Gerek edebiyatta gerekse sinemada Hayat Ağacı’nın köklerinden çıktığı ve içene ölümsüzlük ve gençlik verdiği rivayet edilen abıhayat (bengi su) ile ilgili sayısız öykü vardır. Örneğin, Darren Aronofsky’nin The Fountain (Kaynak, 2006) adlı şaheserini hatırlayınız. Eddie Alcazar’ın yazıp yönettiği Divinity (2023), bu “ölümsüzlük/gençlik iksiri” külliyatına yepyeni bir soluk getiren, bence daha gösterildiği gün kült mertebesine erişmiş sıra dışı bir bilimkurgu. Ve bunu sadece ele aldığı konuya özgün yaklaşımından değil, aynı zamanda biçimsel açıdan yaratıcı ve devrimci bulduğum benzersiz üslubundan alıyor.

Baştan söyleyeyim, Divinity (2023) sorularınıza hemen cevap vermeyen, seyirciden sabır bekleyen talepkâr bir film. Sert sahneleri var, cinsellik de ön planda, hatta filmde meşhur bir yetişkin filmleri aktrisi de oynuyor. Kimi David Cronenberg (“body horror” bağlamında) ve David Lynch (soyut ve sürreal anlatı bağlamında) filmlerini hatırlatan Divinity’nin 18+ olduğu uyarısını yapayım.

Yönetmen Eddie Alcazar orijinal sahne ve set tasarımlarıyla birleşen güçlü bir sinematografiyle bir nevi imajlar nehri yaratıyor ve sizi neler döndüğünü pek kavrayamadığınız üç ayaklı bir hikâyenin tam ortasındaki bu nehre bırakıyor. 16 milimetrelik siyah beyaz imge nehrinde akıntıya kapılıp sürükleniyorsunuz. Film, jenerik hariç 82-83 dakika ve ilk bir saatinde yapbozun parçalarını birleştirmek bir hayli güç. Ama filmin aşağı yukarı 60. dakikasında neler döndüğünü netleştirmeye başlayan bir sahne var. Biraz daha sabredenleri de sinema tarihinde eşine az rastlanır bir final bekliyor.

Yazının bundan sonrası sürprizbozan (spoiler) içermektedir.

blank

Çoktandır bilim insanları daha çok hangi konular üzerinde yoğunlaşmış durumda? İnsan vücudunu daha iyi ve daha sağlıklı hâle getirme (yaşlanmayı geciktirme, cinsel gücü artırma, saç dökülmesini önleme, obeziteyle mücadele, sağlıklı cilt, diş, tırnak ve saç gibi konularda), kanser gibi ölümcül hastalıkların tedavisi, artan nüfusun yol açtığı/açacağı sorunlara şimdiden çözümler bulma vs. Tabii ekonomik açıdan bakarsak bunun temel gayesi, “artı değer” transferi. Yani çoğunlukla birikimlerinizi (para, servet) sizden rızanızla almaya çalışan kapitalist bir tıp ve estetik girişimi söz konusu ama olsun. Bu iş böyle.

Divinity (2023) bir önceki paragrafta kabaca saydığım tüm sorunlara, filme de adını veren mucizevi bir sağlık iksiriyle/serumuyla çözüm bulan kapitalist bir bilim insanının (ve onun yine bir bilim insanı olan ama bilimsel araştırmalarında kâr amacı gütmeyen babasının) hikâyesini anlatıyor. Aslında formül nihai hâline (“ölümsüzlük”) henüz ulaşmamış ama eli kulağında.

Belirsiz bir gelecekteyiz. Adının Sterling Pierce (Scott Bakula) olduğunu öğrendiğimiz diğerkâm bir bilim insanı, laboratuvarında insanlığın en büyük hayalinin/amacının peşinde olduğunu söylüyor: “Sonsuza dek yaşamak”.

