“Çocuklar sorarsa Ayzek karaya oturmuş dersin.”
Ayzek

Bir YouTube programında bu görüşümü dile getirmiştim, genel olarak pek tutmadığım Karakomik Filmler’in en kayda değer bölümü, İki Arada’ydı, onu değerli kılan da hiç şüphesiz, kahramanı Ayzek’ti. Cem Yılmaz’ın başarıyla canlandırdığı Ayzek insanda merak uyandıran, iyi yazılmış bir karakter. Bunu sadece fiziksel kusuruna (“ölçüsü alınan” ama takılmayan ön dişler), naifliğine ya da kısmen dışlanmışlığına bağlamak yanlış olur. İki Arada’nın Ayzek’i hırsları, tutkuları, hazırcevaplığı, öfkesi ve saflığıyla Yeşilçam’ın Yeşilçam olduğu dönemdeki mahalle delikanlılarını hatırlatır. Bence Cem Yılmaz’ın tüm filmografisi içinde (bir şekilde işleri ters gitmiş, kaderin sillesini yiyince hayatı altüst olmuş) Sadri Alışık personasına en çok yaklaştığı karakterlerden biri buydu. Yıllar sonra gelen Do Not Disturb (2023) bu karakterin yeni bir macerasını anlatıyor.

Giydiği tişörtte bile Royal Navy (Kraliyet Donanması) yazan Ayzek Metin her ne kadar deniz özlemiyle yanıp tutuşsa da iki yıla yakın süren bir işsizliğin ardından bir oteldeki gece müdürlüğü pozisyonu için şansını denemeye karar veriyor, yani “karaya çıkıyor”. Film, oteldeki o deneme gecesinin sabahına kadar yaşananları anlatıyor. Sinemada alegori amacıyla en çok kullanılan mekânlardan biri hiç kuşkusuz otellerdir. Oteller hem toplumun hemen her katmanından misafirler barındırabilir hem bir ada gibi belirli bir insan grubunu mekânın çeperiyle sınırlandırabilir hem de bir hücre gibi kişiye özel bir izolasyon imkânı taşıyabilir. Eşkıya’daki Cumhuriyet Oteli ve Ömer Kavur’un Anayurt Oteli ülkemizden ilk aklıma gelen örnekler… Anayurt Oteli’nin Zebercet’iyle Komodor Otel’in Ayzek Metin’i arasında yabancılaşma, iletişimsizlik, sevilme ihtiyacı, yalnızlık ve melankoli gibi kimi ortak temalar olduğunu kabul etmekle beraber, bunların işlenme biçimleri tümüyle farklı.

blank

İzninizle, bu filmi 65. dakikada başlayan diyalogdan öncesi ve sonrası şeklinde ikiye ayırıp analiz etmek istiyorum. 65. dakikadaki balkon konuşmasına kadar olayların geçeceği otelin, onu çevreleyen muhitin ve başlıca karakterlerin tanıtıldığını görüyoruz. Otelin gece müdürü Ayzek, otelin odacısı ve çamaşırcısı Suhal, alkolik eczacı Saniye, intihara meyilli depresif edebiyat profesörü ve caz müzisyeni Bahtiyar, cezaevinden yeni çıkmış bitirim Davut (ve kendisi görülmeyen ama sosyal medya hesabından paylaştığı videolarla öyküye katkı hatta yön veren Peri). Cem Yılmaz bu karakterleri belirgin birkaç özelliğini ve kimi durumlarda açmazlarını sunarak serimliyor, hikâye aksının temel çatışmalarını da bu vesileyle öğreniyoruz. Ayzek bağırsağa “ikinci beyin” deyince, Davut’un “Ben kokoreç yiyeyim” demesi gibi laf ebeliğine dayalı Cem Yılmaz esprilerinin büyük bir kısmı ilk 50 dakikada. Ben buraya kadar olan bölümü genel olarak beğendim, zekice yazılmış, çok matrak yerleri var.

