Dün akşam nihayet uzun zamandır methini duyduğum District 9’ı izleme fırsatını buldum. Güney Afrikalı Neill Blomkamp’ın yönetmenliğini, Peter Jackson’ın yapımcılığını üstlendiği bu film, The blair Witch Project gibi öncüllerinin açtığı yolda ilerleyerek başarılı bir viral marketing kampanyasıyla, henüz vizyona girmeden büyük bir ses getirdi.
District 9’ın senaryosu, Blomkamp’ın birkaç sene önce yaptığı Alive in Joburg adlı kısa bir filme dayanıyor. konusu kısaca şöyle: 1982 yılında Johannesburg semalarında dev bir uzay gemisi belirir. Bir süre kimse ne yapılması gerektiğini tam olarak bilemez, fakat en sonunda ordu duruma müdahale etmeye karar verir ve uzay gemisinin yüzeyine bir delik açarak içeri girerler. İçeride beklemedikleri bir manzarayla karşılaşırlar. Milyonlarca dünya-dışı varlık (politik doğruluk açısından “uzaylı” demiyorum!) açlıktan kırılmaktadır. Uzay gemisinden yer yüzüne indirilen yaratıklar, Johannesburg’da District 9 adı verilen bir gettoda toplanırlar ve zaman içinde hükümet tarafından etrafları dikenli tellerle çevrilerek nüfusun geri kalanından ayrılırlar (yaratıklarla yasadışı ticaret yapan Nijeryalı çeteler hariç).
Bu olaydan 20 yıl sonra Multinational United (MNU) adlı özel bir şirket – ki amaçları dünya dışı silah teknolojisinin sırrını çözmektir – yaratıkları şehrin iki yüz metre uzağındaki bir toplama kampına taşımak için harekete geçer. Bu projeyi gerçekleştiren ekibin başında, oldukça saf, fakat bir o kadar da ırkçı (yaratıklara karşı ayrımcılık anlamında) bir karakter olan Wikus van de Merwe vardır. Taşınmanın ilk gününde kazara dünya dışı bir sıvıya maruz kalan Wikus’un DNA’sı değişmeye başlar. Wikus aşağılayıcı bir şekilde “prawn” (karides) olarak adlandırılan dünya dışı yaratıklardan birine dönüşmektedir. Bu onun avcıdan, avlanan konumuna geçmesine yol açar, ve aşağıladığı yaratıklarla işbirliği yapmak zorunda kalmasına sebep olur.
Mockumentary janrı son zamanlarda bir rönesans yaşıyor demek mümkün. Aslında belki mockumentary demek de çok doğru değil, çünkü mockumentary (terimi ortaya çıkaran This is Spinal Tap filminden de anlaşılacağı üzere) mizahi anlamlar da taşıyor. Fauxcumentary, ya da sahte belgesel – sahtesel?! – demek daha doğru. Yakın zamanda Cloverfield, Diary of the Dead, Paranormal Activity gibi bu türde pek çok film gördük. Bunun en önemli sebeplerinden biri, 21. Yüzyılın başat televizyon yapımlarının reality şovlar olması. Bu hem hepimizin izleme alışkanlıklarında değişikliklere yol açıyor, hem de sinemacılara yeni anlatım olanakları sağlıyor. Genelde dijital kamerayla çekilen bu tür filmlerde, reality televizyon programlarındaki gibi, başkalarının özel hayatlarına dikiz atıyormuşuz hissini yakalıyoruz.
District 9 da bu tarzı – kısmen de olsa – kullanıyor. Aslında burada iki film var gibi. Birincisi dijital kamera görüntuleri, sahte televizyon haberi görüntüleri ve sahte röportajlardan oluşan belgesel kısım, ikincisi aksiyon sahnelerine dayanan ama yine de gerilla kamera kullanımından geri kalmayan kurmaca kısım. Bu seyirciye hikayenin iki yüzünü de görme fırsatı veriyor. Birincisi bir komplo teorisi belgeseli havasında olay hakkındaki rivayetleri öğrenmemizi sağlıyor, ikincisi ise hikayenin iç yüzünü görmemizi. Blomkamp bu iki tarzı çok iyi harmanlamış.
