blankSeksenli yıllarda dünyanın birçok ülkesi gibi Türkiye’nin tamamını da neredeyse bir salgın gibi sarıp esir almış video kaset furyasına yetişebilmiş neslin, Endonezya tür sinemasının çok da yabancısı olduğunu sanmıyorum. O dönemde birçok Endonezya filmi Türkiye’nin hemen her bölgesindeki video kulüplere dağılmış ve Lady Terminator (1989) gibi birkaçı kaset kiralayanların en çok tercih ettiği filmlerden olmuştu. Peki, Endonezya filmlerinin Türkiye’de ne işi vardı? Açıkçası olay sadece Endonezya ile sınırlı değildi. Günümüzde olduğu gibi o dönemde de ABD, sinema sektörünün mutlak hâkimi konumundaydı ve “Amerikan filmiyse iyi filmdir” kıstası, genel seyircinin olmazsa olmazlarından biriydi. Bunun üzerine ucuz tür filmi üretimi yüksek ülkeler, Amerikan filmiymiş gibi yapan ulusal filmlere ağırlık verdiler. Formül çok basitti; başrole bir ya da birkaç Amerikalı oyuncu koyacaksın, olmadı mı, o zaman Amerikalıyı andıran fiziksel görünüşe sahip yerli oyunculardan birkaçını seçeceksin, filmi İngilizce dilde çekeceksin, olmadıysa mutlaka İngilizce dublajını yaptıracaksın, en sonunda da yönetmen, teknik ekip ve oyuncuların jenerikte geçen isimlerini Amerikanlaştırdın mı işlem tamamdır. Avrupa ve Asya’dan, başta ABD olmak üzere bütün dünyaya yayılan bu tarz filmler, video kaset furyasının da gözde filmleriydi. Peki, dağıtımcılar neden Amerikan filmlerinin ucuz kopyalarını alıyorlardı? Bunun sebebi tamamen ekonomikti tabii ki. Amerikan filmleri, herkesin günde 3-4 kaset kiraladığı bir ortamda çığ gibi yükselen talebi karşılamaya yeterli gelmiyordu. Sadece küçük dağıtımcılar değil, Warner ve Columbia gibi büyükler bile arz-talep dengesini sağlamak için listelerini genişletme ihtiyacı duyuyordu. Kâr marjını yüksek tutmak amacıyla eski tarihli filmlere bile yönelmek zorunda kalan şirketler, Avrupa ve Asya’dan gelen ucuz tür filmlerine hayır diyecek durumda değillerdi. Böylece bu filmler bütün dünyaya yayıldı ve birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de eminim birçok insan, İtalya ve Endonezya başta olmak üzere birçok ülkenin ucuz filmlerini Amerikan filmi zannederek izledi. Dangerous Seductress, video kaset furyasının anca sonuna yetişebildi ama kesinlikle o dönemin en çılgın filmlerinden biriydi.

blank

Dangerous Seductress’a geçmeden önce o dönemin Endonezya’sına da kısaca bir göz atmakta fayda var diye düşünüyorum. Endonezya, 270 milyona yaklaşan nüfusuyla dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesi olmasının yanında dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusuna da ev sahipliği yapıyor. 2010 sayımına göre nüfusun %87’si Müslümanlardan oluşuyor. Bu demografik yapıdaki bir ülkeden böylesi uçuk kaçık filmler nasıl çıkar diye merak ediyor olabilirsiniz. Hemen bir özet geçelim. Uzun yıllar Hollanda sömürgesi altında kalan Endonezya, ancak İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, 1945 yılında bağımsızlığını ilan etti. 1968’de askeri darbe denebilecek bir müdahaleyle başa geçen ABD destekli General Suharto, “Yeni Düzen” (‘New Order’) adını verdiği baskıcı rejimle ülkeyi yönetmeye başladı. Suharto, 1998’deki büyük halk ayaklanmasıyla devrildi. Yaklaşık 30 yıl süren Yeni Düzen sürecinde muhalif seslerin hepsi ya hapse atıldı, ya “ortadan kayboldu”, ya da alenen öldürüldü. Bu dönemde (70’lerin sonuyla 90’ların başı arasında) birçok istismar filmi çekildi. Daha çok işçi kesimin sinemalara gidip izlediği filmlerin birçoğu gişe rekorları kırıyordu. Suharto yönetimi, rejimin sürekliliğini korumak adına halk tarafından büyük ilgiyle karşılanan (ve bir nevi afyon görevi gören) bu tip filmlere göz yumdu. Ucuz film üreten şirketler de yukarıdan herhangi bir baskı gelmeyince sınırları iyice zorladılar. Filmler gittikçe daha fazla şiddet ve daha fazla cinsellik içermeye başladı. Yönetim açısından şiddet kısmında hiçbir sıkıntı yoktu zaten, cinsellik kısmı da çok “abartılmadığı” için görmezden gelindi. Ancak halkın büyük bir kesiminin “iğrenç” ya da “ahlaksız” diye nitelediği Lady Terminator büyük bir infial uyandırınca, yönetim “kabul edilemez” sınırını nereye koyacağına karar verdi ve film, 10 günlük vizyon serüveninin ardından yasaklandı. Böylece filmlerin ne kadar ileri gidebileceklerinin sınırı da çizilmiş oldu. İşte bu dönemde üretilen istismar filmlerinin unutulmaz yönetmenlerinden biri de Tjut Djalil’di.