Öte yandan Ayzek Metin’in yeni (ve “çetin”) macerası başından sonuna kadar hem çeşitli toplumsal sınıflara hem de şu sıralar moda olan tüketim ve davranış kalıplarına tartışılmaya değer eleştiriler getiriyor. Birey olamama (“’Biz’ değil, ‘ben’ diyeceksin. Bizi karıştırma!”), kendi olamama (kendini olduğu gibi kabullenmek, benliğini keşfetmek), sevgiye duyulan açlık (hem sevmeye hem sevilmeye) ve yabancılaşma gibi kavramları tartışmaya açıyor. Sevmek-sevilmek, anlamak-anlaşılmak gibi çok sayıda karşıtlık üzerinden bireyin ihtiyaçlarını analiz etmeye gayret ediyor, hatta yüzeysel de olsa bunların içinde “Bilgi mi sezgi mi?” gibi epistemolojik meseleler var. Evet, bunlar önemli meseleler, Cem Yılmaz’ın değinmesi daha da önemli. Ne var ki filmin en büyük eksikliği, tüm bunları sinemasal olarak değil, daha çok diyalogla (edebî) yapmayı tercih etmesi.

blank

Cem Yılmaz’ın hangi konuda ne düşünmemiz gerektiğini sürekli bize dikte ettiren bir tarzı var. Bahtiyar dayanamıyor, konuşuyor, tamam. Davut dayanamıyor, konuşuyor, tamam. Bu ikisi zaten belirli toplumsal grupları (yarı-aydınlar ve raconcu maskülenler) simgeleyen yüzeysel tipler. Ama Ayzek sadece Peri’yle değil, diğer yan karakterlerle de hep sözle karşı karşıya geliyor. Bahtiyar’a, Suhal’e, hatta Davut’a ne hissettiğini doğrudan söylüyor, Ayzek’in ruh hâlinin, istek ve arzularının büyük ölçüde görüntüyle, hâl, tavır ve davranışla (tıpkı Anayurt Oteli’nde olduğu gibi) bize geçmesini isterdim, tıpkı bıçaklandıktan sonra Ayzek’in Suhal’e tutunarak eczanenin önünden otele doğru yürüdükleri o dokunaklı sahnede ya da jenerik akarken izlediğimiz portre sahnesinde olduğu gibi. Ayzek’in Davut’un yüzüne “Bir tane roman söyle. Hangi romanı okudun sen?” demesinin ne lüzumu var? Ya da Bahtiyar konuşurken kendi konuştuğu konuların muhatapları tarafından nasıl alımlanabileceğini (“tuzu kuru dertleri”) niçin dillendiriyor? “Herkesin bir fikri olmasından artık bunaldım. Ya, bir kişi de çıksın, ‘Benim bir fikrim yok’ desin” ve “Biriniz de bir şeyi bilmeyin. Herkes her şeyi bilmesin” replikleri vurgulanıyor ama filmin kendisi her konuda sürekli, hiç ara vermeksizin konuşuyor. Bunda bir sorun yok da ilerledikçe kendiyle çelişen bir senaryo ortaya çıkıyor, bunu görmek lazım. Gelelim kırılma anına…

Rahatsız Etmeyiniz

Cem Yılmaz’ın yazdığı ve oynadığı ilk film olan Her Şey Çok Güzel Olacak (1998), benim en sevdiğim filmi olan Hokkabaz (2006), onun için özel olarak yazılan bir rolde oynadığı Av Mevsimi (2010), Yeşilçam sinemacılığına bir anıt diktiği Pek Yakında (2014), Karakomik Filmler: Deli (2020), Karakomik Filmler: Emanet (2020), Erşan Kuneri: Kooperatif Kemal (2022), serinin en çok güldüğüm, defalarca izlediğim bölümü olan Erşan Kuneri: Er-Man (2020) gibi çalışmalardan oluşan karakter portföyünde imkânsız aşkların ya da başarısız evliliklerin belirgin bir ağırlığı olduğunu görüyoruz. Do Not Disturb’ün merkezinde de annelerin birbirine uygun gördüğü (yakıştırdığı) ama ne yaşam tarzı ne kişilikleri bakımından aslında alakaları bile olmayan iki kişi var: Ayzek ile Suhal.

