blankİnsan nasıl bir varlıktır? Kötü mü yoksa iyi mi? Yaşamaya hakkı olmayacak kadar kötülük yapabilir mi? En iyi olarak gördüklerimiz, yeri geldiğinde en aşağılık şeyleri yapabilir mi? Peki bu hâle gelmesinin sebebi nedir, koşullar mı, yoksa doğası mı? Kötüyle savaşabilmek için kötü olmak mı gerekir, yoksa çoktan o kötülüğün içine çekilmiş midir? Peki ya kötülükten yana olmamayı tercih edip de, iyilerin peşinden gitmek istediğinde hep o bilindik son yaşanıp, kötüler daha çabuk kazanmaz mı? Kötülerle savaşmayı bıraktığındaysa, bu sefer de kendiyle savaşmaya başladığını görür insan. Sen kendinle savaşmaya başladığında, başkaları yine seninle savaşmaya devam eder. Sen kendinle savaşmaktan bıkarsın, ama onlar senle savaşmaktan bıkmaz. Kendinle savaşmaktan yorulursun, yorulduğun için yine sen kötü olursun. İyi niyetli olman da artık pek bir işe yaramaz. Sen ne kadar bağışlayıcı olursan, seni suçlamaları o kadar kolaylaşır ve bu döngü bu şekilde sürüp gider. Peki ya doğasına aykırı olan insanlar? İşte bu insanlar “gerçek” iyilerdir. Hem de yaşamaya hakları olamayacak kadar, itilip kakılacak, eziyet çekecek kadar iyi… O yüzden, Hümanizm ne yazık ki kimsenin iyi olmasını sağlayamaz…

Lars Von Trier, sıradışı anlatımıyla, kimsenin göründüğü kadar kötü olmadığını, daima içinde bir yerde, o kötülükten daha da fazlasını barındırdığını Dogville sayesinde bizlere öyle güzel anlatır ki, Grace’in başına gelenlere seyirci kaldığımız için sinirlerimiz gerilir, oynadığı pollyannacılık oyununa ve her şeyi bağışlamasına tahammül edemeyip filmin son anına kadar içimizdeki intikam alma duygusuna yenilmeye, tüm bu olanlardan dolayı kasabadaki insanların cezalandırılması isteğine boyun eğmeye başlarız. İşte tüm bu diken üstünde geçen yaklaşık 3 saatlik zaman zarfı boyunca, insan denen canlının doğasının nasıl da kötülüğü yavaş yavaş etrafına zerk ettiğine tanık oluruz.

Öyle bir kasaba düşünün ki, fakir insanlar, basit hayatlarını, huzur içinde, doğayla başbaşa ve birbirleriyle sorun yaşamadan sürdürsünler. Ancak aralarında problem çıkmamasının sebebi iyi niyetli ve anlayışlı olmalarından ziyade, etliye sütlüye karışmamayı tercih eden tavırları olsun. İçlerinden bin türlü şey geçsin de, dışarıya bunun pek azını yansıtsınlar. Başkalarıyla uğraşmak ya da kurulu düzeni bozmak istemedikleri için hiçbir sorun yok gibi davransınlar. Bir aldatmaca, bir yalanlar silsilesi, bir görmemezlikten gelme hâli sürüp gitsin; kimseyi ve hepsinden önemlisi kendini bilmeme ve bilmek istememe hali…

İşte, 1930’u yılların ABD sınırları içerisinde yer alan bu kasaba, başlarda izleyicinin alışmakta zorlanacağı bir anlatım tarzıyla karşımıza geliyor. Ama aslında bu kasaba, dünyanın herhangi bir yerinde de olabilir. Tiyatral bir düzenle oluşturulmuş, kapıları olmayan ve sadece çizimden oluşan mekanlar ile tasvir ediliyor. Dünyanın geri kalanından kopuk, içe dönük bir yaşam süren bu kasabaya bir gün Grace adında bir kadın geliyor ve olaylar da işte bu noktadan sonra yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Tanık olacağımız olaylar bir giriş bölümü ve dokuz bölüme ayrılarak bizlere sunuluyor. Bölümler ilerledikçe de kaçınılmaz sona yaklaşmaya başlıyoruz.

blank

Dogville’de dediğim gibi hayat aksamadan, renksiz ve hareketsiz bir şekilde akıp giderken, bir gün bu rutin bozuluyor ve Musa adlı köpeğin havlamasıyla, farklı bir şeyler olacağı daha o anda belli oluyor. Kasabanın yazarı olan Tom, bankta otururken, Musa’nın havlamasıyla irkiliyor ve bir yabancının kasabalarına ayak bastığını farkediyor. Grace adındaki bu yabancı, peşindeki gangsterlerden kaçan bir kadın. O kadar aç ki, köpeğin yemeğine bile gözünü dikmiş durumda. Tom ona yardım etmek istiyor ve kasabada kalması için onu ikna ediyor. Ama tabii bu, sadece Tom’un vereceği bir karar değil. Tüm kasaba halkının da, Grace’in orada kalması için onay vermesi gerekiyor. Böylece kasabalılar, Grace’e tam 2 hafta süre veriyor. Bu süre zarfında Grace onların kalbini kazanmak zorunda. Grace, o kadar zor bir durumda ki, ona verilen bu şans, sanki bir lütufmuş gibi geliyor ve halkın sevgisini kazanmak için onlar için çalışmaya başlıyor. Başta ihtiyaçları olmadığı için bu yardımı reddetseler de, sonunda Grace’i sömürmek konusunda kasaba halkı, birbirleriyle yarışır hale geliyor. Kasabalıları sevmeye baştan razı olan Grace ise, tüm bunlara göz yumuyor ve güçsüz konumunun suistimal edilmesine ses çıkarmıyor. Tabii bu arada kasabalıların asıl yüzlerini meydana çıkaran olaylar, tıkırında gidiyormuş gibi görünen sistemi çökertiyor ve Grace’in bu sistemden çıkarılması kaçınılmaz oluyor.

