Dünyaca ünlü bir korku romanı yazarı olan Suttor Cane aniden ortadan kaybolur. Yayımcısı tarafından özel bir sigorta müfettişi olan John Trent yazarı bulmak için tutulur. Tent iz peşinde ilerlerken sadece yazarın romanlarında bulunan bir şehire gelir. Artık gerçek ve hayal birbirine karışmıştır…
1995 yapımı John Carpenter filmi In the Mouth of Madness 70lerde ve 80lerde fırtınalar estiren yönetmenin son iyi işlerinden biridir. Özellikle doksanlarda oldukca gözden düşen yönetmenin daha bitmediğini gösteren bir yapım olarak da saygıya değer. Ancak ne yazık ki eleştirmenler tarafından oldukça kötü not almıştır. Benim için ise bu film gerek Carpenter filmografisinde, gerekse korku türünde yapılmış en önemli işlerden biridir. Bir kere H.P. Lovecraft hikayesinden esinlenilmesi ayrıca Carpenter’ın Apocalypse Trilogy (Mahşer Üçlemesi) adını verdiği The Thing, Prince of Darkness’ın son halkası olması bakımından seyre değer bir yapımdır.
Seksenlerin ikinci yarısı ve doksanların ortalarına kadar geçen zaman özellikle H.P. Lovecraft hayranları için oldukca bereketli sinema uyarlamaları ile doludur. Şöyle bir bakacak olursak Re-Animator (1985), From Beyond (1986), The Curse (1987), The Unnameable (1988), The Resurrected (1992), Lurking Fear (1994), Necronomicon (1994) ve Dagon (2001) gibi birçok başarılı yapım bu dehanın hikayelerinden uyarlanmıştır.
Bu dalgaya tabi ki John Carpenter’ın kapılması, en göz önünde olduğu yılların Stephen King uyarlamaları ile geçtiği düşünülürse yadırganmayacak bir durumdur. Ancak şu da bir gerçektir ki H.P. Lovecraft’ın hikaye anlatıcılığına en yakın örnek de In the Mouth of Madness’dır.
Önceki uyarlamalar daha çok şiddet ve yaratık sekansları içerirken IMOM son derece naif ve psikolojik gerilim sahneleri ile korkunun dozunu ayarlamaya çalışmaktadır. Tabii ki bu durum bizi hayalgücümüzle başbaşa bırakmayı sağlamaktadır ve Lovecraft’ın felsefesine daha yakındır.
Korku sineması paranoya ile oldukça fazla ilgilenmiştir. Carpenter ve New Line Cinema CEO’su Michael De Luca’nın ortaklaşa senaryolaştırdıkları IMOM’da paranoya üzerine bir kurguya sahip. Karakterlerden birinin şu sözleri de bunu doğruluyor “Gerçeklik kendimize inandırdığımız şeydir”. Filmimizin konusu da tam bu noktadan çıkıyor. Toplu histeri gerçeğe dönüşebilir mi? Herkes aynı hayali görürse o gerçek midir? ya da what is the matrix ulan?
Film flashbacklerle ilerlese de zaman zaman hikayenin hangi bölümünde olduğumuz iyice bulanıklaşıyor. Korku dozunu arttıran imgelemeler, zaman kaymaları, boş yolda giderken kafasını dönüp bisikletten bakan yaşlı amca (bir nesli nasıl korkuttuğunu anlamak için ekşi sözlüğe bakmanızı öneririm), kaçmaya çalışırken hep aynı yerde dönüp durmak, siz bakmadığınız zaman yer değiştiren resim figürleri gibi birçok Carpenter dokunuşu filmde mevcut.
Film başlarda ağır ilerlese de özellikle Tent (Sam Neill rolünde oldukça başarılı) peşinde olduğu yazarın kitaplarındaki referanslarla asla var olmamış bir şehir olan Hodd’s End’e ulaşmasından sonra ivme iyice artıyor. Tent ve dünya kaçınılmaz sonlarına doğru iyice yaklaşıyor. Yazarla buluşma sahnesi, köydeki karakterlerin farklılıkları tüylerinizi diken diken etmeye yetiyor.
Sutter Cane’in (Stephen King kopyası) son kitabının yayımlanmasının dünyanın sonunu getireceğini düşünen Tent ne yaparsa yapsın kitabın taslağından kurtulamıyor ve onu yayımcıya iletmekten başka şansı kalmıyor. Sonra mı? sonrası zaten filmin başında mevcut. Mahşer etrafı sarmışken bu paranoyadan kurtulmuş belki de tek kişi Tent. O da hastaneden kurtulunca kendini az önce seyrettiğimiz filmi gösteren bir sinemada buluyor. Bu son sahnede Tent karakterinin nasıl delirdiğini yakın planda gösteren Carpenter post apokaliptik bir filmin illa zombi ya da vampirden değil, insanın kendi deliliğinden de beslenebileceğinin dersini veriyor.
Öteki Sinema için yazan: Masis Üşenmez
en tırstığım filmdir. çünkü ilk sahneden başlayarak gittikçe yoğunlaşan bir belirsizlik ve anlamsızlık izleyicinin yakasını bırakmaz. artık hayal-gerçek ayrımını düşünmekten ziyade daha iyi “kabuslar” izleme isteği uyandırır insanda.
yaratıklar, vampirler, zombiler hayal ürünü der geçeriz ama deliliğe giden yoldan daha korkutucu bir gerçeklik var mıdır?
Ankara’da, Metropol sinemasıydı sanırım, ilk gösterime girdiği gün, ki İstanbul’dan 1 hafta sonra gelmişti, oldukça küçük ve uyduruk bir sinemada izlemiştim bu filmi. Ama Carpenter sevgim o kadar büyüktü ki, zevkime engel olamamıştı. Hala da çok sever, kara mizahı ile çok özel bulurum bu filmi. (Zamanında rahmetli Metin Demirhan’a bu filmi çok sevdiğimi söylediğimde acayip kızmıştı bana, “böyle Lovecraft uyarlamaı olur mu” diye… Sonra o kızgınlıkla Dünyaya Düşen Adam’ın posterinin fiyatını soran birini haşlamıştı. Çılgınlığın eşiği bu olsa gerek.)
bana gore en iyi carpenter filmidir. evet it’de daha iyi.