Beş kısa filmiyle, kısa film senaryoları ve yönetimiyle karşıma çıkan Doğuş Algün’le konuştuk… Sadece son filmi Abiye değil ülkemizin sinemaya dair koşulları, bakış açısı da bu sohbetin içinde. İyi okumalar…
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba önce seni tanıyalım mı biraz?
Merhaba, doğma büyüme İstanbul Kadıköylü’yüm. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Dramatik Yazarlık ve Dramaturgi okudum. Bu süreçte yaklaşık 7-8 yıl İzmir’de yaşadım. Tiyatro ve sinemayla ilişkim İzmir’de başladı. Beş kısa filmim bir de yazıp yönettiğim bir tiyatro oyunum var. Önümüzdeki yıl, finanse edebilirsek bir uzun metraj, bir de yine tiyatro oyunu koyma düşüncem bulunuyor. Bu sıralar bunların hazırlıklarıyla uğraşıyorum.
Son filmin Abiye, öyküsü nasıl ortaya çıktı? Seni kadın, elbise, onu konumlandırış, taşıma ve bir erkeğin bütün bunların ortasında kalma, sıkışma hikayesine yönlendiren şey ne oldu?
Abiye işlemeciliği aslında anne mesleği. Haliyle ben de annemlerin işlerine yardım ede ede, giyim sektörüne hakim oldum diyebilirim. Birinin üzerinde abiye görsem önce işlemelerine boncuklarına bakıyorum. Belki annemlerin ya da onunla beraber çalışan kadınların elinden geçmiş olabiliyor. Önemli günlerde giyilen gösterişli kıyafetlerin hangi koşullardan geçip o değere ulaştığını biliyorum. Kadınlar onlarca abiyeyi evlerinde, bir kısmı kocalarından gizli, çok düşük paralara işliyorlar, boncuklarını dikiyorlar. Sonra o abiyelere binlerce lirayı bulan değerler biçiliyor ve satılıyor. Yani vitrinde gezerken gördüğünüz işlemeli bir elbise büyük şehirlerin varoşlarında, bir kadının ellerinde işlendiğini bilmemiz gerekiyor. Büyük bir sektöre dönüşen bu işte, erkekler de nasibini alıyor tabi. Genelde nakliye ve ağır işleri erkekler yapıyor. Sosyokültürel olarak çok değişkenlik gösterdikleri için her an ne olacağını kestiremiyoruz. Birçoğu eşinden gizli yapıyor mesela işi, komşu erkeklere selam bile veremeyen kadınlar var içlerinde; çekingen, utangaç, baskı altında ama yapmak zorunda oldukları işler de var, malum geçim dünyası. Haliyle dışarıdan gelen bir erkek evlerine iş getirdiği zaman, millet ne der, kocamın kulağına gider mi gibi gerginliğiyle işlerini yapmaya çalışıyorlar. Bu durumlar hikayenin oluşmasında beni yönlendiren unsur oldu. Ben sadece kısa filmini çekebildim, ama birçok farklı hikayeye gebe olduğunu düşünüyorum.
Abiye’nin yurtdışındaki yolculuğu bir hayli kabarık görünüyor, bu anlamda nasıl bir çalışma izledin, onu da anlatabilir misin?
Filmin festival sürecini aslında Cannes’ın Corner Seçkisi’ne yollayarak başlatmayı düşünüyordum, fakat kurgu biraz uzayınca tarihleri kaçırdık. Önce yurt dışında birkaç yere yollayıp sonra Türkiye’de festivallere yollamak istiyorduk. Yurt dışında yolladığımız birçok festivalden güzel sonuçlarla dönünce yurt dışına daha çok yüklendik. Şimdiye kadar otuzun üzerinde festivalde gösterildi. Bir süre böyle devam edecek gibi. Sonuçta ticari amacı olmayan bir film çekiyoruz ve ulaşabildiğimiz kadar seyirciye ulaşmak benim ve ekibimin hoşuna gidiyor. Arada da ödüller gelince ayrıca keyifleniyoruz.