District 9’ı son zamanların en iyi bilim kurgu filmi haline getiren özellik ise taşıdığı altmetinler. Bunlardan en bariz olanı filmin Güney Afrika’daki apartayd rejiminin bir alegorisi olması. District 9 ismi, 1970’lerde Cape Town’daki sadece beyazların yaşamasına müsaade edilen ve diğer etnik grupların terk etmeye zorlandıkları District 6’ya açık bir gönderme. Film evrensel olgular olan ırkçılık ve zenofobi üzerine çok ciddi bir taşlama yapıyor. Evet, Independence Day’deki gibi gökte süzülen dev bir uzay gemisi var, ama tehdit altında olan insanlıktan daha çok dünya-dışı varlıklar. Güney Afrika’daki ırkçılıktan çok çekmiş olan Afrikalı insanlar bile onlara düşmanlık besliyor, onlar geldiğinden beri “suçun, tecavüzlerin, cinayetlerin arttığından” bahsediyorlar, kendilerini güvende hissetmediklerini söylüyorlar. Klasik ırkçı söylemler bunlar.
Bilim kurgu ve korku türleri işte bu türden sosyal ve kültürel yorumlar yaptıkları zaman ortaya çok başarılı işler çıkabiliyor, malum. Benim kişisel favorilerim hep bu tür insanlık halleri, politikalar ve kültür üzerine çok mikro düzeyde dahi bir şeyler söyleyebilen eserler oluyor. Örneğin True Blood dizisini beğenerek izlememdeki neden karanlık ve çekici vampirler ve romans olması değil, Amerika’nın güneyi gibi nevi şahsına münhasır bir kültürde vampirler üzerinden ırkçılık ve insan hakları kavramlarını incelemesi ve bunun üzerine zengin bir arkaplan kurması: Vampir lobicileri, vampir kanının uyuşturucu olarak satılması, kendini sadece vampir karşıtlığıyla tanımlayan bir kilisenin kurulması gibi. District 9 da, mikro detaylarla buna benzer bir evren kuruyor. Afrikalı çetelerin yaratıkların kimi uzuvlarını vudu ayinlerinde kullanması, türler arası seks olasılıkları, “Insan olmayanlar Giremez” gibi yazılar taşıyan levhalar, filmin arkaplanını zenginleştiriyor.
Filmin anlatısı, Wikus’un DNA dönüşümüyle başka bir mecraya doğru da akıyor: bedensel korku. David Cronenberg’in The Fly’ındakine benzer bir biçimde, bedeninde değişimler baş gösteriyor. Dişleri ve tırnakları dökülüyor, kollarından biri bir uzaylı koluna dönüşüyor. Bu sadece bedenin bütünlüğünün bozulmasına yönelik bir korkuyla da ilişkili kalmıyor filmin bağlamında. “Öteki”ye dönüşme korkusuyla da bağdaşıyor. Wikus, beyaz, iktidardaki bir erkekten, kovalanan, “insan bile” olmadığı için aşağılanan, bir varlığa dönüşüyor. Bu da karakterin bedensel dönüşümüyle zihinsel dönüşümü arasında bir parallellik kuruyor. Ancak “öteki” olduğu anda ötekiyle empati kurmaya, onu anlamaya başlıyor Wikus. Bu noktada da aktör Sharlto Copley’in ne kadar iyi bir iş çıkardığını belirtmek gerek. Hem sinir bozucu, hem sempatik, ne kadar ırkçı ve önyargılı olduğunun farkına geç de olsa farkına varan bir karakteri başarıyla canlandırıyor.
Belki de bunu söyleyerek film hakkında yanlış bir izlenim uyandıracağım, ama District 9, Cem Yılmaz’ın G.O.R.A.’da altını çizdiği kimi mesajları – muhtemelen farkında olmadan… Yoksa! – tekrarlıyor.
1) Dünya dışı varlıklar Amerika dışındaki yerlere de gelebilirler
2) “Uzaylı da olsa insan insandır!”