blank

Filmin 65. dakikaya kadar olan kısmında bazı noktalar (Davut’un kimliği, Suhal’in beklentisi) merak duygusunu diri tutacak şekilde bilerek ucu açık bırakılıyor. Sonra evlilik meselesinin konuşulduğu o balkon konuşması geliyor ve o âna kadar özenli bir şekilde kurulmuş tüm yapı çökmeye başlıyor ve her şeyin birbirine karıştığı, karakterlerin başka birine dönüştüğü kaotik süreç, finale kadar aralıksız devam ediyor. Finalde, İki Arada’daki “Her şey bir rüyaymış” çözümüne başvurulmadığı için de bütün gece yaşananların inandırıcılığı sorunu ortaya çıkıyor.

Do Not Disturb bittikten sonra açtım, İki Arada’yı tekrar izledim, bu yazıyı yazmadan evvel Do Not Disturb’ü bir kez daha izledim. Evet, Ayzek değişmiş, karşımızda başka biri var ama ben ona takılmıyorum çünkü Ayzek’in gerekçeleri makul. Sonuçta karşımızda “İlaç alıyorum ben, yani almam lazım” sözleriyle başlayan bir film var. Ayzek bir süredir kişisel gelişim yöntemleriyle düzelmeye çalışan biri, açılışta Mutluluk Rehberi adlı bir kitap okuduğunu görüyoruz. İki ayrı film arasında sinemasal zamanda neredeyse 2 yıl olduğunu öğreniyoruz. Do Not Disturb’deki Ayzek İDO’dan ayrılmış, “Gemiden Salih abilerle, Bahrilerle görüşmüyorum” diyor ama ilerleyen dakikalarda başka bir arkadaşı olmadığı da anlaşılıyor (“Artık kimseyle muhatap olmamayı seçiyorum. Küçük dünyamda mutluyum.”). Ayzek’in karakteri iki film arasında değişmiş olabilir. İlacını almadığı için zora düştüğü kısım gene okey, Suhal’e, Bahtiyar’a, Saniye’ye ya da esnafa yakışıksız laflar ediyor, milleti aşağılıyor, profesörün eşi/partneri Dora Hanım’a haddini aşan mesajlar atıyor. Tamam. İlacını almadı deyip geçebiliriz. Ama ben Ayzek’in balkon konuşmasında yer alan “’Metin abi?’ Tamam, ‘Metin abi’ de ya. ‘Metin abi’ de yani. Eğer ben ‘Metin abi’ diye projekte ediyorsam sana, ‘Metin abi’ de” cümlesinden itibarenki değişimini anlayamadım. “İlacı gece alıyorum” demişti ama daha ilacı geciktirme süresi bir saat bile yok. Bambaşka biri mi oldu şimdi bir saat içinde? Suhal’e deli gibi âşıktı da kız “Abi” deyince mi bozuldu yani şimdi bu adam? Biz mi kaçırdık? Bu ilaçsızlık etkisi olamaz, inandırıcı değil. Sonra bir de toparlayacağım diye kurduğu cümlelerle konuştukça batıyor Ayzek. Daha demin kendisine acınmasından hiç hoşlanmadığını söyleyen biri neden bir dakika sonra başkasına acıdığını ima eder? İşte bu balkon konuşmasından itibaren filme bir kafa karışıklığı hâkim olmaya başlıyor. O nazik, duyarlı ve düşünceli eski Suhal de gidiyor, yerine karşısındakine (birden fazla kez) vuran, onu sözleriyle incitmeye çalışan acımasız biri geliyor sanki. Birdenbire başka biri oluyor. Hadi diyelim, Ayzek asla söylememesi gereken bir şey söyleyince kız bozuldu, Ayzek üsteleyince savunma mekanizmasıyla öyle lanlı lunlu şeyler söyledi ve onu tokatlayıp küfretti. Tamam, kabul. Ama Suhal filmin finaline doğru (filmsel zamanda sadece iki-üç saat sonra) gene başka birine, eski nazik ve sevecen Suhal’e dönüşüyor. Ne oldu? Ne değişti? En azından değişimlerin sebebini görseydik.