Ardından başka bir zaman dilimine sıçrıyoruz. Çöldeyiz. Gökten iki ışıltılı cisim yıldırım gibi yere düşüyor. İki çukur açılıyor. Çukurdan daha sonra kardeş olduklarını öğreneceğimiz iki genç erkek çıkıyor ve kararlı bir şekilde çölün ortasında Jaxxon Pierce (Stephen Dorff) adlı ultra zengin ve “saygın” bir bilim insanının, kız arkadaşı Lynx’le birlikte yaşadığı bir eve doğru kararlı adımlarla dağ tepe aşarak ilerliyorlar. Uzaylı bir yaşam formu olduklarını öğreneceğimiz bu iki isimsiz delikanlı (jenerikte adları “STARS” olarak geçiyor, “YILDIZLAR”), bir canavarın inini andıran retro mimariye sahip o malikânede oturan Jaxxon’ı evinde alıkoyuyorlar. Lynx korkudan koşa koşa çöle kaçıyor ama onu da kadınlardan mürekkep bambaşka bir grup kurtarıyor. Alt-uzay gibi bir yerde yaşayan (“varlıklarını sürdüren”) ve Divinity’yi kullanmayı reddeden kadınlardan oluşan bu “direnişçi” grubunun amacının da Dünya nüfusunu muhafaza etmek ve hatta artırmak amacıyla gebe kalma potansiyeline sahip doğurgan kadınları koruyup kollamak olduğu ortaya çıkıyor. Yani hikâyenin temel çelişkilerini barındıran üç önemli ayağı var ve bunları birbirine Divinity adlı iksirin varlığı bağlıyor. Çünkü yaşlanmanın etkilerine son veren, sağlıklı bedenlere kavuşmamıza neden olan ve insanlığa ölümsüzlük (şimdilik “aşırı uzun sağlıklı yaşam”) getiren bu mucizevi sıvı, meğer kullananlarda kısırlığa yol açıyormuş! (Aman Bill Gates duymasın!)

blank

Divinity’nin o kadar özgün bir anlatısı var ki, olaylardan bahsettikçe konuyu netleştirmek yerine iyice karmaşık hâle getiriyorum, o nedenle filmi konusundan ziyade tartıştığı temel mesele üzerinden ele almak istiyorum. Öncelikle biyoetik konusundaki duruşundan başlayalım. Film özünde çok ciddi bir meseleyi tartışıyor: İnsanlığa faydası dokunacak bir buluş için bir bilim insanın ne kadar ileri gidebileceğini, neleri göze alabileceğini.

Jaxxon’ın babası Sterling Pierce insanı ölümsüz yapabilecek bir formül arıyor. Yıllarca uğraşıyor ama bir türlü başaramıyor. Daha doğrusu, belirli bir noktadan sonra ortaya çıkan problemin (mental/zihinsel/ruhsal bozulma) temel kaynağını doğru teşhis ediyor (fetüs dokusundaki bir sorun) ama meslek (tıp) etiği nedeniyle daha ileriye gitmediğini anlıyoruz. Oğlu Jaxxon ise babasının bıraktığı (“doğru bulmadığı” ya da “cesaret edemediği”) yerden devralıyor çalışmaları ve bir sonraki aşamaya geçiyor. Canavar bilim insanı (mad scientist) Jaxxon’ın aştığı dehşet verici çizgi, canlı fetüsleri (gelişimi devam etmekte olan bebek/yenidoğan adayı) kullanmak. Herkesin anlayacağı şekilde söyleyelim: Jaxxon bedeni genç, diri, güzel ve kuvvetli kılan Divinity formülü için anne karnındaki masum yavruları hunharca öldürüyor!

Jaxxon bu amaçla Divinity’yi hiç kullanmamış kadınlar bulan, onları hamile bırakan ve sonra zorla alıkoyup formülü beslemeye devam eden modern bir Victor Frankenstein! Divinity’yi çeşitli şekillerde tüketilebilen ticari bir metaya dönüştürdüğü için muhtemelen yerkürenin en zengin ve popüler insanlarından biri hâline gelmiş; TV görüntülerinden, dergi kapaklarından az çok anlıyoruz. Film Divinity çılgınlığının ne menem bir kapitalist sömürüye dönüştüğünün altını reklamlarla çiziyor. Kendini haklı gören Jaxxon babasını korkak olmakla suçluyor. Çünkü Jaxxon bilim için ne gerekiyorsa onu yaptığını, ölümsüzlüğe ulaşmanın bir bedeli olduğunu, bu bedelin ne kadar korkunç olursa olsun ödenmesi gerektiğini düşünen biri. Emeğinin karşılığını almasından daha doğal bir şey olmadığı kanaatinde, film bu noktalarda Ayn Rand’çı bir çizgiye kayıyor.