Aynı zamanda oyun yazıyorsun ve bunlar sahneleniyor, bir yandan da tiyatro ve sinema arasında bir köprü yaratıyorsun ama kendi içindeki farklılık nasıl oluyor? Tiyatro ve sinema yazımı nasıl ayrışıyor senin hikayelerinde!
Bir yandan tiyatro bir yandan sinema yapınca çevremden enteresan tepkiler alıyorum. Çünkü biz doğu toplumuyuz, ne kadar inkar etsek de. Herkes bölgesine gizli bir koruma kalkanı inşa eder ve kimseyi sokmak istemez. Bu sebeple sinemacılar tiyatrocu, tiyatrocular sinemacı diyor bana. Ama genel olarak ikisini bir arada götürmeyi başardığımı düşünüyorum. En son yazdığım ve yönettiğim “Yürüsem mi Sonuna?” oyunumu İstanbul’un çeşitli sahnelerinde oynadık. Sinema ve tiyatro çok küçük noktalarda kesişiyor. Hikaye ve insan. Teknik, biçim ve üslup olarak çok büyük farklar var. Hepsinin dengesini bilip ona göre işler koymak gerekiyor. Önce bir hikaye oluşturuyorum. Bunun sinemaya mı tiyatroya mı yakışacağına karar verip işe başlıyorum. Bazı hikayeler tam karşında canlı gerçekleştiğinde ve duruma şahitlik ettiğinde daha değerli olabiliyor. Tiyatronun bu gücü çok kutsal geliyor bana. Sinemada karakterin tepkisini çektiğimiz yakın çekimlerle güçlü kılmaya çalışırız, ama tiyatroda seyirci odak noktaya değil başka yerlere de bakabiliyor. Haliyle seyirciyi doğru yönlendirmek gerekiyor, onlara nereye bakmaları gerektiğini gösteriyorsun. Ama sinemada nereye bakmalarını gerektiğini çekiyorsun ve konu kapanıyor. Tabi dengeler çok farklı… Bütünlük olaraksa sinema daha zor geliyor. Çünkü tiyatro organik yaşayan bir şey; sinemada senaryoda, sette, kurguda bu bütünlüğü sağlayamazsan vasat bir iş oluşur. Yani tiyatroda aynı oyun bir gösterimde güzelken diğerinde kötü olabiliyor, tamamen performans; ama sinema bu anlamda daha net geliyor, ya beğeniyorsun ya beğenmiyorsun. İkinci bir şansı olmadığı için sinema bazen daha zor geldiği oluyor. Ama hikaye yaratırken olabildiğince gerçekçi olması, sinemada da tiyatroda da aradığım ilk şey diyebilirim. Gerçekçi olması için de çok iyi yalancı olmak gerekir.
Senaryolarında ya da filmlerinde diyelim erkeğin kadına bakışını sorgulayan filmler çektiğini söyleyebilir miyiz, orası sorunlu sanırım biraz ülkemizde, dünyada?
Söyleyebiliriz ama bunu sadece olumsuz yönleriyle ele almamak gerekir. Bir önceki filmim Gecenin Sırtında’da, kız kardeşini öldürüp cesedini arabasının arkasında taşıyan bir adamın hikayesini anlatırken; Yürüsem mi Sonuna?’da, fotoğrafını çekmek isteyen sanatçı bir kadına ilgi duyan bir göçmenin hikayesini anlatıyorum. Keza, Abiye’de ve Mutlu Bir Akşam Yemeği’nde de kadının konumu yine işin içine giriyor. Özellikle yapmıyorum ama sanırım hikayeler bir şekilde kadın ekseninde denk geliyor. Erkeğin kadına bakışını kendi içimde de sorguluyorum ama bir geçiş evresinde olduğumuzu düşündüğüm bir konu. Ortalama üç yüz yıl sonra hala insanoğlu hayatta kalırsa daha doğru bir dengeden bahsedebiliriz. Kabul etmesek de bir denge henüz sağlanamadı. Bu da hikayelere yansıyor tabi.