blank

Davut kapalı kutuydu, onu anlıyorum, o sabahki eylemi yapabilecek potansiyelde biri ama ya Bahtiyar? O da başarısız intihar girişiminden sonra bambaşka birine dönüşüyor, birden her şeyin farkında olan, mevcut durumunu kabullenmiş bilge biri çıkıyor içinden. Davut da vurulduktan sonra bambaşka birine dönüşüyor, cezaevinden yeni çıkmış, demin “sevdiği kadını” kurşunlamış, gariban bir esnafı vurmuş bir eski suçlu, Ayzek’e âdeta yalvarıyor, hem de kibarlığı elden bırakmadan. O karakterdeki bir şahıs sövüp sayar, yıkıp döker.

Dükkânında içki ve sigara içtiğini gördüğümüz Eczacı Saniye desen, o da balkon sahnesinden sonra gelen ilk sahnede bambaşka birine dönüşüyor. Ayzek’i dükkândan kovmakla kalmıyor, küfür de ediyor. Ama ilerleyen saatlerde vermem dediği kırmızı reçeteli ilacı Ayzek’e Ada Vapuru Yandan Çarklı (Şinanay) parçası eşliğinde küçük düşürücü bir şekilde don-gömlek dans etmesi karşılığında veriyor, hadi bunu Saniye’nin aşırı içki tüketimine bağlayalım. Oysa Saniye daha birkaç saat önce bıçaklanan Ayzek’e içtenlikle yardım etmişti. Sonuçta, Cem Yılmaz bize tanıttığı neredeyse tüm ana karakterleri sadece birkaç saat içinde ciddi karakter dönüşümlerine uğratıyor, motivasyonları pek inandırıcı olmayan dalgalanmalar, yalpalanmalar söz konusu. Hiçbir eczacı eczanesinde sigara içmez, bunu herkes bilir (hatta eczanelerin ısı ve nem ölçümleri birkaç dakikada bir kaydedilir, raporlanır ve resmî kurumlarca denetlenir; çoğu eczanede kamera sistemi vardır, hele sıkıntılı bölgelerde yüzde 100 vardır). Saniye’nin nöbetçi olduğu gece duman altı olmuş dükkânında içki içip zil zurna sarhoş olması mevzusuna hiç değinmiyorum, eczaneyi disko gibi ışıklandırıyor, yüksek sesli müzik çalıyor, üstelik nöbetçi olduğu gece dükkâna uğrayan müşteri de görmüyoruz, olacak iş değil. Bu ve benzeri bir sürü gelişme (Zihninde Peri’yle hesaplaştıktan sonra Ayzek’in balkondan düşmesi gibi) ve halüsinasyon bize tüm yaşananların -önceki macerada olduğu gibi- yine Ayzek’in zihninde olup bittiğini düşündürmeye başlıyor ama Cem Yılmaz çok geçmeden o olasılığı da tıkıyor, filme o gecenin bitimi şeklinde son verip jenerik akarken yaşananların gerçekten de yaşandığını kanıtlamayı seçiyor. Halbuki her yan karakterin bünyesinde erittiği neredeyse taban tabana zıt iki ayrı kutup, Ayzek’in zihnindeki kırılmayla, gerçeklik algısındaki gelgitlerle bir nebze bütünleşebilirdi, herkesin iki (fiziksel) versiyonu olsaydı, tümüyle bütünleşebilirdi.