Filmde yıllar önce ölen doktor hariç bir tane bile yaşlı (görünen) insan yok. Henüz ölümsüzlük yakalanamamış (açılış sahnesinde o aşamaya az kaldığını öğreniyoruz) ama yaşlılık/ihtiyarlık (“cilt, organ ve doku fizyonomisinden kaynaklanan biyolojik evre” anlamında) ve hastalık sorunu kökünden çözülmüş. Bir uyuşturucuyu andıran, bağımlılık yapan ve kullanıcıda esrime yaratan Divinity’yi kullanabilen herkesin yakışıklı ve güzel olduğu tuhaf ve benzersiz bir dünya tasarımı var. Divinity’ciler hedonist bir yaşam tarzı benimsemişler. Havuz sefaları, parti, müzik ve eğlence… Günlerini gün ediyorlar. Bir sahnede onlar gibi olmayan, boyunlarında elektronik tasmalar bulunan köleleştirilmiş bir insan grubu olduğunu da anlıyoruz, Divinity kullananlara hizmet etmekle yükümlü kılınmışlar. Bu kölelerin Divinity kullanmaları yasaklanmış gibi görünüyor ama film bu konuları fazla kurcalamıyor. Keşke biraz daha değinseydi.

blank

Uzaydan gelen iki kardeş (“Yıldızlar”), Jaxxon’ı kendi yaptığı ölümsüzlük ilacının özünü doz aşımında (overdose) vücuduna enjekte ederek cezalandırıyor. Görevlerinin bu ilacı ve onu üreten kişiyi durdurmak olduğunu anlıyoruz. Bir rivayete göre Lokman Hekim’in bulduğu ölümsüzlük iksiri, Allah’ın emriyle Cebrail tarafından yok edilmiştir. Bize haklarında hemen hiçbir şey anlatılmayan uzaylı “Yıldız Kardeşler” bu tip dini/mitolojik öyküler ışığında birer “melek” olarak da değerlendirilebilirler. Bilhassa filme ve iksire adını veren “Divinity” sözcüğünün Tanrı/İlah/Tanrıça/İlahe anlamına geldiğini bilince öyküyü “Tanrı’nın Şirk’e Müdahalesi” üzerinden de analiz etmek mümkün hâle geliyor. Film bu tip ilginç yorumlara gebe, çünkü anlattığından çok saklayan/gizleyen bir senaryosu var. Kim kimdir, necidir, pek öğrenemiyoruz. Bunlar sadece birer yorum, hatta belki Eco’cu manada aşırı-yorum (overinterpretation).

Hikâyeye ilginç bir düğüm atan karakter de Nikita adlı bir seks işçisi. Kardeşler Jaxxon’ı bağlayıp ona kendi zehrini tattırdıkları sırada Nikita malikâneye geliyor. Normalde Jaxxon’ın yeni kurbanı olacakken bir yanlış anlama sonucu Yıldız kardeşlerle birlikte oluyor. Kardeşlerden birine tutkulu bir şekilde bağlanıyor (onu seçiyor) ve ondan çocuk yapmak istiyor. Burada arzu/tutku (passion) ve aşk/sevgi (love) arasındaki bağ üzerinden bir değerler analizi daha yapıldığını görüyoruz. Bu analiz, varlığı anlamlı kılan, bir bütün hâline getiren hareket ettiricilerin bu ikisi olduğunu ima ediyor, daha doğrusu arzu/tutku içermeyen bir sevginin ya da onun bir formu olan seksin mümkün olmadığını… Aslında film diğer kardeşin yaşadığı buhran ve üstüne çöken yalnızlık hissi üzerinden bir müddet ilerliyor ama bu konu üzerinde yeterince durmamaya karar veriyor, bence o kısmın potansiyeli iyi değerlendirilememiş. Nikita üzerinden kadınlardan oluşan uzaylı grubu da hikâyeye tekrar müdahil oluyor. Neyse, filmi kült yapan özellik sadece bunlar ve sinematografi değil. Beni şaşırtan kısmı, filmin yapımcılarından birinin niye Steven Soderbergh olduğunu ve niye görücüye ilk kez Sundance Film Festivali’nde çıktığını anlamamı sağlayan son birkaç dakikası.