Film ucu açık bir sonla bitiyor. Yönetmen Blomkamp District 9 başarılı olduğu takdirde bir devam filmi çekme olasılığından bahsettiğini söylemiş. Kişisel kanaatim bunun pek iyi bir fikir olmadığı yönünde. Elbette ki bu yapımcılar için oldukça kazançlı olacaktır. Fakat bu film, sonu açık olsa da, bir bütün olarak çok güzel işliyor ve bir devam filminin ilk filmin ağzımızda bıraktığı güzel tadı da bozması ihtimali yüksek. Bekleyip görmekten başka yapacak bir şey yok.
Öteki Sinema için yazan Can Yalçınkaya
Trailerını heralde 10 defa izlemişimdir.Bekletim büyük ve hayalkırıklığı yaşayacağımı sanmıyorum (Peter Jackson’ın isminin geçtiği bir projede hayalkırıklığı? ).Imdb’de 8.7 alması da boşuna değildir diye düşünüyorum.
Filmi izlemeden fragmana, konusuna ve yorumlara bakarak güzel bir film olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Can Yalçınkayanın bu güzel yazısından dolayı da teşekkür ediyorum.
Benim için epey bir hayalkırıklığı oldu film.
Çünkü muhteşem bir fragmandan sonra beklentilerim çok yüksekti!
Doğruya doğru. Film, birçok sahnesiyle akılda kalacak bir film. Özel efektler birer teknoloji harikası! Dahası, ”mültecilik” ve ”ırkçılık” gibi altmetinler çok iyi kullanılmış ve filme çok uymuş.
Ancak bunların hepsi filmin fragmanından da parlayan öğelerdi. Filmin gişe öncesi yarattığı büyük heycanı da göze alınca, filmin bir hayalkırıklığı olduğunu düşünüyorum.
Fragmandaki bütünlük ve yoğunluk kesinlikle filmin genelinde mevcut değil. Hatta yönetmenin kısa filmi ”Alive in Jo’burg”deki bütünlük de bu filmde mevcut değil. Güzel bir başlangıçtan sonra film klişe bir aksyon filmi olmaya başlıyor. Bir sürü tesadüfler, inandırıcı olmayan kovalamacalar ve inandırıcı olmayan aksyon sahneleri (çok güzel çekilmiş ama inandırıcı değil)
District 9 sonuç olarak günümüzün Independence Day’i gibi. Gayet eğlenceli, etkileyici ama çok daha iyi olabilcekken klişelere yenik düşmüş bir yapım.
Gerçek bir bir bilimkurgu klasiği arıyorsanız size şiddetle MOON’u (2009) tavsiye ederim.
film de şahaneydi, yazı da filme uygun bir şekilde şahane olmuş.
Can’ın on parmağında on marifet – edebiyat ve medya eleştirmenliği, radyo programcılığı, çizgi roman çizerliği ve eleştirmenliği ve daha neler neler – olduğunu bilmeyenlere: Macabresque Comix http://macabresquecomix.blogspot.com/2009/09/introduction.html#comments
Olası bir zombi saldırısından da muhtemelen kurtulurdu.
Yorumlar icin tesekkurler herkese :)
Evet Moon bu sene merakla bekledigim ikinci bilim kurgu filmi. Fragmani oldukca ilgi cekiciydi.
Öteki sinema gibi bir sitede böyle tırt filmin bu derece methini duymak kendi adıma kaygı verici.
neden tırt olduğunu da açıklasanız?
bu filmi beğenmeyenlerin, neden beğenmediğini açıklamadığını gözlemliyorum çünkü.
yukarda ben açıkladım sevgili asden fan
”Güzel bir başlangıçtan sonra film klişe bir aksyon filmi olmaya başlıyor. Bir sürü tesadüfler, inandırıcı olmayan kovalamacalar ve inandırıcı olmayan aksyon sahneleri (çok güzel çekilmiş ama inandırıcı değil)”
Kötü adamlar çok iki boyutluydu bi de. Nijeryalı olsun, devlet görevlileri olsun.
