeden, vapurdayken film bitmiş. Tarzan dışında çekilen diğer filmlerde de Tarzan şablonuna uyulmuş. Yani “medeni” ve “ileri” bir toplumun bireyi çok küçük yaşta doğada vahşi hayvanlar tarafından büyütülmüş. Ama hikaye zorunlu olarak coğrafyanın şartlarına uydurulmuş. Bizim vahşi kahramanlarımızı çitalar, maymunlar arslanlar yerine ayılar büyütmüş. Ayılar tarafından büyütülen bir insana dair ilk filmimiz Toros Canavarı. Daha sonra çekilen Hanzo ve Vahşi Sevgili ise Toros Canavarından etkilenmekle birlikte hikayeye kendince katkıda bulunarak medeni olmayanın medeniyet ile olan ilişkisini aşama aşama işlemiş. Toros Canavarı, Hanzo ve Vahşi Sevgili bu aşamaları nasıl anlatmış hep beraber görelim.
1) Karşılaşma: Toros Canavarı (1961)
1961 yılında çekilen filmimizin yönetmeni ve senaryo yazarı Burhan Bolan. Toros Dağları’nın eteklerindeki bir köye gelen arkeoloji ekibi Canavartepe’de saklı olduğu sanılan bir hazineyi aramaktadır. Arkeolog Dr. Selim (Atıf Kaptan), kızı Ayla (Cavidan Dora), asistanı Kenan (Efgan Efekan), gazeteciler Orhan (Ersun Kazançel) ve Sabahat’ten (Tomris Hakgüder) oluşan bir ekiple Toros Dağları’nın eteklerindeki bir köye gelmiştir. Ekip, Canavartepe denen yerde olduğu rivayet edilen hazine bulmak için yola çıkmıştır. Yanlarında, onlara eşlik eden ve pek tekin tipler olmayan Ömer (Asım Nipton) ve Sait (Mehmet Ali Akpınar) adlı iki avcı da vardır. Özellikle Sait hem hazinenin hem de Dr. Selim’in kızı Ayla’nın peşindedir.
Dr. Selim köylülere Canavartepe’deki hazineyi bulmak için geldiğinden bahsedince köylüler orada canavar olduğunu söyler. Canavarın nasıl bir şey olduğunu kimse bilmemektedir. Zaten bilenler de çoktan canavar tarafından öldürülmüştür. Köyde Canavar’ın izini süren Dursun Ağa (Osman Alyanak) diye bir avcı vardır ama Dursun artık yaşlandığı için dağa çıkmak istemez. Dursun’u ikna eden Selim hazineyi bulmak için yola çıkar. Bu arada yıllar önce oğlunu ayılar kaçırdığı için akli dengesini yitirmiş olan Elif Ana adındaki yaşlı kadın yollarına çıkar ve onlardan oğlunu bulmalarını ister. Zorlu geçen yolculuktan sonra kamp kurdukları yerde canavar önce bir köylüyü öldürür. Daha sonraki saldırısında ise Kenan’ı yaralayıp Ayla’yı kaçırır. Ayla’yı mağarasına kapatan Toros Canavarı (Ahmet Tarık Tekçe) ona zarar vermez. Galiba Ayla’ya aşıktır. Sinek kaydı tıraşını görmezden gelirsek, güçlü kuvvetli bir mağara adamını andıran canavar aslında farkına varmadan Dr. Selim ve arkadaşlarının aradığı hazinenin üstünde oturmaktadır. Bunu fark eden Ayla bir punduna getirerek mağaradan kaçar. Yolda Sait’e rastlar. Ayla boşboğazlık edip hazinenin mağarada olduğunu söyleyince Sait onu silah zoruyla mağaraya götürür ve içi altın dolu sandığı alır. Yolda Toros Canavarı karşılarına çıkınca Sait sandık ile kaçmaya kalkar ve taşıdığı ağır sandık ile sulara gömülür. Dr. Selim ve arkadaşları yetişerek canavarı ağır yaralar ve Ayla’yı kurtarır. Canavarı köyde bir ahıra kapatırlar. Gece ahıra gelip canavarın yıllar önce ayılar tarafından kaçırılan oğlu olduğunu anlayan Elif Ana onu serbest bırakmak isterken devrilen gaz lambasından ötürü ahır alev alır ve ikisi de yangında ölür.
