Netflix’in ülkemizde de yayına başlaması ile birlikte “Netflix Originals” denilen şirketin kendi ürettiği film ve dizilere de erişimimiz kolaylaştı. Böylece Daredevil, Marco Polo gibi dizileri sansürsüz ve RTÜK korkusuz bir şekilde izleyebilir olduk.
Dizi sektörü artık öyle bir yere geldi ki sinema ile arasındaki fark neredeyse kapandı. Öyle büyük bütçeli işler izler olduk ki bazen sinemanın bile TV karşısında gücünün azaldığını düşünüyorum. Bunun bir nedeni TV teknolojilerinin gelişip evde artık 5.1 ses sistemli, standart Full HD ve hatta 4K filmler izleyebiliyor olmamız ise, bir nedeni de TV sektöründe kalite çıtasının çok yukarılara taşınmış olması.
Netflix’in bu kaliteli dizi üretimindeki katkısı çok büyük. Elindeki kozlardan biri de kesinlikle Daredevil. Kör bir avukatın gündüz suçluları adaletin önüne çıkarırken, geceleri onları dayak ile adam etmeye çalıştığı bir dünyada geçen Marvel uyarlaması Daredevil, karanlık dünyası ile çizgi roman uyarlamaları arasında çok farklı bir yerde konumlanıyor.
Marvel ne kadar sinemada X-Men, Örümcek Adam, Galaksi’nin Koruyucuları, Kaptan Amerika, Iron Man gibi çizgi roman uyarlamalarıyla DC ile arasında büyük bir fark açmış olsa da Batman kadar ciddi bir işe imza atamadı.
Gotham’ın o karanlık dünyası, Batman’in kişisel problemleri, kötü adamların en az kahraman kadar sevilmesi gibi Batman dünyasına özgü başarılar Marvel’in işlerinde kendine yer bulamadı. Marvel filmleri her zaman daha renkli daha eğlenceli ve aksiyon yüklü filmler oldu.
Kaptan Amerika’da biraz daha sert bir film yapmaya çalışsalar da Winter Soldier’da bile ben hala bir Batman başarısı yakalandığını kabul etmiyorum. Ellerinde çizgi roman piyasasının en sert kahramanı olan Punisher’ın da sinema versiyonlarını ne kadar çok sevsem de ciddi bir sinema başyapıtı olarak ele alabilmem zor.
Ancak Daredevil’in 2003 yılında Ben Affleck tarafından canlandırılarak berbat edilmesinden sonra bu denli iyi bir işe imza atılabileceğini görmek mutluluk verici.
Daredevil dizisi bir süper kahraman dizisinden çok karanlık bir suç dramı. Drew Goddard ve Steven DeKnight (Joss Whedon’un pek çok işinde karşılaştığımız ikiliyi en son Cabin In The Woods’tan hatırlıyoruz) prodüktörlüğündeki dizi çürümekte olan New York’un arka bahçesi Hell’s Kitchen’da düzeni sağlamaya çalışan bir avuç insanın kendilerinden çok büyük bir suç örgütünü ortaya çıkartma çabalarını anlatıyor.
Matt Murdock (Charlie Cox) ve ortağı Foggy Nelson (Elden Henson) büyük bir avukatlık şirketinden gelen iş teklifini reddederek kendilerine yeni bir şirket açıyorlar. Amaçları suçsuz insanlara yardımcı olmak. İlk işlerinde üstüne yıkılan suçtan kurtardıkları Karen Page (Deborah Ann Woll) de onlara katılarak ekibin güzel ve akıllı kadın karakteri oluyor.
Çocuk yaşta kimyasal bir atıkla temas eden Matt’in gözleri kör olunca diğer duyuları insanüstü çalışmaya başlamıştır. Babasının boksörlüğünden adeta genlerine işlemiş olan dayağa doymama güdüsü de eklenince yıllar içinde Matt Murdock tam bir vigilante’ye dönüşür.
Matt gündüz gördüğü insanlık dramlarını gece bolca dayak yiyerek ve elinden geldiği kadar adam döverek çözmeye kendini adar. Rusların insan kaçakçılığı işlerini bozunca daha büyük bir suç örgütünün ve kimsenin adını bile anmak istemediği suç lideri Walter Fisk (Vincent D’Onofrio) ya da çizgi roman okuyucularının sevdiği ismi ile Kingpin’in radarına girer.
İlk sezonu 13 bölüm süren dizi Kingpin ile Daredevil’in arasında gidip gelirken gerçek bir kötü karakter yaratmanın bir hikayenin ne kadar önemli bir unsuru olduğunu bizlere gösteriyor. Yılların usta oyuncusu Vincent D’Onofrio ne kadar da çizgi romandaki insanüstü boyuttaki Kingpin kalıplarında olmasa da müthiş bir karakter çiziyor ve neredeyse kendini asıl iyi adam olduğuna seyirciyi inandırıyor. Fisk’in aşkı, hayatı, Hell’s Kitchen’ı yeniden düzenleme planı Daredevil’in ortaya çıkması ile bir anda bozuluyor ve tek tek tüm dostlarını kaybetmeye başlıyor.
Daredevil’in kısa geçen ve fazla abartılmadan kotarılan aksiyon sahnelerindeki başarısının yanında senaryoya verdiği önem başarısındaki ana etkenler. Sırf Fisk’in git gellerinin değil Murdock’ın da zaman zaman üzüntüden ağladığı sahneler bir çizgi roman çevriminde devrim yaratacak kadar güçlü bir öğe olarak göze çarpıyor. Tüm oyuncuların üst düzey performansları, çekimlerdeki her öğenin, her planın kafa patlatılarak yapıldığı hissini veren sekanslar, özellikle koyu kırmızı ışığın psikolojimizi etkilediği sahneler dizinin kalitesini hep üst seviyede tutmayı sağlıyor. Zaten dizinin jeneriği bile o kadar iyi hazırlanmış ki Game of Thrones’dan sonra unutulmaz jeneriklere iki numaradan giriş yaptı diyebilirim.
Karakterlere sıkıca bağlanıp yoğunlaşan senaryo zaman zaman bir süper kahraman dizisi izlediğimizi bize unuttururken bir anda ortaya çıkan aksiyon ile seyirciyi koltuğa çivilemeyi başarıyor. Ne kadar dizi süper kahraman dünyasından uzak dursa da ayrıntılarda Marvel dünyasının devam ettiğini görebiliyoruz. Örneğin gazeteci Ulrich’in daha önce yaptığı New York savaşı haberinde Avengers’ın dünyayı uzaylılardan kurtardığı fotoğraf var. Gene de buna rağmen Daredevil dünyası süper güçlere odaklanmadan hikayesini anlatmanın derdinde.
Daredevil daha ilk sezonundan benim nazarımda televizyon klasiklerinden biri olmayı başardı. Ancak ikinci sezonda konuya Punisher’ın da dahil olması ile seyir zevkinin nasıl etkileneceğini merak ediyorum. Sırf çizgi roman severlerin değil, polisiye, suç ve drama severlerin de beğeneceğini düşündüğüm bir iş Daredevil.
Dip not: Bu yazı Cinedergi Mayıs sayısında yayınlanmıştır.
Öteki Sinema için yazan: Masis Üşenmez