Yine de sevdim filmi ama Independence Day gibi işte.
Ayrıc uzaylıların dünyada var oluşunun global popüler kültür üzerindeki etkisini de pek vermemişler. Sadece orda mafyalık yapan bir Nijerya nüfusu var. O Nijeryalılar detayını çok sevdim ama dahasını da beklerdim. Bugün Brezilya’da District 9’da sembolize edilen tarz unutulmuş mahallelere varoşlara (favella) turist turları düzenleniyor. Böyle detaylar beklerdim.
Bir uzaylı ile karşılaştığında insanlığın sosyal yapısında çok daha kökten ve derin değişiklikler olacağını düşünüyorum. Arthur C Clarke’ın RAMA II’sinde anlattığı cinsten.
Ancak sırf sokaktaki reklamları ile bile hep hatıralarda kalacak ve saygı duyulcak bir film tabi, orası ayrı.
Sonuç olarak: Ele alınan konu çok güzel. Ama bu konunun insanlık ile etkileşimi çok yüzeysel geçilmiş. Film bambaşka bir kovalamacaya odaklanmayı seçiyor. ve tekrar ediyorum, herşeyden önemlisi Fragman’ındaki bütünlük ve sürükleyiciliği tutturamıyor. Bu yüzden ekstra hayal kırıklığı yaratıyor.
Tam sevdiğim tarz bir bilim kurgu filmi. Uzun zamandır hiçbir bilim kurgu filmini bu kadar beğenmedim sanırım. Eksikleri var ama görmezden gelmeyi tercih ediyorum. Bana sorarsanız baştaki belgesel/el kamerası tekniği devam ettirilmeliydi böyle çok ikilemde kalmış gibi.
İkincisi ve hatta üçüncüsü de çekilsin efsane olsun isterim.
Balon çıkacak diye bu vakte kadar izlemediğim ama bu gece sadece kendime yaptığım ev sineması gösterimi ile ağzımdan salyalar akıta akıta seyrettiğim ve “olmuş bu” dediğim müthiş film… Uzun zamandır bu kadar keyifli bir film izlememiştim. Filmin anarşist yapısı da çok hoşuma gitti. Helal olsun diyorum ve Christopher’ın 3 yıl sonra döneceği sözünü hatırlatıyorum. 3 yıl…
Film müthiş lezzetlerden oluşan bir açık büfe gibiydi adeta… Crononberg korkularından tutun da Robotech’lere kadar uzanan bu inanılmaz etkileşim benim çok hoşuma gitti.
Bu arada Can Independence Day neyse bu film o değil… Dev uzaylı gemisini saymazsak hiçbir ortak noktaları yok. D9 daha ziyade Fahrenheit 451, 1984 gibi anarşist bilimkurgular ile western filmlerinin tuhaf ve lezzetli bir melezi gibi göründü bana… (finaldeki mecha’lı kaçış sahnesi 3:10 to Yuma’yı hatırlatmadı mı size de?)
ID ise sırtını CGI’ya yaslamış bayağı ve düşük IQ’lu bir propaganda oyuncağıydı.
Not: Evet filmi divx’den izledim ve illegal bir iş yapmış oldum sevgili yurdum film getiricileri… Uyanın lütfen artık, yıl 2009… Ortalıkta filmin tertemiz R5 kopyası dolaşıyor ve bilimkurgu sever herkes izledi. Ekim’de AVM’lerde takılan avanak çiftler dışında kimseye izletemeyeceksiniz bu filmi… Onlara da film değil sadece karanlık bir salon lazım! Ders olur umarım!
Tam sıcağı sıcağına izlemenin üstüne birşeyler yazacaktım ki aklımdakilerin hepsini Masis’in yazdığını gördüm.Üstüne ekleyecek pek birşeyim yok aslında.Tekrar etmek gerekirse, bu senenin değil son birkaç yılda izlediğim en güzel filmlerden bir tanesi diyebilirim.Tür olarak ise Battlestar Galactica serisinden beri izlediğim en iyi bilimkurgu benim için.Ayrıca evet, eğer aynı kaliteyi sürdürecekse devamı çekilsin isterim.