Tjut Djalil, Endonezya istismar sinemasının en popüler örneklerinden birkaçını yönetmiştir. Sadece ülkesindeki değil, yurt dışındaki tür sineması meraklıları tarafından da gayet iyi bilinen ve sevilen Mystics in Bali (1981) ile Lady Terminator (1989) onun filmleridir. Dangerous Seductress ise onlar kadar çok bilinmez ama kanımca çok daha ilgiye değer bir filmdir. Hatta biraz daha şansı yaver gitse ve tesadüfen barındırdığı düşünülebilecek feminist söylemlerin arkasında durabilmiş olsa bugün filmden çok daha farklı bahsediyor olabilirdik.

Dangerous Seductress filminin ilk 20 dakikalık bölümü, kelimelerle anlatılamayacak tuhaflıkta özel bir B-film deneyimi sunuyor. Tarif etmekte zorlanıyorum ve biliyorum ki “kesinlikle çılgın ötesi”, “muhakkak izlenmesi gereken bir istismar sineması şenliği” ya da “sağlı sollu kroşelerle sersemleten tuhaflık abidesi” gibi ilk kertede sıralayacağım sıfatlar dahi yeterli gelmeyecek. Bu yüzden üç ayrı sekanstan oluşan giriş bölümünden müsaadenizle uzun uzun bahsetmek istiyorum.

blank

Film, sinema tarihinin belki de en saçma araba takip sahnelerinden biriyle başlıyor. Yüklü miktarda mücevher çalan üç hırsız arabayla kaçmakta, peşlerindeki iki polis de kovalamaktadır. İki araba, Jakarta’nın kalabalık caddelerinde slalom yaparak ilerler ama buna rağmen kalabalığa aldırmayan polisler ile onlara karşılık veren hırsızlar, arabaların camından sarkarak birbirlerine ateş ederler. Hem de tabanca, ağır otomatik silah, ne bulurlarsa onunla. Yalnız bu kadar çok kurşun harcayıp da bu kadar az isabet ettiren polislerle hırsızlar, resmen bir ödülü hak ediyorlar. Daha da komik olanı üçlünün şefi konumundaki önde oturan hırsız, arabayı kullanana “neden o polisi vurdun” diye çatarken sürekli ağzına ağzına yumruk atar. Öyle böyle değil ama! Anlamsızlığın ortasında kaybolan sağlam yumruklar! Hatta arabayı kullanan omzundan bir kurşun yedikten sonra bile yumruklar devam eder. Kovalamaca şehir dışına taşar ve ters yönden takibe dâhil olan motosikletli polisin fizik kurallarını çiğneyen (ve ölümüyle sonuçlanan) saçmalığı yüzünden hırsızların önü açılır ama bir mezarlığın yanında yine akıl almaz bir kaza nedeniyle durmak zorunda kalırlar. Polisler yetişir, silahlı çatışma yoğunlaşır, hırsızlar yine kurtulur ama yine çok saçma bir kaza olur ve takla atan arabadan dışarıya hırsızlardan birinin kopmuş kolu fırlar. Arabadan sıçrayan kırık camlardan biri de gelip kopuk kolun işaret parmağını keserek öteye fırlatır ve sekiz dakikaya yakın süren uzun kovalamaca sonunda film, bambaşka diyarlara doğru yelken açmak için ilk hamlesini yapar.