Bir kısa filmcinin misyonu olmalı mıdır, ya da sen kısa film çekmeye nasıl bakıyorsun? Senin için hayatın neresine denk düşüyor?
Bundan yaklaşık 12-13 sene önce kameralı telefonlar yeni çıktığında, bir grup arkadaşımla Adapazarı’nda, köyde gerilim filmi çekmiştik telefonla. O kadar heyecanlı ve yaratıcıyız ki, görüntüler keşke elimde olsa da paylaşabilsem. Film çekmeye işte böyle bakıyorum. Hayatın şu noktasında diyemiyorum ama heyecanın en güzeli diyebilirim. Sonuçta sektöre giriyoruz ve kirleniyoruz. Sinemayla profesyonel olarak ilgilenmeyen kişiler filmleri finanse ediyor, onları üretilen projeye inandırmak çabalıyoruz. Bakanlıktan ödeme alamayan neredeyse film çekemez oldu. Önceden böyle miydi bilmiyorum, doksanlarda mesela? Teknolojiye ulaşmak hem kolaylaştı hem de pahalılaştı diyebiliriz. Bu durum tabi sinemacının vizyonunu da misyonunu da değiştiriyor. Ama şuna inanıyorum, bu hayatta herkesin eline er ya da geç bir kere fırsat geliyor. Bunu iyi değerlendiren istediği noktalara gelebilir. Yapmak istediği sinemayı da yapabilir. İşte o noktada hayatının neresine düştüğünü tam anlayabiliriz diye düşünüyorum. Festival için, bir güruh için ya da hocasına ödev diye çekilen filmler henüz hayatın hiçbir yerine denk düşmüyor çünkü.
Abiye son filmin olduğu için en iyi filmin diyebilir misin, çekmek kendini yenilemek midir yoksa her film kendi koşullarını mı yaratır?
En filmim diyebiliriz, bilmiyorum ama. Ben ilk filmimi çok seviyorum mesela. Misafir adında deneme filmi çekmiştim, deneme dediysem de 20 dakikaya yakın. Onu tekrar çekmek isterim mesela, keza Tan Ağrısı filmi de öyle. Kısa filmciler beni iyi anlayacaktır, yıllar önce çektiğin filmler ayrı bir duyguyla izlenir. O filmler hoca gibidir çünkü, her filmden bir şey öğrenirsin ve insanlar beğenmese bile içten içe bir duygu beslersin. Bu sebeple her film bir şeyler hissettirirken seyirciye sana da bir şeyler öğretmeyi ihmal etmez. Bu sebeple her film kendi koşullarını yaratır ve sonuçlarını yalnızca seyirci belirler. Ama Abiye tabi son filmim, oyuncu yönetimi açısından kendimi geliştirdiğimi düşündüğüm bir film olduğu için en iyi filmim diyebilirim.
Kısa film çekmek için bütçeyi nereden buluyorsun, yoksa imece yöntemiyle çekiyorsun?
Bugüne kadar hiç bütçeli film çekmedim. Öğrencilik zamanında part time çalıştığım parayı biriktirip ekipman satın almaya başladım. Sağdan soldan ekipmanı bulup, oyuncu ve hikayeye inanan dostlarımızla işlere giriştik bugüne kadar. Evet hiç profesyonel değil. Belki finanse edebileceğim kanalları denesem elim daha güçlenebilirdi ama o zaman istediğim işler olmayabilirdi belki, bilmiyorum. Zaten senaryosundan oyuncusuna ekipmanından kurgusuna ilgilendiğimden o işlere bakacak birini aramadım. İşler bir şekilde yürüyor. En kötü ev sahibi kirayı geciktirdiğim için arıyor…
Abiye’den sonra ‘ben bir daha kısa film çeker miyim bilmem’ demişsin, seni bu kadar yıldıran, doyuran ya da anlatan şey nedir desem?