-spoiler-
Filmin ilk sahnelerinde 1992 yılında uzay gemisine yapılan ilk girişin gösterildiği kamera görüntüleri sanki o yıllarda çekilmiş gibiydi.Çok hoşuma giden bir ayrıntı oldu bu.
-spoiler-
Bu arada nette dolaşırken öğrendim.Yönetmenin ilk uzun metraj filmi, Wikus van de Merwe’yi oynayan başrol oyuncusunun da ilk ciddi aktörlük deneyimiymiş.Ben buna şapka çıkarırım işte.Sharlto Copley’in oynadığı Wikus van de Merwe’nin film boyunca hissettiklerinin ve karakter olarak değişimi hakkında söylenecek çok şey var ama en iyisi filmi izleyip bizzat görmek.Harika bir oyunculuk doğrusu.
(Alakasız olacak ama bu yorum düzenleme olayına daha iyi bir çözüm getirilse, biz de 2 tane yorumu altalta yazmak zorunda kalmasak ne iyi olur)
Ufearless, Siteye kayıtlı üye olarak yapılan yorumlarda ki “düzenleme” modu 30 dk ile sınırlı idi. Ama ihtiyaca yönelik olarak bunu “ne zaman istersen”e çevirdim. :)
Murat Bey yeni düzenleme için teşekkürler.Çok hızlısınız bu arada.Heralde bundan sonraki yazacaklarımız için geçerli olacak.Bu sorun halledildiğine göre ben bu güzel filmin yorum kısmını filmle ilgili yorumlara bırakıyorum.Daha da rahatsız etmiyorum sizleri (:
Şimdi izledim ve dehşetle çok sevdiğimi söylemek istedim. Bence Murat’ın bahsettiği gibi bir anarşist yaklaşım yoktu; ancak asla İndependence Day ile kıyaslanamayacak bir bakış vardı. Zira İndependence Day, tam olarak American Dream saflarında dururken; bu film, o rüyanın karşı sahasındadır. Uzaylı yaratıkları böyle çirkin, ama “insancıl” yapan da budur. Toplumsal ya da dünyasal değil, evrensel bir çözüm arar gibi sanki. Ayrıca bilimkurgu filmlerde ender rastlanan gerçekçi çekimler ve de olayın muhatabının bir silah şirketi olması ve de ve de olayın Afrika’da geçmesi, bana söyleyeceği sözü açıkça söyleyen bir film olduğu izlenimini verdi.
Film sözde bugün vizyona girecekti Türkiye’de. İleri bir tarihe mi ertelediler acaba?
filmin konusunun bir animasyon filminden “birebir” alındığı söyleniyor. ne kadar doğru bilemem.
Kemal Bey, ilginc bir iddia bu, nereden duydunuz? Soyle bir arastirma yaptim internette ama herhangi bir seye rastlamadim. Bu devirde birebir uyarlama yapip kaynagi belirtmemek pek mumkun degil gibi.
Film yönetmenin kendi kısa filminden yola çıkıyor animasyon nerden çıktı anlamadım. Buyrun seyredin buradan:
Masis’in de dediği gibi District 9 yönetmenin daha önce çekmiş olduğu ‘Alive in Joburg’ adlı kısa film baz alınarak çekilmiştir.
Hatta buyrun: http://www.imdb.com/title/tt0813999/
valla iddiayı atan bi arkadaşım. ben ona bu filmden bahsettim. o da bana uzaylıların mülteci konumda olduğu bi animasyon filminden bahsetti. hatta o animasyon filminin de ismi 9’lu bişeydi. en yakın zamanda görüp ayrıntılı bilgi alacağım. ya o yalan söylüyo ya da yönetmen. :D
Can, yukarıdaki yazısının başında açık açık yazmış, “District 9’ın senaryosu, Blomkamp’ın birkaç sene önce yaptığı Alive in Joburg adlı kısa bir filme dayanıyor.” Kemal Karabacak’ın arkadaşının iddiası sanırım Shane Acker’ın 9 adlı animesiyle Alive in Joburg’un itinayla karıştırılmasıyla ortaya çıkmış bir çorba.
