“Sho-ryu-ken!” (Yutani)
CHAANK isimli askeri donanımlar üreten dev bir firmanın ürünlerinden birinde kullanıcıların kontrol dışı olmasına neden olduğu keşfedilir. Bu durumu öğrenen şirketin yeni yöneticilerinden Hayden Cale (Ely Pouget) proje çalışanlarından Jack Dante’yi (Brad Dourif) işten çıkarır. Bu arada sivil toplumdan büyük tepki gören şirketin faaliyetlerini sabotaj etmek için üç kişi şirket içine sızmaya çalışır: Raimi (John Sharian), Weyland (Andreas Wisniewski) ve Yutani (Martin McDougall). Cale’e ilgi duyan Dante hem işerini devam ettirmek hem de intikam almak için gizlice yürüttüğü Warbeast isimli projesini şirket yöneticilerini hedef alacak şekilde programlayarak harekete geçirir…
17 yaşımı yeni doldurduğum 1991 yılında sinemada izlediğim üç türde film ilerisiyle ilgili ciddi kararlar almama neden olmuştu.
İlk darbe: Home Alone (1991) ve bir daha asla sinemada çocuk filmine gitmemek. Arada Shrek ve Aladdin gibi iki istisna var ve pişman değilim. Ama kararlılığım devam ediyor. İkinci darbe: Die Hard 2 (1991) ve bir daha asla sinemada aksiyon filmlerine gitmemek. İşin bu kısmı tam bir arıza abidesi. Üçüncü darbe: Bu inatçı kararımla o kadar sinema programı takip eden benim (o kadar derken abartmış oluyorum, çünkü yanlış hatırlamıyorsam bir tek TRT2’de vardı), üstelik en yakın arkadaşımın bütün ısrarlarına rağmen güzelim Terminator 2’yi (1991) Schwarzenegger’in Commando’su gibi bir şey sanıp gitmeyişim. Ta ki iki hafta sonra televizyonda o helikopterdeki değişim sahnesini görene kadar. Bir hırsla gittiğim sinema tıklım tıklımdı ve bana filmi en ön sıradan izlemek düştü. Ama hissettiğim hayranlık ve zevk, bütün tükürdüğümü afiyetle yalama utancından arınmama yaradı. Bu film hem aksiyonun yeri geldiğinde zevkli olduğunu, hem de James Cameron’un benim için ne kadar önemli olduğunu kafama işledi. (Küçük bir not: Bunu yazarken suratım kızarıyor ama Terminator 2’ye gelene kadar Cameron’un başta Aliens’ı (1986) sonra da The Abyss’i (1989) benim için zaten zirve noktaları olduğunu ayrıca itiraf etmeliyim. İlk Die Hard’ın (1988) ayrı bir güzelliği olduğunu da…)
Şimdi bu kadar uzatma ne diyeceksiniz. 1996 yılında (sınavlarımın en yoğun zamanında) ATV’de izlediğim Death Machine’in bende yarattığı etki de böyle bir şey. Reklamlarına bakıp uyduruk bir tv veya video filmi sandığım Death Machine uyduruk, ucuz ama Terminator 2’den beri seyrettiğim en heyecanlı filmdi. Ama, tv filmleriyle, dizilerle, hatta çoğu video filmleriyle genelde aram bozuk, o ayrı.
—–
Death Machine. Yaratıcı(!) bir isme sahip, Amerika’da geçen bir İngiliz filmi. İçinde kimler var? John Carpenter, Sam Raimi, Scott Ridley(!), Wyland(!!), Yutani(!!!), Jack Dante(!!!!)… Bu da ne diyebilirsiniz. Ama yanlış yazmışın demeyin. Çekinmeyin, girin şirket koridorlarına.