Toros Canavarı Tarzan’dan ödünç aldığı fikirler (kötü kalpli rehberler, kayıp bir hazine, vahşi hayvanlar tarafından büyütülen bir çocuk, vs.) bariz olsa da eli yüzü düzgün ve dikkate değer bir filmdir. Drakula İstanbul’da gibi sinemamızın saklı hazinelerinden biridir. Canavar filme acımasız bir katil olarak başlamış olsa da filmin ortalarına doğru izleyicinin acıma duygusunu kullanarak gönül bağı kurmayı becerir. Bunda en büyük pay, bana hep çocuksu bir kötü adam olarak algıladığım Ahmet Tarık Tekçe’nin başarılı oyunudur.
Aslında filmin yaklaşımı medeni olmayanı medeniyetle dövmekten çok medeni olmayanı olduğu gibi kabullenmektir. Finalde Toros Canavarı ahırda yanarak ölünce bir hüzün kaplar insanın içini. Tıpkı King Kong’un sonunda olduğu gibi. Ayla, Dr. Selim, herkes buruktur. Dr. Selim şöyle der: “Köyün saadeti de bozuldu. Artık dağa baktıkları zaman hayal edecekleri bir şey yok… Böyle olacağını bilsem çıkmazdım (Canavartepe’ye-YN).”
(Toros Canavarı filminin afiş ve ekran görüntüleri dışında bulabildiğimiz nadir ve en net orijinal görüntülerinden olan yazının başındaki fotoğrafı tarayarak bize ulaştıran Fatih Danacı‘ya teşekkürü bir borç bilirim.)
2) Tanışma: Hanzo (1975)
Ayılı filmlerin belki de ne bilineni Hanzo. Suphi Tekniker’in senaryosunu yazdığı filmi Zeki Ökten yönetmiş. Film büyük ölçüde Toros Canavarı’ndan esinlenmiştir.
Toros Dağları’nda bir maden arama kampına ve bir çobanın sürüsüne musallat olan canavar bir düzine adamı haşat ettikten sonra köylüler tarafından yakalanır. Canavarımız tabi ki Kemal Sunal’dan başkası değildir. Sırtındaki kürkü, üstü başı toz toprak içinde, saçı sakalı birbirine karışmış şekilde yakalan canavar, Toros Canavarı gibi küçük yaşta ayılar tarafından kaçırılıp ayı gibi büyütülmüştür. Yakalanıp maden kapının yakınlarındaki bir köye getirilir canavar. Köy de bir tuhaf. Toros dağlarındaki bu köy hangi lehçeyle konuşacağına karar verebilmiş değildir. Çoban ayrı telden, köyün ihtiyarları ayrı telden! Canavar’ın İstanbul’a götürülmesine karar verilir. Büyük bir kafese konularak Fargo kamyonetin kasasında sokak sokak dolaştırılan canavarımız ir araştırma merkezine götürülür. Bu arada canavara Hanzo ismi konur. Yani kaba saba görgüsüz insan. Araştırma merkezinde Hanzo’yu gözlemleyen bilim adamları onun ne kadar insan, ne kadar ayı olduğuna karar verecektir. Gözlemler de tam bilimseldir hani:
Profesör: Korkunca ne yapıyor?
Asistan: Korkuyor.
P: İnsan gibi mi?
A: Hayır hayvan gibi
P: Olsun. O gene de bir insandır.
İşte böyle! Hanzo’nun insan olduğunu anlayınca önce bebek gibi kundağa sararlar. Sonra eğitmeye kalkarlar. Hanzo güzel asistan Hülya’ya (Meral Zeren) aşık olur. Aynada kendi vücudunu ve dolayısıyla benliğini keşfeden Hanzo, hemen akabinde Hülya’nın vücudunu keşfetmekte gecikmez ve meşhur “meme” merakı böyle başlar! Hülya’ya karşı yumuşak davranan Hanzo geri kalan herkese kök söktürmektedir. Hastabakıcılardan birini komalık ederek hastaneden kaçan Hanzo, onu yıllar önce evi terk eden kocası Cabbar’a benzeten akli dengesi bozuk bir kadın olan Şükriye’nin (Adile Naşit) evine sığınır. Polis her yerde Hanzo’yu aramaktadır. Şükriye Hanzo’yu gören kızını ve tüm komşularını bayıltıp evin kilerine kapatır. En sonunda yakalanmamak için evden kaçarlar. Hanzo, yanlışlıkla başka motorla karşıya geçtiği için Şükriye’den ayrılır. Karşı kıyıda bir çocukla oyuna dalan Hanzo’yu polisler bulur. Polislerden kaçan Hanzo yaralı bir şekilde metruk bir eve sığınır. Hülya Hanzo’yu teslim olmaya ikna eder. Teslim olan Hanzo muhtemelen Hülya’ya asılma çalışmalarına devam edip bir kaç hasta bakıcıyı daha komalık edeceği hastaneye geri döner.