Altına yorum yazılmadan önce yazılar okunsa yanlış anlama olmayacak sanki.
Film, atmosfer ve mekan anlamında gerçekten inandırıcı olmayı başarmış. Ana konuya ağırlık vermesi ise bu kadar alt metni olan bir film için bence iyi olmuş çünkü bu sayede alt metinleri her seyreden kendi algısına göre doldurabiliyor. Görsel efekler için su gibi para harcayan Hollywood’a $30 milyon gibi daha kısıtlı bir bütçeye sahip “District 9″un iyi bir ders verdiğine inanıyorum.
Filmle ilgili yorumlarımı paylaşmadan önce belirtmem gerekir ki, kardeşim, iş ortağım ve filmi izlettirdiğim blockbuster manyağı bir çok arkadaşım filmi “tam bir zaman kaybı” olarak yorumladı. Kendi çevremde ve bir çok internet mecrasında da film öyle bir aşağılandı ki kendimi o filmin yerine aşağılanmış hissettim.
Ben filmi eşimle izledim. Eşimle zamansızlıktan dolayı nadiren sinemaya gideriz. Onunla en çok ne yaptığınıza pişman oldunuz deseler “Onu District 9’a götürmek” derdim. Tam anlamıyla “iğrendi” filmden, ama sevdi, beğendi anlattığı öyküyü. İşte bunu başarabilen bir film District 9.
Sanıyorum bu filmi izleyenlerin yarısından fazlası filmden nefret etti. Hadi daha gerçekçi olalım, filmi izleyenlerin %70’i nefret etti filmden. Aslında bu durum bile filmi en “öteki” film yapmaya yeter.
Ben filmi izlerken, ana karakterimiz Wikus (namı diğer Dickus)’un nasıl da gerçek bir karakter olduğunu hissettim. Gerçek bir insandı o, bizden biriydi. Öyle masallardaki, kitaplardaki, filmlerdeki bürünmek istediğimiz beyaz atlı kahraman prens değildi o, bizden biriydi. Kaybedeceği şeyleri düşünüp durdu hep, kendini düşündü. Filmin tamamı gerçek hayattan kesit gibiydi zaten. Uzaylılar, sığındıkları insanların yarattığı varoşta yaşamaya çalışıyorlar ve insanoğlu da içindeki faşistlik dürtüsünü “insan” olmadıkları için onların üstüne boşaltıyor. Daha nasıl gerçek olabilir ki!
Canım cicim insanlarım ise 2012’yi sevdiler, görsel efektlerine hasta oldular. Bir kaç yüz particle spraydan, noise mapler ve warplardan oluşan milyon dolarlık dalgalar bile sırıtıyordu “buradayım diye”. Oysa District 9’daki olağanüstü gerçeklik iğreti geldi onlara…
Böyle nitelikli yazıların ve yorumların yapıldığı bir sitede söylemek istiyorum artık ilk olarak yorum yapanlar eleştirilerinde biraz daha açıklayıcı olmalılar. Filmi olumlu eleştirenlerde neden güzel olduğunu, ‘tırt’ ya da kötü bulanlarsa neden kötü bulduklarını biraz da olsa argümanlarını sunarak belirtmeliler. Yoksa sadece ‘zaman kaybı’, ‘sıkıcı’, ‘bayık’, ‘kötü’, ‘sevmedim’ vs. kendilerini tatmin eden yorumlar kimseyi ilgilendirmiyor sanıyorum. Kendi yorumuma gelince ben de bu filmi yılın en çok ses getiren filmlerinden biri olarak izlediğimde fazla tatmin edici bulmadım. İlk olarak filmin ‘mockumentary’ veya gerçekçi gösteren yanına taklıldım. Korku filmi seyircileri artık bu çekimlere o kadar aşina olmuştur ki ‘District 9’u izleyip şaşıracaklarını ya da hayran olacaklarını sanmam. Bu çekim tekniği hızla sıradan bir tarza dönüşüyor. Filmin sahneleriyse bir çok yerde fazlasıyla etkisiz bana göre. Ayrıca filmin ‘ırkçılık ve militarizm’ eleştirisi o kadar açık ki bana kalırsa bir sanat eserinde olmaması gereken yanlardan biri belli bir düşünceyi göze soka soka vermek bu film için en iyi eleştirilerden biri. Öyle ki uzaylılar bu filmde sadece bir metafor olarak kullanılmış. Aslında uzaylı olup olmamalarının bir önemi yok. Bunu göze aldığımızda bilimkurgu yanı bile kalmıyor. (Uzaylıları görmezden gelip izleyin City of God) District 9, bu senenin en iyi filmlerinden biri olarak görülebilir ama geleceğe ne kadar kalacağını da düşünmek lazım.
