Bir Devin Ardından: Donald Sutherland (1934-2024)

25 Haziran 2024

Sanırım Donald Sutherland’i ilk kez Sylvester Stallone’nin Hürkan (Lock Up, 1989) filminde izledim, 90’ların başı olmalı. Hürkan’ın video kasetini kiralayıp defalarca seyretmiştim, Sutherland o filmde psikopat cezaevi müdürü Drumgoole’u oynuyordu. Zamanla sayısız örneğini başarıyla sunduğunu öğreneceğim gaddar, insafsız adam rollerinden biriydi. Donald Sutherland bu tip karakterleri özel dikim bir kıyafet gibi üstüne geçirmekte hiçbir sıkıntı çekmiyordu, rolüyle bütünleştiğini hissediyordunuz. Sinemada seyrettiğim ilk filmi Uzay Kovboyları (Space Cowboys, 2000) olmalı. Sonraları sinema tarihinin klasiklerini toplayıp seyretmeye başladığımda birdenbire çok sık karşıma çıkan bir isim olmaya başladı.

En özgün savaş filmlerinden, gişe canavarı 12 Kahraman Haydut (The Dirty Dozen, 1967), Robert Altman’ın hınzır komedisi Cephede Eğlence (MASH, 1970), Clint Eastwood’lu Çılgın Savaşçılar (Kelly’s Heroes, 1970), savaş-karşıtı filmlerin en iyi ve en yaratıcı örneklerinden Johnny Got His Gun (1971), Jane Fonda ile karşılıklı döktürdükleri neo-noir Klute (Fahişe, 1971), evlat acısını kalbimize kazıdığı Karanlığın Gölgesi (Don’t Look Now, 1973), John Schlesinger’in şaşırtıcı çalışması Çekirgenin Günü (The Day of the Locust, 1975), Bernardo Bertolucci’nin eşsiz filmi 1900 (Novecento, 1976), dev kadrolu savaş klasiği Kartal Kondu (The Eagle Has Landed, 1976), Fellini’nin plastik rüyalara hapsettiği Kazanova’sı (Il Casanova di Federico Fellini, 1976), Sean Connery’li Büyük Tren Soygunu (The First Great Train Robbery, 1978), tüyler ürpertici uzaylı istilası filmi Invasion of the Body Snatchers (1978), John Landis deliliği Çılgınlar Okulu (National Lampoon’s Animal House, 1978) ve en iyi yas filmlerinden, bol Oscar’lı Ordinary People (Sıradan İnsanlar, 1980). Sıkıntılı başlayan ama 1967’den itibaren gümbür gümbür ilerleyen ve son yıllarında bile önemli rollerde, hatta başrollerde gördüğümüz inanılmaz bir kariyer.

Donald McNichol Sutherland 1934 yılında Saint John, New Brunswick’te dünyaya geldi, Hampton ve Bridgewater’da büyüdü. Biliyorum, 1934 yazdım ama bu bilgiyi Laura Jackson’ın kaleme aldığı Kiefer Sutherland biyografisinden aldım, hatalı olduğunu sanmıyorum. Donald çocuk felci geçirdiği için sıkıntılı bir çocukluk yaşadı, toplamda bir yılı aşkın bir süre hastanede yattı. Zayıf ve uzun boylu bir çocuktu ama pek sağlıklı değildi, vücudu zayıftı, çabuk hastalanıyordu. Ateşli romatizma ve hepatit geçirdi. Lise yıllarında sağlık sorunlarını geride bıraktı. Okulun hokey takımındaydı. İlk işi bir radyo kanalına yarı-zamanlı muhabirlik yapmak olmuştu. Donald lise yıllarındayken ailesinin ekonomik durumu iyileşmişti. 19 yaşındayken öğrenci değişim programıyla Finlandiya’ya gitti. Yeni yerler, yeni şeyler görmeye bayılıyordu.

blank

Donald, Bridgewater Lisesi’nden mezun olduktan sonra Toronto Üniversitesi’nde mühendislik eğitimine başladı, oradan Victoria Üniversitesi’ne geçiş yaptı. Toronto’da UC Follies adlı bir komedi grubuna katıldı, bu amatör tiyatro deneyimi hayatını kökünden değiştirecekti. Kararını vermişti, oyuncu olacaktı. Victoria Üniversitesi’nde mühendislik ve tiyatro alanında çift-anadal okuyup mezun oldu. Burada 1959-1966 yılları arasında evli olduğu ilk eşi Lois May Hardwick ile tanıştı. 1957 yılında Londra’ya giderek London Academy of Music and Dramatic Art’a (LAMDA) kaydoldu. Artık dünyanın en prestijli tiyatro okullarından birindeydi. İlk yılında West End yapımlarında sahne tozunu yuttu. İkinci yılında konservatuarı bıraktı ve İskoçya’ya taşınarak bir tiyatro grubuna katıldı, 18 ay kaldı. 1960’lardan itibaren İngiliz filmlerinde ve televizyon yapımlarında boy göstermeye başladı. İlk filmi Castle of the Living Dead (1964) oldu, bunu Dr. Terror’s House of Horrors ve diğerleri izledi. TV’de giderek daha önemli rollerde görünmeye başladı. Gideon’s Way, Lee Oswald – Assassin, The Saint, The Avengers…