Doygunluk değil de, yılgınlık daha doğru diyebiliriz. Filmler birçok festivale gidiyor. Ben de filmle beraber gidiyorum. Bir süre sonra bir şeyleri sorgulamaya başlıyorum. İnsanlar kendini ön plana atmaya çalışıyor. Kendimi kötü bir filmin içinde gibi hissediyorum. Bu, içinden çıkılmayacak bir şey ama kendi içimde yenmek zorundayım. Kısaya bir süre ara verip uzun metraja başlamak istiyorum. İlerde, en olgun çağlarında kısa metraj çekmeyen yönetmenlerden olmak istemem. Kısa filmin bu noktada olmasının en büyük sorunu kısadan uzuna geçen yönetmenlerin, tekrar kısa film çekmeyi küçük bir şey olarak görmesi diye düşünüyorum. Bu sebeple kısa çeker miyim bilmiyorum dedim, ama bu kısa vadede bir düşünce tabi…
Kısa filmi ilgili tartışılan şey sadece festivallerde insanlara ulaşması, başka yolların genelde tıkalı olması. Kısa filmciler bir araya gelip ne denli tartışıyor, paylaşıyor. Belki de festivaller bu anlamda bir buluşma platformu yaratıyor ne dersin?
Festivallerin en güzel yanı tam olarak bu diyebilirim. Diğer yönetmenlerle tanışmak ve festival sürecinde fikir alışverişi yapmak. Ama kısa filmler maalesef ülkemizde özellikle kanayan yara gibi. Festivallerin seyirci açısından en ilgisiz bölümü oluyor. Bazı kısa filmler ünlüler geçidi, ama yok ona da gelmiyorlar. Birçok sebebi var tabi, çekilmiş kötü filmler mesela, seyirciyi uzaklaştırıyor. Bir de kısa film; çarpıcı, tokat atıcı olmayınca video platformlarında da yeterince tık almıyor. Kısa filmciler olarak bir araya çok fazla geliyoruz ama koordinasyon sorunu olduğu için maalesef örgütlü bir hareket yapamıyoruz. Kısa filmler ve sorunları uzun bir süre değişmeyecek gibi, pek de umudum yok bu açıdan.
Bundan sonraki hayaller nedir, uzun metraj çekme fikri var mı, yoksa sadece yazmak mı?
Şartlar oluştukça film çekmek, tiyatro yapmak istiyorum. Şartlar oluşmazsa senaryolar yazmak, tiyatro metinleri oluşturmak istiyorum. Bu şartlar yalnızca finansal değil, ruhsal ve fiziksel koşullar da büyük etmen. Ama önümde duran ve 2018 Ağustos’unda çekmeyi planladığım bir uzun metraj filmim var. Adı “Taşra Hikayesi”. Umarım o da biter de, onun hakkında da böyle uzun uzun anlatma fırsatım olur.
Festivallerin koşulları, içerikleri değişiyor ama üreten kısım, sırf üretebilmek adına, kendine uymasa da bu koşulları kabul ediyor, katılıyor, filmlerini yarıştırıyor. Sen bu konuda neler dersin?
Bu sürekli karşı durduğum bir şey. Mesela önceki filmim 37 dakikaydı. Bence kısa film ama Türkiye’de hiçbir festival kabul etmiyor süre sebebiyle. Bu sadece süre kısıtlaması… Türkiye’nin içinde bulunduğu durum ister istemez bazı kısıtlamaları da beraberinde getirebiliyor. Ama bunlar bahane olmamalı, bu kısıtlamaların üretkenliği arttıracağını düşünürüm hep. Festivaller de bir standart oturtmak için bazı kurallar getiriyor. Onlar da kendince haklı. Sinemacı özgür olmak istiyor, festival oturmuş bir yapıda olmak istiyor, politika ona dokunmasın istiyor, yapımcı az param gitsin istiyor, seyirci keyif almak istiyor… Sinema her koşulu gözeten güzel bir denge.
Başka neler söylemek istersin?
Bu söyleşi için öncelikle teşekkür ederim. Abiye filmi ve kendimle ilgili en detaylı röportaj oldu… Okuyan, takip eden, tanıyan herkese selamlarımı iletirim. Doğrularıyla yanlışlarıyla sinemamız hayatımız gibi devam ediyor.