district 9 aksiyon filmlerinin bir çok klişesini barındırıyor içinde evet. şahsen bol aksiyonlu filmleri de sevmem. aksiyon sahnelerini çok da severek izlemedim. fakat filmin başında et yiyişlerini görüp tiksindiğimiz “karides”lerin filmin sonunda bir insanı paramparça etmesine bir insan olarak “oh be iyi yaptılar” diyebilmemiz, wikus’un yaşadığı değişimi bizim de yaşamamız, kendi türümüzü reddetip uzaylıdan yana olmamız bu filmin esas başarısı. d-9’da bir film ya da belgesel ya da haberin insanlığın güzellik, çirkinlik algısıyla oynayarak onun düşüncelerini nasıl değiştirdiğinin de (örnekse körfez savaşı zamanında güya saddam’ın bombaladığı kıyılardaki karabatak görüntüleri) gösterildiğini düşünüyorum. filmin belgesel gibi çekilme sebebi belki de buna yapılan bir göndermedir. ingilizce konuşan bazı insanlar konuşurken “karides”lerin konuşmalarındaki gibi ingilizce altyazı geçilmesi de filmin ırkçılığa dair söylemini güçlendiren, sevdiğim bir diğer detay oldu. film daha iyi çekilebilir miydi? elbette çekilebilirdi. ben filmin tamamen çeşitli yerlerden toplanıp bir araya getirilmiş görüntülerden oluşturulmuş, belgesel görüntülerin kullanılamayacağı yerlerde ise wikus’a benzeyen kötü bir oyuncunun kullanıldığı altta “canlandırma” yazan gerçek kesitvari bir tarz benimsenmesini tercih ederdim. çünkü filmsel anlatım tarzı belgesel kısmın inandırıcılığını bozuyor kanısındayım. sonuç olarak bu film yılın en çok ses getiren filmlerinden biri olmayacaktır doğal olarak. olmamalıdır da. çünkü independence day gibi amerikan rüyasını desteklemiyor, aksine onu alaşağı ediyor. mainstream izleyici kitlesinin çok da beğenerek, hadi aksiyon sahnelerine kapılıp beğense bile tam olarak ne demek istediğini anlayabileceği bir film değil (ben çok mu anladım da konuşuyorum o da ayrı konu :). ama bu film 100 yıl sonra bile izlenecek, kült haline gelecek bir filmdir. ve BENİM hayatımda izlediğim en güzel 3-4 filmden biridir.
Gönlümdeki Oscar şampiyonudur.Affedersiniz ama bu filmin yanında (ve hatta diğer adayların yanında) The Hurt Locker halt yesin.
Uzun zaman sonra yazdığım ilk yorumun böyle gayri ciddi bir eleştiri cümlesi olması da akademiye olan kızgınlığımdan ileri gelmektedir :)
Kesinlikle katılıyorum. District 9 önümüzdeki yılların “Shawshank Redemption”u olacak… Hurt Locker’i hatırlayan bile kalmazken giderek kült bir yapım olarak kıymeti devam edecek.
Ah garibim Hurt Locker… Benden başka seveni yok mudur nedir? Azıcık da gişe yapmış zaten. Ben de District 9’ı pek bir beğendim ama yine de yalnız(!) hissettim kendimi… Avatar, Hurt Locker derken Öteki’den olmayayım da…. :)