O dönem çok popüler olan The Saint dizisinin 1966 yılındaki Escape Route adlı bölümünü yöneten Roger Moore My Word is My Bond adlı hatıratında rol arkadaşı Donald Sutherland ile ilgili çok ilginç bir anı paylaşır. İşçi olarak açık alanda (kum ocağında) çalıştırıldıkları bir sahnede Mahkûm Moore ve Mahkûm Sutherland cezaevinden helikopterle kaçacaklar, gardiyanlardan biri son anda onları yakalamak için helikoptere atlıyor. Normalde bu sahne senaryoda yokmuş. Başdublör Les Crawford, aynı zamanda bölümün yönetmeni olan Roger Moore’a demiş ki, ben gardiyan olayım helikoptere tutunayım, sahne daha heyecan verici olur. Adam profesyonel bir dublör. Hiçbir ön hazırlık yapmadan, öyle güvenlik kemeri/ipi falan olmadan sahneyi çekmeye başlamışlar. Helikopter yükselirken Crawford araca girmeye çalışıyor. Fakat son anda sahneye ekledikleri bu detayı Donald Sutherland’e söylemeyi unutmuşlar, adam bilmiyor. Hâliyle bir aktör içgüdüsüyle o durumdaki bir mahkûm ne yaparsa onu yapmış ve başlamış helikoptere girmeye çalışan Crawford’u tekmelemeye. Bu arada helikopter iyice yükseliyor. Sutherland dublörü tekmeliyor. Adam son anda helikopterin ayaklarına tutunuyor, bu sefer de Sutherland ellerine basıyor, zavallı dublör düşüp ölmemek için var gücüyle çırpınıyor. Helikopter iyice yükselmiş. Roger Moore’un olayın şokunu atlatması birkaç saniye sürmüş ve bağırmış! “Kestik! Kestik! Donald, kestik!” Diyor ki Moore, “Genç ve görece tecrübesiz bir aktördü. Onun/Donald’ın kendini rolüne bu kadar kaptırdığını bilmiyordum”.

Çekimler bittikten sonra Donald Sutherland, Roger Moore’a gidiyor ve oynadığı sahnelerin bitmiş hâlini bazı yapımcılara göstermek için izin istiyor. Roger Moore ne diyeceğini bilemiyor çünkü dizinin o bölümü henüz yayınlanmamış. Tamam, diyor, gelip izlesinler. Los Angeles’a göndermemiz lazım diyor. Ona da tamam diyor. Ham versiyon ABD’ye gönderiliyor. Amerika’daki yapımcılar o bölük pörçük sahneleri izleyip Donald Sutherland’e hayran kalıyorlar ve ona hayatını değiştirecek olan 12 Kahraman Haydut’taki (1967) rolünü teklif ediyorlar. Bu film o yılın gişe canavarlarından biri olduğu için Donald Sutherland’in önünü de açmış oluyor. Roger Moore hatıratında esprili bir şekilde -dolaylı olarak da olsa- “Donald Sutherland’in kariyer fitilini ateşleyenlerden biri de ben ve Les Crawford’dur” diyor, “Crawford o helikopterden düşseydi ortada kariyer mariyer olmazdı” diye de ekleyerek.

blank

Donald Sutherland’in kariyeri 1967 yılından itibaren yükselişe geçer, giderek önemli Amerikan filmlerinde yardımcı roller almaya başlar. Bu dönem en bilinen filmi Milyonluk Beyin (Billion Dollar Brain, 1967) olur. Ama Sutherland’in kariyerinin dönüm noktası 1970 yılı olur. Kendisine ilk Altın Küre adaylığını getirecek olan Cephede Eğlence’deki (MASH, 1970) Hawkeye karakteriyle bir anda star olur, Çılgın Savaşçılar’daki (Kelly’s Heroes, 1970) Oddball karakteriyle yerini sağlamlaştırır. Devrimi Bensiz Başlatın (Start the Revolution Without Me, 1970) ve Alex in Wonderland (1970) ile oyun gücünü geniş bir yelpazede sergileyebileceğini gösterir. Donald Sutherland bakış, duruş ve konuşmasıyla sıra dışı figürdür. Karakteristik bir çehresi vardır, onu izlediğinizde unutmanız zordur. Aynı zamanda politik çıkışlarıyla tanınan bir aktördür. Avrupa deneyimi onu siyasal anlamda da bilinçlendirmiştir. 68 kuşağını temsil eden sanatçılardandır. Protesto eylemlerinde görünür, politik çıkışlar yapar. Bu sırada kariyeri boyunca vazgeçmeyeceği ilginç bir karar alır: Rollerinde çeşitliliği gözetmek.