Grace’in başına gelenlerin hepsi aslında Tom’un planlarının bir sonucu. İşi, insanları gözlemlemek ve sonra bunlar üzerinde düşünmek olan Tom, kasabadaki herkesi çok iyi tanıdığı iddiasında. Kendi aklına ve okuduklarından öğrendiklerine o kadar güveniyor ki, kasabalılara ahlak dersi verme yetisine sahip olduğunu düşünüyor. Onlara, “kabullenme”yi anlatmak istediği bir gece ise karşısına ansızın Grace çıkıyor. Grace, Tom’un örnekleme tekniği için tam da ihtiyaç duyduğu şey; ahlak dersini uygulamalı öğretebilmek için somut bir örnek. blankKendi teorilerinin içinde yaşayan, pasif ve bir o kadar da korkak bir yazar olan Tom, aslında kasabalılara başkalarını kabullenmek konusunda ders vermeye çalışırken, Grace de kendisine bir şeyler öğretmeye çalışıyor. Ailesi tarafından kibirli yetiştirildiğini ve bundan arınmak istediğini söylüyor. Ancak Grace’in kasabalılara karşı gösterdiği haddinden fazla olan anlayış ve sevgi, aslında onları hor görmesinin bir göstergesi. Grace’in ahlaki değerleri herkesten o kadar üstün ki, çevresinden bu değerlere göre davranmalarını beklemiyor bile. Kasabalıları küçük, güçsüz, aciz insanlar olarak gördüğü için yaptıkları kötülükleri de mazur görüyor, onları affediyor. Kendisi için asla kabul etmeyeceği ölçütleri kullanıyor onlarla ilişkilerinde. O kadar kibirli ki, insanlara yanlış yaptıklarını göstermek ve düzelme şansı vermek yerine, koşulları suçlamayı tercih ediyor. Sonunda ne kasabalılar, ne de Grace, yaşadıklarından bir ders alabiliyor. Kasabalılar Grace’in emriyle bir bir öldürülürken, o tüm yaşadıklarından sonra aynı derecede kibirli. Katliamdan sağ çıkmayı başaran köpeğe tüfeklerini yönelten gangsterleri durduran Grace şöyle diyor: “Durun, bir zamanlar onun kemiğini çalmıştım, o yüzden bana kızgın ve havlıyor.” Böylece köpek affediliyor.

Filmde söylenenler ne kadar acı olsa da, bizlere hikayeyi anlatan John Hurt’ün ironik ses tonu sayesinde gördüklerimiz az da olsa daha yenilir yutulur bir hâle geliyor. Dogville’de senaryo ve oyunculuğun gücü, filmin biçimsel ayrıntılarının bir süre sonra fark edilmemesine yol açıyor. Sinemanın tüm kandırmacalarından ve fazlalıklarından arındırılmış bir şekilde bize saf karakterleri sunan Von Trier, hikayeyi ön plana çıkararak film boyunca Grace ile özdeşleşmemizi ve onun intikamına tüm kalbimizle katılıp sevinmemizi sağlıyor. Filmin sonunda, kasabalıların katledilmesinden resmen mutluluk duyuyoruz. Dekorların arasından beliren ay ışığı, zeminden, tebeşirden canlanan köpeğin havlaması ve filmin tüm yapaylığıyla alay edercesine sonda akan Amerika’nın öteki yüzüne ait olan fotoğraflarsa yönetmenin dehasını bizlere bir kez daha kanıtlıyor.

blank

Begüm Özdemir

1982 doğumlu yazar ilk sinema deneyimini L’ours (The Bear) filmiyle yaşamış olup Öteki Sinema'da yazmaya 2011 yılında başlamıştır. Sinema yazıları yazmasının yanı sıra dizi ve film çevirileri de yapmaktadır. Ayrıca büyük bir Stephen King ve Queen hayranıdır.

2 Comments Leave a Reply

  1. film incelemelerinde izlediğimiz filmler kadar izlemediğimiz filmleride okuyoruz.
    filmin sonlarından bu kadar açıkca bahsedilmese çok daha iyi olur gibi geliyor.
    dogville filmini izlemedim ama tüm kasabanın öleceğini öğrendim…
    teşekkürler.

  2. bu film için çok basit bir yazı olmuş. filmi izlerken hepimizin gördüğü şeyler bunlar zaten.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Murder In the First (1995)

Murder In the First, içinde adalet bulunmayanın taş duvarlar değil

Young Frankenstein (1974)

Young Frankenstein kaliteli ve yıllara meydan okuyan mizahın en iyisi