Hanzo, medeni olmayanla medeniyetin tanışmasıdır. İnsan olmasına karşın başka bir hayvan gibi büyütülen Hanzo için normal olan şey doğal olarak medeniyet için normal değildir. Medeniyet Hanzo’yu bir tehdit olarak algılar. Ama daha da önemlisi; medeniyet Hanzo’yu kendine yapılmış bir hakaret olarak algılar ve eğitim yoluyla formatlamayı dener. Ama 25 yaşında bir adam vardır karşılarında. Formatlamak ne mümkün. Aldığı eğitimle daha da aklı karışan Hanzo eskisinden çok daha büyük bir sorun haline gelir.
Hanzo çok güçlü olduğu için kızdığında ölümcül olabilmektedir. Filmin başından beri Hanzo’dan dayak yiyen insanlar ona karşı hoşgörülü davranmayan, onu hor gören tahammülsüz insanlardır.(3)
Aslında Hanzo insanda tamamlanmamışlık hissi bırakan bir filmdir. Anlatmak istediğini etkili bir biçimde anlatıp tartışamaz. Kültür farklarına saygı, hoşgörü, farklı olanı budama şeklindeki eğitim anlayışının eleştirisi gibi mesajlar zayıf şekilde aktarılır izleyiciye. Kemal Sunal ve Adile Naşit’in müthiş performansı ilgiyi hikayenin derinliksizliğinden bir nebze uzaklaştırabilse filmin ortasında bir kopukluk yaratıyor. Eh, film kopmasa da bu zayıf hikayeyle baş başa kalsak ne olurdu, onu da bilmiyorum.
3) Kaynaşma: Vahşi Sevgili (1977)
Toros Canavarından esinlenen 2. filmimiz Vahşi Sevgili. Senaryosunu Metin Erksan, Bülent Oran ve Berrin Giz’in yazdığı filmi Tolgay Ziyal yönetmiş.
Zengin ve maceracı bir playboy olan Orhan Öztürk (Selçuk Özer) define avına çıkar. Define haritasını Orhan’ın elinden almak isteyen adamları onu yaralayarak ormana atar. (Peki haritayı neden elinden almazlar, o da muamma!) Bacağından yaralanan Orhan’ı ormanda yaşayan Ayı Kız (Müjde Ar) kurtarır. Orhan’ı tedavi eden Ayı Kız ufaktan ona abayı yakar. Orhan iyileşince Ayı Kız’ı bırakıp şehre geri döner. Orhan’ın sevgilisi Sevda şöhreti günden güne azalan bir şarkıcıdır. Ayı Kız’ı kafes içinde sahneye çıkararak sahnede şarkı söylemek ve arada onu kırbaçlayarak eski şöhretini geri kazanmak gibi dahiyane(!) bir fikir gelir akıllarına. (Sanırım böylece tüm BD&SM meraklılarının ilgisini çekmeyi planlamış olmalılar!) Ayı Kız’ı yakalayarak kafes içinde şehre getirirler ve sahneye çıkarırlar. Ayı Kız televizyonda görünüp ünlü olur ama hala bir kafeste hayvan gibi tutulmakta ve kötü şartlarda yaşamaktadır. Yıllar önce küçük kızı ayılar tarafından kaçırılan Emine Bacı (Neriman Köksal), Ayı Kız’ın kendi kızı olduğundan şüphelenerek şehre gelir ve bir yolunu bularak onu kaçırır. Ayı Kız mağarasına dönerek duvara çizdiği Orhan resmini budaklı meşe odunuyla dövmeye başlar. Şu tesadüfe bakınız ki duvar çatlar ve Orhan’ın aradığı define Ayı Kız’ın üstüne dökülür. Emine Bacı, defineden payına düşen parayla bilimin son imkanlarını kullanarak Ayı Kız’ı tedavi ettirir. Tedavi olan Ayı Kız Prenses Leia’ya dönüşür. O artık zeki, görgülü ve alımlı birisidir. (Ama bilimin son imkanları bile Ayı Kız’ın saç modelini ve rengini değiştirmeye yetmez.) Kalbin kanı ne kadarlık bir basınçla pompaladığı veya uzay araçlarının yakıtının ne olduğu gibi çok gerekli bilgileri ezbere bilen eski ayı kız-yeni Fatma Orhan’dan intikam almak ister. Önce barbutta Orhan’ın varını yoğunu elinden alır. Sonra onu kendine aşık eder. Orhan’ı evlenmeye razı ederken bir yandan da Ayı Kız’ı hatırlatarak vicdanını rahatsız etmeyi başarır ve Orhan en sonunda Ayı Kız’a geri dönmeye karar verir.