Stephen Norrington’un ilk uzun metrajlı filmi olan Death Machine’i konusunu ciddiye alıp izleyen biri, oradan buradan alınmış parçalardan yamanmış uyduruk bir film olduğunu düşünür, hatta bu satırları yazan kişiye sağlam küfürler savurabilir. Haklıdır da. Çünkü film kesinlikle “uyduruk” ve en önemli erdemi de bu belki. Norrington kendisini etkilemiş yönetmenlere (John Carpenter, Ridley Scott, Sam Raimi vb.) ve filmlere (Terminator, Robocop, Evil Dead, Aliens, Blade Runner, Predator, Die Hard, Rocky, Scarface, hatta yazı başından anladığınız gibi Street Fighter II…) gerek isimleriyle gerek görsel göndermeleriyle, açıkçası sinema aşkıyla dolu bir selam çekiyor. Ama bu selam çakma, Mel Brooks’un yükselttiği, ZAZ ekibinin çıtayı biraz daha genişletip sonra kaymağını yediği, en son olarak da Jason Friedberg ve Aaron Seltzer isimli iki şahsın tekelinde Scary Movie (2000), Meet The Spartans (2008), Disaster Movie (2008), Epic Movie (2007) gibi filmlerle yerlerde süründüğü mini tür “spoof” filmlerinden değil. (Sürünüyor desem de bu oldukça ucuza çıkan filmlerin Amerika’da gişede iyi bir başarı elde etmesi gibi bir durum da var.) Norrington’un esprili ama dalga geçmeden yaptığı bolca gönderme/alıntı bir sinefili 5 dakikada bir “aaa, bu şeyden değil mi” diye hatırlamak için yerinden zıplatabilir. Karşımızda 120 dakikalık türdeşlerine göre oldukça uzun sayılabilecek bir film olduğunu düşünürseniz bol zıplamalara hazırlıklı olun. Yine aynı beş dakikalar içinde, filmin tüm hızıyla beraber gerilip gülüp içiniz çekilip tekrar gülüp tekrar gerilmeniz Norrington’ın tarzından kaynaklanıyor.
Stephen Norrington bu deli fişek filmin hemen ardından hem eleştirmen hem de seyirci beğenisini kazanıp sinemada ve televizyonda bir seri haline gelen, (aslında bu filme kadar da sadece bir çizgi roman yan karakteri olan) Blade (1998) ile büyük başarı kazandı. Arada küçük ölçekli ama yine ilgiye değer The Last Minute’ın (2001) devamında gelen bir Alan Moore uyarlaması olan The League Of Extraordinary Gentleman (LXG) (2003), aslında ilginç bir film olmasına rağmen gerek fazla İngiliz oluşu, gerek fazla görkemli oluşuyla, gerekse Amerikan tarzı denebilecek bağlanabilecek bir baş kahramanı olmamasıyla, Blade’in aksine ne iyi eleştiriler alabildi ne de çok izleyici çekebildi. Norrington’un son projesi ise belki de pek çok fantastik sinemaseveri (başta yaşı otuza yakın veya aşmış olanları) kızdıracak bir yeniden çevirim: The Crow. Norrington’un söylediğine göre bizi anti-gotik, gerçekçi bir hikayesi ve sinema anlayışı olan bir film bekliyor. Sanırım Dark Knight’ın kazandığı büyük başarı bir dönem bu tür “gerçekçi-bol entrikalı-süper(?)kahramanlı” filmler görmemize neden olacak. Son olarak da Norrington’un özel efekt konusunda Young Sherlock Holmes (1985), Aliens (1986), Hardware (1990), Alien³ (1992) ve Exorcist: The Beginning (2004) gibi filmlerde çalıştığını da belirtelim.
Filmde önemli bir rolü olan, aynı zamanda filmin tek bilindik oyuncusu Brad Dourif, One Flew Over The Cuckoo’s Nest (1975) ile çok sağlam bir çıkış yaptıktan sonra kimi önemli, çoğu önemsiz bolca filmle dolu bir filmografiye sahip hala aktif bir oyuncu: Eyes Of Laura Mars (1978), Dune (1984), Blue Velvet (1986), Child’s Play (1988) (sonraki bölümlerinde sesiyle), The Exorcist III (1989), Jungle Fever (1991), Trauma (1993), Alien: Resurrection (1997), The Lord Of The Rings serisi (2001-2003), The Wizard Of Gore (2007), Rob Zombie’s Halloween (2007) gibi…. Dourif’in Jack Dante olarak performansı, kimi zaman abartılı olsa da, senaryonun ona en iyi bölümleri vermesi ile bir ara ortalığı kavuran “Jack Nicholson mı, Heath Ledger mi” tartışmalarının sıkıcılığını hatırlatacak kadar eğlenceli. Üstelik film çekildiğinde kırkbeş yaşında olduğuna inanmak güç.
