Bir ara ben de herkes gibi gözümü Kitano’ya dikmiştim. Ülkesinin popüler imajı her şeyin üstünde gördüğü görsellik ile döndürdüğünü söyler hikayesini. Görselliğini insanı bir tuhaf eden konularla birleştirdiği için ister istemez bağlanıyorsunuz Kitano’ya, filmlerine…
Bebekler’e geçmeden bir iki filmiyle ilgili kelam etmek sanırım yanlış olmayacak. 2007 yapımı Yaşasın Yönetmen/ Kantoku Banzai aslında tüm sinemasal geleneğe cevap veriyor, sadece Japonya’yı ya da küçük küçük absürd denemeler eşliğinde sinemasını farklılaştırmayı amaçlayan Kitano’yu değil, Türk sinemasını da kapsıyordu yönetmen. Seyirci deneyi yapmıştı ve tutmuştu da! Zatoichi ise hem derin görsellik hem de konu dağılımıyla selamlamıştı bizi. Senin neren kör bea adam dememek için zor tutan bir seyirci güruhunun varlığı gözden kaçmadan, gözler kırpılmadan, suratlara yenen hafif yumrukla izlenmişti. Kill Bill’e ilham verdiğini düşündürttü illa bana… Kitano’nun halleri saymakla bitmez ama Bebekler’i onun dışında bir film gibi hissederim hep. Bu duygu nereden gelip yerleşti bilmem bünyeme ama sanırım absürdlüğü belli bir kırgınlıkla vermiş olmasından kaynaklı.
Bebekler benim için hala afişindeki urganla bağlı, bir renk cümbüşünün içinde kendini bilmez halde dolanan çiftten alıyor ilhamını. Aklıma aşkla ilgili farklı bir kurgu geldiğinde aklım hemen o afişe gider. Koridorumda asılı duran bu elleri kolları bağlı aşk hikayesinin afişi, benim elimi kolumu daha fazla bağlamadan yazayım dedim. Bebekler üç ana damara ayrılıyor ve en etkilisi ilişkilerinde trajediye saplanan bir adam ve bir kadın. Afişe taşınan gençlerin dramı pişmanlıkla, vicdanla ve var oluş dengesiyle sınanıyor. Yönetmen onlara bir çözüm ararcasına her rengin içine batıp çıkarıyor adeta. Doğanın içinde bir terapiye çıkarıyor. İyi bir ressam olmasının bakışı burada renkler ve açılarla kendisine yer açıyor, kimi zaman duyguları sıkıştırıyor. Yani yönetmen salt umutsuzluğa boğmamak için seyirciyi renklerin terapisine yükleniyor.
İkinci öykü elden kaçan, kaçırılan aşklara sevgilere bir gönderme. Hayat kaçırılmış şeylere her zaman ikinci bir şans vermez algısını biraz da ‘ikinci bir şans verebilir’ algısıyla bozmaya çalışıyor Kitano. Buradaki umutsuzluk zincirini de bu şekilde kırmayı deniyor, zamana ve sabırlı olmaya yükleme yapıyor. Öykülerin sıralamasıyla birlikte sevgi kademeleri de seyreliyor. Üçüncü öykü ise imkansızlıktan besleniyor. Ünlü ve hayran ilişkisine aslında imkansızlık zincirini kırabilme ihtimalinden bakmayı seçiyor. Artık ünlü ve popüler olmayan birisini gerçekten seven hayranları var mıdır hali? Ve bu sevgi ne kadar yaşatılabilir? Burada ülkesinde bir hayli popüler olan Kitano kendisine de bakmış olabilir. (Zatoichi’de kör olanın gücünü kutsamıştı, burada da sevgisini sınıyor körlükle) Bu üç öykü farklı duygularla beslense de birbirini ezmeden, yolunu tıkamadan tek bir hikayeye doğru yol alıyor.
Geleneksel bir görsellik algısı var ama bu da hikayelerle beraber değişkenlik gösteriyor. Filmin doğuya özgü bir yanı var. Hem yoğun kullanılan gerçeklikten gelen bir klişe, hem de alışılmadık bir kayış. Zıtlıkların verdiği çekicilik hali bu filmde sonuna kadar var. Kitano sessiz, yalın ve imgesel anlatımını bu filmde kullanıyor. Her filminde aynı duyguyu tepeye dikmiyor, kendisini ve kahramanlarını farklı dünyaların içine sokmayı seviyor. Ben kendi adıma onun dünyalarından bir tutam çiçek koparmayı seviyorum, çevreci olsam da!
“beni sürükle,
belimden sana bağlanmış sonsuz sargılarım…
sürükle,
kiraz çiçekleri içinde…
aklım karanlıklara karışmış,
beni sürükle,
beni yeniden var et.”
Aslında bakılırsa film, bizim klasik Türk izleyicisinin seveceği, izleyeceği türden değil. Çok durağan, konuşmalar neredeyse yok denecek kadar az ama gene türün özelliği olarak yönetmenliği beğenmiştim, özellikle görüntüleri…
Film hüzünlü 3 aşk hikayesini anlatıyor. Benim esas olarak aklımda kalan ise filmde yer alan kartpostal tadındaki görüntüler olmuştu.
Yaklaşık 1,5 yıl önce bu filmi blogumda değerlendirmiştim: http://kulturalani.blogspot.com/2010/02/uzakdogudan-3-film-birden.html