Ayı tarafından büyütülen bir insan ve kayıp define gibi fikirlerini Toros Canavarı’ndan alan film, Atıf Yılmaz’ın Güllü serisinin terk edilmiş intikamcı kadın temasını kullanarak öyküyü ilerletir. Özü aynı olan insanın düşünce ve beğenilerinin farklı koşullar altında nasıl bu kadar farklı olabileceğini sorgulamaya çalışır. Paçavralar içindeki Ayı Kız’ın zengin ve sosyetik Fatma Hanıma dönüştüğü zaman arzu nesnesi oluvermesi üzerinde çok kafa yorulmaz ama bunun tuhaf ve kötü bir şey olduğu vurgulanır. Kullanılan, bir kenara atılan ve hor görülen kadın, inanılmaz bir hırsla değişir ve intikam planını tıkır tıkır uygulamaya başlar ve en sonunda vefasız erkeği dize getirir. Dağdan inen, hor görülen, yılmayan, intikamını almak için değişen ve en sonunda intikamını alan gayrı-medeni insan kötü ve açgözlü medeniyete hak ettiği dersi verir.
Dipnotlar:
(1) Sırf hayal gücünü kamçılayacak malzeme veriyor diye sömürgecilik gibi insanlık dışı bir anlayışı savunduğumuz düşünülmesin. Burada amaçlanan sadece tespittir, insanlık karşıtı suçların savunusu değildir.
(2) ”Korkusuz Tarzan”ın, “Tarzan İstanbul’da” filminin yapımcısı Sabahattin Tulgar tarafından çekilmek istendiği fakat parasal nedenlerden ötürü yarım kaldığı anlaşılıyor. Oğlu Kunt Tulgar 1974 yılında büyük ihtimalle aynı projeyi Yavuz Selekman, Yeşim Yükselen ve Gülgün Erdem ile filme aktarıyor. Fatih Danacı’nın yazısına şuradan ulaşabilirsiniz:
https://www.otekisinema.com/tarzan-zor-durumda/
(3) Hanzo’dan düzen karşıtı bir halk kahramanı çıkarmaya çalışanlarca yapılan bazı yorumlar var. Onun yalnızca işini layıkıyla yapmayan insanları hırpaladığını iddia ederek bu savı desteklemeye çalışıyorlar. Halbuki Hanzo çocukça bazı yaramazlıklarının dışında (tabi ki bir “ayı-çocuğun” yaramazlıkları!) hep kendini hor gören insanları hedef alıyor. Bu konuda aslan payını sürekli kendine kötü davranan hasta bakıcı alıyor, bu bir. Layıkıyla çalışmayan adamları hırpalamak ile düzen karşıtlığı, halk kahramanlığı olmaz. Düzenin içinde layıkıyla çalışmayan adamları hizaya getirme çabası, düzen karşıtlığı şöyle dursun, düzeni daha iyi işler bir hale getirir, bu iki. Bazen de layıkıyla çalışmayan adamların olması, salt o adamların savsaklaması yüzünden değil belki de düzenin gereğidir, bu da üç.
“Bizim vahşi kahramanlarımızı çitalar, maymunlar arslanlar yerine ayılar büyütmüş.” Çok beğendiğim bir ifade oldu. Hiç aklıma gelmemişti Özgür hocam, bir çok fikrin doğmasına vesile oldu, bakalım yazıya dökebilecek miyim? Çok teşekkür ediyorum.