Bu kısım kafatası avcıları için: Filmin ilk dakikalarına dikkat. Çok az bir süreliğine de olsa, o aralar pek tanınmayan Rachel Weisz karşınızda. Yönetmen Norrington’un yöneticiler arasında yer alması ise ayrı bir ayrıntı.
Bu kısım teknoloji meraklıları için: Baştan söyleyeyim. film o kadar eğlenceli ki, bugün izlediğimde, geri kalmış görsel teknoloji o zamandan daha eğlenceli. Ama yine de “fantastik mi bilim-kurgu mu” savaşında ısrarla bilim-kurgu diyorsanız filmin durumu sizin için çok iç açıcı değil. Hatta film aksiyona daha yakın. Filmde dönemi için yeni yeni, şu an içinse “öff” dedirten hacker kavramı geçiyor. Bunun teknik olarak gösteriminin ise elli yıl önceki yanıp sönen sarı ışıklardan bir farkı yok. Eğlenceli gelmedi mi? O zaman WarBeast’in korkuya odaklı olduğunu söyleyelim. Nasıl mı yapmışlar? En iyisi bunu da geçelim. Size yutturamayacağım. Siz bu filmi izlemeyin.
Bu kısım tasarım meraklıları için: Düşük bütçesine rağmen Death Machine Norrington’un teknik becerisi ve hınzırlıkları ile olduğundan daha büyük görünüyor. Neredeyse tamamı daha çok uzay gemisine benzeyen CHAANK yönetim binasında geçen film, bu tür kovalamaca filmlerin olmazı klostrofobi duygusuyla beraber büyüklük hissini de sahip. Ayrıca Residen Evil filmlerinde artık bunaltı veren hareketli yapı simülasyonunun (!?… bilmiyorum doğru bir ifade mi oldu) ilk kullanıldığı filmlerden. WarBeast’e gelince. Bir süre sadece korkuya odaklı gözlerinden (görüş menüsü bir harika!), sonra kısmen, sonlara doğru ise daha bir boydan gördüğümüz bu robot, kısmen görüldüğünde çok daha başarılı. Öldürme şekli ise tahmin edilenin aksine lazer veye bilumum ateşli bir silahla değil. Bunun yerine kocaman sivri pençelere ve paslanmayacak hissi veren kocaman dişlere sahip. Bu yüzden hedeflerini ne yazık ki (ya da biz izleyiciler için neyse ki) kolay bir ölüm beklemiyor. Tam boyda ise sanki dağılacakmış hissi veren (onca mücadeleye göre normal sayılır), hatta bir ara yaralandığında bebek gibi koşan (bu sahnede aklıma gelen tek benzeri örnek Peter Jackson’în Braindead’indeki meşhur bebeğin yürüme sahnesi, o bebeği çok severim de…), mümkünse evimde bir tane isteyeceğim bir güzelliğe sahip.
Doksanlarda çekilmesine rağmen seksenlerin havasına sahip, nefes nefese koşturan, kan akıtan, güldüren, kemik kıran, kurgusuyla, tasarımıyla ve efektleri ile parlayan ve sarkmayan bu küçük-büyük filmi (her sevilenin bir sevmeyeni vardır kuralını da göze alarak) rahatlıkla tavsiye ederim.
Not: Filmin benim izlediğim Director’s Cut olarak geçen ve sinema kurgusundan yirmi dakika daha uzun olan versiyonunun ek içeriği Cale ile ilgili alt hikayeden ve daha çok Jack Dante monoloğundan oluşuyor. Norrington, ek sahneler filmi yavaşlattığı için bu halinden hoşlanmıyormuş.
Öteki Sinema için yazan ANIL “A:S:A” SEÇKİN (05-02-2009)
Çok keyifle okudum. Yazarken yine fırtınalar estirmişsin Anıl :) İlk fırsatta bir yerlerden bulup izlemek istiyorum. Sadece filmi değil dönemin ruh halini de anlamak açısından pek lezzetli bir yazı olmuş. Ellerine sağlık.
Yazdıklarım sizler gibi konuyla ilgili geniş bilgisi olanların ilgisini çekebiliyorsa ne mutlu bana. Benim için iyi bir motivasyon oluyor.
Bir de, Poltrygeist’da da Disaster Movie vb.’den yine bahsetmiştim. Demek çok kötü etkilemişler beni. :)