blank

Ayzek Metin çoğu Cem Yılmaz kahramanı gibi eskiyle yeni arasında takılı kalmış bir melodram kahramanı. Elinde cep telefonu, iş görüşmesine girmeden hemen önce bile Perisözler hesabındaki kişisel gelişim videosunu seyreden bu adam, gururla taşıdığı lakabını bile çocukken TRT’de izlediği Aşk Gemisi’ndeki bir karakterden alıyor. Odasından (Dallas, Köstebek, Warren Fahy’nin Ada adlı romanı, duvarında asılı olanlar) tutun, çalıştığı mekâna ve muhite kadar tüm çevresini eskiyle yeni arasında takılıp kalma hâli belirliyor. Otel öyle, otelin bulunduğu sokak öyle, o sokaktaki arabalar öyle… Hepsi geçmişe ait hatıraların Ayzek’in zihninde yeniden birleştirilmiş hâli gibi duruyor. Ayzek, geçmişi şimdiki zamanda yaşamakta olan ruhen yaralı bir birey (filmin Ömer Kavur’un Anayurt Oteli’yle en çok benzediği kısım bu olabilir). Ayzek’teki zihinsel kırılma (her ne kadar, çok daha önce bazı sahnelerde izlerini görsek de), Peri’yle yüzleştiği sahnede (“Ben üç ay annemden gizli avokado yedim, kadının haberi yok, biliyor musun? O kadar alkali beslendim, ne oldu?”, “Probiyotik yoğurt yiyemeyince iyi insan olamıyor muyuz?”, “Sucuk yemek suç olabilir mi ya?”) görsel açıdan iyice netleşiyor. Filmde sadece Peri ve Ayzek’in fiziksel açıdan iki ayrı versiyonunu görüyoruz. Ayzek zihinsel bir bölünme yaşıyor ve mentorunu aslında zihninde öldürüyor. Belki de o eski model otomobilin üstüne o balkondan hiç atlamadı diyecektim ama kalkıp bir de hayalinde Salih abiyle konuşuyor, ardından topallayarak otele giriyor. “Toksik ilişki” yaşadığı için gerçek hayatta görüşmediği Salih abiye söylediği şey, onun “Kendini affet, uyumlan ve kabullen” sürecinin son aşamasının başlangıcı oluyor. Ayzek, Dora Hanım’ı aradığı andan itibaren (Suhal’in de telkiniyle) kendi olmaya başlıyor. Tabii, bu sefer de Davut’u ne demeye vurduğuna anlam veremiyoruz.

Film bitince, ekran üstten ve alttan karararak bir koltukta sigara içen Karaköy Limanı’ndan Metin’in beynine/zihnine odaklanıyor. “Hah, tamam, her şey zihnindeymiş” diyoruz, bu sefer de evinde uzanmakta olan Ayzek’in ayak bileğindeki ev hapsi takip cihazını görüyoruz. Aynı planda pan yapan kamera hâlâ Perisözler’i takip etmeye devam ettiğini gösteriyor, ardından Ayzek’in laptop’ı kapattığını görüyoruz. Tesadüfen otobüste karşılaştığı Suhal, Ayzek’in dişleri yapılmış hâlinin güzel bir karakalemini çizip hediye ediyor ve otobüsten iniyor, hemen ardından Ayzek’in aynı otobüse yeni binen genç ve güzel bir kıza, utandığı için elleriyle kapatmak zorunda hissetmeden dişsiz hâliyle gülümsediğini görüp mutlu oluyoruz. Ardından gelen son sahnede, üstünde otobüsteki kıyafet varken odasındaki duvara hiddetli bir bakış atıyor, kamera arkasına geçince de elinde, Ayzek’in içinde biriktirdiği tüm hıncı simgeleyen tirbuşonu görüyoruz ve “SON” yazısı ilk filmden de hatırladığımız bu tirbuşonun üstüne ilerleyip, üstündeyken siliniyor. Filme öfke ve şiddeti temsil eden bir imgeyle, bir insana saplayacakmış gibi sıkıca kavranan delici bir metalle son veriyor Cem Yılmaz. Bu ne şimdi? Son yıllarda karakterleri konusunda bu kadar kafası karışık bir ikinci film izledim mi, inanın bana, hatırlamıyorum. Önce güzel ve umut verici denizlere açılmış, sonra maalesef karaya oturmuş bir film bu, tıpkı Ayzek gibi.

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

Not: Cem Yılmaz sinemasını değerlendiren ayrı bir inceleme yazacağım, filmografisini baştan seyredip notlar tutmaya başladım.

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Amazing Spider-Man (2012)

Çizgi romandaki Örümcek Adam’ın, kanımca en iyi sinemalaştırılmış halini görmek
blank

Faust (2011)

Sokurov imzalı Faust, Alman yazar Goethe’nin yine aynı adı taşıyan