Meğerse kaza, daha sonradan Evil Queen olduğunu öğrendiğimiz, artık cadı mı, vampir mi, büyücü mü, iblis mi, ne olduğunu tanımlayamadığım birinin gömülü olduğu yerin hemen yakınında gerçekleşmiştir. (Yaşasın çokkültürlülüğü yanlış anlayan istismar sineması!) Üzerine damlayan kanlarla canlanan bir cep aynası kutusu, zombi edasıyla toprağın altından çıkıp açılır. Olay yerini inceleyen polislerin gözünden kaçan kesik parmak, hipnotize olmuşçasına canlanır ve kutuya doğru hareket etmeye başlar. Kutunun içine girer, kutu kapanır ve tekrar toprağa gömülür. Derken şimşekler çakar ve kutunun girdiği yerde açılan delikten önce bir ışık huzmesi, ardından da Evil Queen’in holografik ruhu yükselir ve bugüne kadar duyduğum en garip çığlıkları atar. Bitmedi. Hemen ardından bu sefer Evil Queen’in parçalara ayrılmış iskeleti yeryüzüne çıkıp birleşir ve kazadan payına düşen kısıtlı miktardaki kan sayesinde yıllardır bomboş kalan kemiklerin arası dolmaya başlar. Evil Queen geri dönmüştür. Ya da geri dönme işleminin ilk adımını atmıştır diyelim. Çünkü örneğin bir kolu ve bacakları hâlâ kemikten ibarettir ve o anda niye orada olduğunu bilmediğimiz sevimli bir köpek Evil Queen’in henüz çıplak kaval kemiğine göz koymuştur. Ayakta durabilmek için o kemiğe fazlasıyla ihtiyaç duyan Evil Queen, tek bir el hareketiyle köpeğin başını kopartır ve fışkıran kanın yardımıyla yenilenme işlemini sürdürür. Fakat herhalde bünyesine aldığı kan miktarı yeterli gelmemiş olacak ki, yeraltındaki (ya da öbür dünyadaki) ölüler Evil Queen’i bacaklarından tutarak yeryüzüne dönmesine engel olurlar.

blank

Art arda gelen bu iki bağlantısız ve birbirinden absürt iki sekans sonrası, daha tam manasıyla kendimize gelemeden birden Los Angeles’a gideriz. Sinema tarihinin en manasız ev içi şiddet sahnesi gerçekleşmek üzeredir. Susan, tanışma yıldönümleri için yemek masası hazırlayıp süslenip püslenmiştir ama erkek arkadaşı John ortada yoktur. (Bu arada masanın çok uyduruk olduğunu belirtmek zorundayım. Masanın ortasına yerleştirilen koca bir şamdan, koca bir vazo çiçek, bir şişe şarap ve içinde elma ve portakal olan koca bir meyve tabağı ile masanın tamamı kaplanmak istemiş, karşılıklı yerleştirilen yemek tabaklarının önlerine de birer meze tabağı ve şarap kadehi atılmış, o kadar.) Geç bir vakit eve sarhoş gelen John, çiçek hamlesiyle kendini affettirmek ister ama başaramaz. Ama John’un son bir kozu daha vardır: Mücevher! Cebinden çıkardığı yüzükle Susan’ı yumuşatır ve porno romantizmi tadındaki müzik eşliğinde öpüşmeye başlarlar. Yine ataerkil klişeler çalıştı ve her şey yoluna girdi diye düşünürken en beklenmedik şey olur. “Hadi yemek yiyelim şimdi” diyen Susan’a karşı “hayır seks yapalım” modundaki John, mini bir tokat şeklindeki direnişe anlamsızca sert tepki gösterir, genç kadını çevirip masaya yatırır, elbisesini parçalar ve arada yumruklayarak tecavüz etmeye başlar. Bu arada büyükçe görünen masanın hafifçe ikiye ayrıldığını görürüz; büyük masa sandığımız şey, meğer iki küçük masanın yan yana konmasından ibaretmiş. Daha da komiği şu çapraz ayaklı açılır kapanır masaları kullanmışlar. Biliyorum, politik doğrucular kızacak ama söylemeden edemeyeceğim; kısa bir süre sonra tecavüzün şiddetine dayanamayan masa kapanarak yere düşer, tabii ki aynı şekilde oyuncular da. Yere düşme anından hemen önce Susan’ın eline şarap kadehi aldığını görürüz. Muhtemelen tecavüz sırasında kadehi John’un yüzüne vurup kaçacaktır. Fakat masa kapanınca iki oyuncu da yere kapaklanır, herhalde yönetmenden devam işareti almış olmalılar ki Susan, artık çok da gerek olmamasına rağmen kadehi kullanır ve John’un elinden kaçıp kurtulur. Jakarta’da mankenlik ve fotomodellik yapan ablası Linda’yı arar ve ilk uçakla Endonezya’ya gelir.

blank

Şimdi bu garip olaylar silsilesi birbirine nasıl bağlanacak diye merak ediyorsunuzdur. Çoğuna “niye, niye” diye isyan edeceğiniz aşamaları hızlıca sıralayayım: Susan, ablasının yanına gelir. Ablası fotoğraf çekimleri için Bali’ye gider. Evde yalnız başına sıkılan Susan, ablasına doğum gününde hediye edilen antik büyü kitabını bulur. Rastgele bir sayfa açıp içindeki büyüleri sesli olarak okumaya başlar. Büyü sayesinde Evil Queen, Susan’a musallat olur ve ihtiyacı olan kanı elde edebilmek için onun bedenini kullanır. Bu arada en baştaki kazanın hemen Linda’nın evinin önünde gerçekleştiğini söylemiş miydim? Meğer Evil Queen tam da orada gömülüymüş. Sonrası tam bir kaos.