Filmin finalinde iyiyle kötünün savaşına tanıklık ediyoruz. Eddie Alcazar’la stop motion (duraklı çekim) animasyon sanatçısı Misha Klein el ele verip benzersiz bir kavga tasarlamışlar. Dövüş ilk başta psikotronik (psychotronic) Ray Harryhausen filmlerini andıran bir yapıda başlıyor ama zamanla hareketli/gerçek görüntüyle (live action) stop motion kesmelerle birleştirilip eş-anlı çalıştırılıyor. Yani karakterlerin hem stop motion’larını hem kendilerini gördüğümüz çapraz bir kurgu seyrediyoruz. Seyir öncesinde hiçbir şey okumadığım için bu sahne beni resmen ters köşe yaptı, buna benzer bir şeyi daha önce izlemiş miydim, emin değilim, hatırlamıyorum. Elbette komple stop motion gördüm, oyuncunun yansıtma perdesini önünde rol yaptığı psikotronik bir sürü film izledim, komple animasyon ya da “gerçek karakter -animasyon karakteri” karışımı izledim, özel efekt, bilgisayar efekti ve CGI görmeyen zaten kalmadı ama daha önce böyle “stop motion & gerçek görüntü & özel efekt” bileşimi/karışımı izledik mi, bilmiyorum. Varsa da benim gözümden kaçmıştır.

Yönetmenin ve stop motion animatörünün verdikleri röportajları okudum, bu ilginç yönteme “Meta-Scope” adını vermişler. Ben bu Meta-Scope yöntemine bayıldım, ilk kez izlediğim ve bu filme cuk oturduğunu düşündüğüm için de acayip hoşuma gitti.

Divinity’nin (2023) hem içeriği hem biçimsel tercihleri nedeniyle herkese uygun bir film olmadığını kabul ediyorum, farklı bir görsel-işitsel deneyim sunan kült filmlerden hoşlanmayanlar uzak dursunlar ama bence sinema denilen şey, tam da bu sınır ihlalleridir.

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

Not: Ben bir filmi beğenirsem kimin ne dediğine bakmam çünkü önemli olan, filmin bize hissettirdiği duygular ve düşünce dünyamızda açtığı ufuktur. Twitter’da (yeni ve alışamadığım adı “X”) Divinity’yi beğendiğimi yazdığımda çok fazla olumsuz tepki aldım. Sürekli sinema hakkında okuyan, araştıran biri olarak bu tuhaf filmi yıl sonu listelerinde görmediğime şaşırdığımı belirtmiştim ama bu yazıyı yazarken şunu öğrendim. Hem Sundance’teki ilk gösteriminde hem de birçok ülkede gösterime girdiği vakitlerde çeşitli eleştirmenler tarafından övülmüş de bir film. Elbette yerenler de var ama övenler az değil. Daha sonra IMDb’de kullanıcı yorumlarında ve link’i verilen eleştirmen kritiklerinde de beğenenler olduğunu gördüm. Ayrıca Indiewire bu filmi 2023 yılının “Gözden Kaçmış En İyi Bağımsız Filmler” seçkisine ilave etmiş, ben bunu kaçırmışım. Rotten Tomatoes ve Metacritic’te filmi öven çok sayıda yazı var. Üstelik en kaliteli sinema yayınlarından biri olan Sense of Cinema’nın dünyanın dört bir tarafından sinema yazarlarına sorup oluşturduğu “Yıl Sonu En İyiler Listesine” (World Poll) Divinity’yi alan film eleştirmeni de varmış, tüm bu İngilizce kaynakların link’lerini aşağıya bırakıyorum, meraklısı bakabilir. Ben beğeni tweet’imi bunları araştırmadan atmıştım, özür dilerim. Ama hiç kimse beğenmemiş olsaydı bile bu film benim için 2023 yılının en özgün sinema olaylarından biri olacaktı. Sanatta önemli olan, kalbimizin bize ne söylediğidir. Ben bu tuhaf filmi ve bana yaşattığı hissi sevdim, yönetmeni Eddie Alcazar’ın sonraki filmlerini de merakla bekliyorum.

KAYNAKLAR

blank

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Predator (1987)

John McTiernan’ın ilk büyük bütçeli filmi Predator, Arnold’u ve adaleli
blank

Cloverfield (2007)

Cloverfield’i gördünüz mü? Cevabın “evet” olduğunu kabul ediyorum. Peki, sevdiniz