Mad Max’in memleketi Avustralya’dan yine küçük, güzel ve esprili bir post-apokaliptik B-film var karşımızda. Aslında hikaye tam bir mahşer sonrası değil. Daha çok Robocop’taki gibi dünyanın çöpe döndüğü karanlık bir yakın gelecek; yani bir distopya filmde çizilen.
Günbatımında kızarmış turuncu, mahşeri bir gökyüzü… arka planda şehrin üzerine veba gibi çökmüş dev fabrikalar… kara dumanlar… Bir genç, eşofmanlarıyla yavaş ve tempolu bir biçimde koşusunu yapmakta… Sokaklara amaçsız punk çetelerin hakim olduğu, işsizliğin kol gezdiği bir şehir… Adam koşusunu bitiriyor ve 3 punk kızın yanında soluklanıp kızlardan birini öpüyor. Ekranda kalın koyu turuncu harflerle DEAD END yazısı beliriyor, ardından da altında mavi neon harflerle hafif sağa eğik DRIVE IN yazısı beliriyor ve filmin rock’n’roll müziği patlıyor. Bu oldukça şık ve keyifli başlangıçtan sonra koşusunu bitirmiş olan Crabs, fıstık gibi olan kız arkadaşını alıp, bir Drive In sinemasına, yani seyircilerin otomobilleri içinde sinema seyredebildikleri bir açık hava sinemasına gidiyor. Film esnasında Crabs kızarkadaşıyla sevişirken arabasının tekerlekleri çalınıyor ve durumun farkına varan Crabs, soluğu müdüriyette alıyor.
Ancak bu Drive In sinemasının sahibi pek yardımcı bir insan çıkmıyor ve Crabs’e şikayetini ancak sabah bildirebileceğini, akşamı burada geçirmek zorunda olduğunu söylüyor. Sinirden deliye dönen Crabs, ertesi sabah yavaş yavaş bu işte sandığından daha büyük bir terslik olduğunu fark ediyor. Keza yaya olarak dışarı çıkmanın mümkün olmadığı, şehirden uzak ve etrafı elektrikli tellerle çevrili bu ortamda, kendisi gibi tekerlekleri çalınarak burada yaşamaya mahkum edilmiş küçük bir toplum yaşadığını fark ediyor! Bu Drive In sinemasının aslında işsiz ve başıboşlar için bir toplama kampı olduğunu anlıyor! İşin daha da kötüsü ve ilginç yanı ise, dışarıdaki hayattan umudunu kesmiş bu insanlar, bu sinema alanından (bir panayır alanı gibi düşünün) kaçmayı düşünmüyorlar bile. Buradaki hayatlarından memnunlar…
Dead End Drive In’in yarattığı bu ortam aslında bir microcosm, yani toplumu ufak bir örnek yaratarak sembol ediyor. Filmin bir sahnesinde kız arkadaşıyla tartışan Crabs “buradaki insanların tek yaptığı sabahtan akşama aylak aylak dolanmak, kriket oynamak, arabalar hakkında konuşmak ve akşam sinemada film izlemek. Böyle bir hayata nasıl dayanabiliriz!” diye isyan ediyor. Tabi bu cümle filmin bütün alegorisini özetleyen ve filmin kalbini oluşturan bir cümle oluyor (biz kriketi futbol olarak düşünelim tabi).
Dahası filmin Avustralya yapımı olması, ister istemez akıllara 1800’lü yıllarda Avrupa’dan Avustralya’ya sürülen mahkumların hikayesini getiriyor. Avustralya’ya beyaz adamın yerleşiminin başlangıcında Avustralya’daki bir çok eyaletin cezai koloniler olduğunu biliyoruz. Buradaki insanların durumunu düşünürsek, Dead End Drive In’dekilerden pek de farklı olmadıklarını görebiliriz. Filmdeki sosyal eleştiri bu kadarla da kalmıyor. Drive In sinemasına sonradan getirilen Asyalı ve Hintli tutsaklar, diğer beyazların tepkisini çekiyor ve Drive In sinemasında ırkçı bir kutuplaşma başlıyor.
Avusturalya sinemasının bu kült klasiği, 80’lerin o unutulmaz b-film havasının her karesinde hissedildiği mütevazi ve eğlenceli bir film olarak distopya edebiyatı içerisindeki yerini hak etmiş bir yapım.
geçen gün bu filmi seyrettim. aslında filmin hikayesi orjinal ve sağlam. ama bence yönetmen bu işin altından tam kalkamamış. bu tür distopya, post apokaliptik filmlerde en önemli unsur atmosfer. tekinsiz, biraz ürkütücü bir atmosfer olması lazım filmde. ne yazık ki bu filmde yok bu. daha çok aksiyon filmi gibi seyrediliyor. hikayenin potansiyeli tam ortaya konamamış kanımca. velhasıl film bir süre sonra sıkıcı hale geliyor.
filmin artılarına gelince… 80’lere özgü müzikleri duymak eğlenceli. Türün meraklıları için iyi bir seyirlik olabilir.