Kabaca özetlemek gerekirse film, ziyadesiyle bahsettiğim dinamik giriş bölümünden sonra tempoyu düşürüp bir parça rölantiye alıyor. Evet, aralarda çok acayip sahneler var ama genelde cinsel açıdan aç erkek gözlerini beslemek maksadıyla yerleştirilen (manken ve fotomodel Linda’nın fotoğraf çekimleri ya da defileleri gibi) sahneler ve turizm şirketlerinin video kataloglarında yer almaya layık turistik görüntüler gibi tampon sahneler ile vakit doldurmaya oynuyor. En sonunda da yine ani gelişen bomba bir finalle son buluyor.

blank

Dangerous Seductress, saçma ötesi doğaüstü hikâyesini bir kenara koyarsak, şiddet gördüğü erkek arkadaşından kaçıp ablasının yanına sığınan bir genç kadının başından geçenleri anlatıyor. Ablasıyla beraber Bali’ye bile gitmek istemeyecek kadar fiziksel ve ruhsal açıdan yorgun Susan, kendini eve hapsediyor. Depresif ruh halinden kurtulması ise Evil Queen’in musallat olmasından sonra gerçekleşiyor. Şunu da söylemeden edemeyeceğim; filmde Evil Queen sadece Susan’a musallat olan herhangi bir “güç kaynağı” olarak konumlandırılıyor ve hakkında başka hiçbir bilgi verilmiyor. Eğer geçmişi, motivasyonu ve misyonu detaylandırılmış olsaydı, Evil Queen’i güçlü kadın figürü olarak okumak mümkün olabilirdi. Susan, Evil Queen’in kan ihtiyacını gidermek için geceleri avlanmaya çıkıyor. İstediği herhangi birini avlayabilir ama o, sokak, bar, kafe gibi yerlerde denk geldiği, “kadın avlamak” için dışarı çıkmış ya da malum eylem için hazır kıta bekleyen erkekleri hedef alıyor. Feminist açıdan hedefini doğru seçiyor ama problemli bir yol tercih ediyor, dönüştürmek yerine yok ediyor. En nihayetinde de finaldeki tercih nedeniyle bilinçsizce de olsa, eksik gedik de olsa, kısmen sözü edilebilecek feminist yapıyı paramparça ediyor. Evil Queen’in altını birazcık daha doldursaydı, öldürmek yerine dönüştürmeyi imleyen bir eylem barındırsaydı ve başka türlü bir finale sahip olsaydı, bugün Dangerous Seductress’tan bambaşka biçimde bahsediyor olabilirdik. Biliyorum, biraz “halamın bıyıkları olsaydı”ya döndü ama Endonezya yapımı bir istismar filmi feminizme ancak bu kadar yaklaşabilir, onun altını çizmek istedim.

Son olarak yönetmen Tjut Djalil’in filmografisine baktığımızda neredeyse bütün filmlerinin benzer temalardan beslenen eklektik bulamaçlar olduğu görülür. Örneğin filmin başındaki saçma araba takip sahnesi gibi “imza” sahnelerle birçok Djalil filminde -gerek olsun olmasın- sıklıkla karşılaşırız. Bunun dışında kara büyü, okültizm, doğu mistisizmi, intikam, doğaüstü güçler, kötücül büyücüler, ölümden geri dönüş, kanla beslenme, ilk akla gelen ortak temalardır. Filmler de genellikle bu temaların herhangi bir mantık dizgesine oturtma çabasından yoksun biçimde bir araya getirilmesinden oluşur. Nitekim Dangerous Seductress da bu açıdan çok farklı bir yerde durmuyor.

Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca

blank

blank

blank

Murat Kızılca

1971 İstanbul doğumlu. Aylık online sinema dergisi CineDergi ve aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. 2008 yılından beri katkı sağladığı Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Secret World of Arrietty / Aşırıcılar (2010)

Aşırıcılar Mary Norton’un aynı isimli fantastik romanından uyarlama. Miyazaki’nin fantastikliğinin
blank

Hara-Kiri: Death Of A Samurai / Ichimei (2011)

Yeni Miike filmi Hara-Kiri: Death Of A Samurai, Masaki Kobayashi’nin