Yıldız oldum, arkama rüzgârı aldım diye kibir yapmaz, rol iyiyse yardımcı oyuncu da olur. Sürekli bir arayış içindedir. Büyük bütçeli Hollywood filmlerinden düşük bütçeli sanat filmlerine sıçrar. Korku, gerilim, drama, bilimkurgu, aksiyon gibi hemen her türden filmde boy gösterir. Arada dandik tür filmlerinde de oynar. Yetmişli yıllarda âdeta fırtına gibi estiğini söylesek yanlış olmaz, şu filmlerin güzelliğine bakın: Little Murders (1971), Johnny Got His Gun (1971), Fahişe (1971), Çekirgenin Günü (The Day of the Locust, 1975), 1900 (Novecento, 1976), Kartal Kondu (The Eagle Has Landed, 1976), Kazanova (Il Casanova di Federico Fellini, 1976), The Kentucky Fried Movie (1977), Büyük Tren Soygunu (The First Great Train Robbery, 1978), Invasion of the Body Snatchers (1978), Çılgınlar Okulu (National Lampoon’s Animal House, 1978) ve Murder by Decree (1979). Arada sıkı bir TV filminde rol alır: Bethune (1977).

Donald Sutherland 1980’lere de bomba gibi bir giriş yapar. En İyi Film dahil 5 dalda Oscar kazanan Ordinary People filmindeki unutulmaz rolüyle 9 Altın Küre adaylığından ikincisini elde eder. Birkaç saniye sonra ne yapacağı belli olmayan bir Alman casusunu canlandırdığı Eye of the Needle (1981) ile göz doldurur. Sürekli farklı türlerde film çeker, başka başka tiplere hayat verir. En korktuğu şey, basmakalıp rollere sıkışıp kalmaktır. Tiyatroya geri döner ve Lolita oyununda Humbert Humbert’ı oynar (1981). TV’ye yeşil ışık yakar, The Winter of Our Discontent’te (1983) rol alır. 1980’leri iki önemli filmle kapatır: Marlon Brando’lu Kuru Beyaz Bir Mevsim (A Dry White Season, 1989) ve Hürkan (1989).

blank

1990’larda yaşının vermiş olduğu dezavantajı lehine çevirmeye karar verir, oynadığı film sayısını daha küçük ama etkileyici rollere odaklanarak arttırır. Oliver Stone’un politik sinema şaheseri JFK: Kapanmayan Dosya’sında (1991) birkaç dakikalık rolüyle harikalar yaratır, üstelik büyük bir sahne aktörü gibi tek monologla! Sutherland başrolde oynamasa bile filme damga vuran sahnelerde ağırlığını hissettirir. Alev Kapanı (Backdraft, 1991), Six Degrees of Separation (1993), Taciz (Disclosure, 1994), Tehdit (Outbreak, 1995), Fallen (1998), Without Limits (1998) ve İçgüdü (Instinct, 1999) ustanın doksanlarda çektiği önemli filmlerdir. Ben Kurdun Gölgesi (Shadow of the Wolf, 1992) filmini de severim, bu arada. Bence 1990’lardaki en iyi filmi ilginç bir şekilde bir TV filmidir: Citizen X (1995).

Normalde artık 65 yaşını devirmiş bir oyuncunun bir miktar gerilemesini, vites düşürmesini beklersiniz ama 2000’li yıllar Donald Sutherland’e ilaç gibi gelir. Uzay Kovboyları (2000) ve Savaş Sanatı (The Art of War, 2000) gişede yüzleri güldürür. Alanında çığır açan animasyon Son Fantezi’de (Final Fantasy: The Spirits Within, 2001) Dr. Sid’i seslendirir. Cesur kararlar almaya devam ediyordur. Uprising (2001) ve Path to War (2002) ile beyaz camı, İtalyan İşi (The Italian Job, 2003), Soğuk Dağ (Cold Mountain, 2003), Fierce People (2005), Aşk ve Gurur (Pride & Prejudice, 2005) ve Savaş Tanrısı (Lord of War, 2005) ile beyaz perdeyi renklendirir. Donald Sutherland rolüyle bütünleşen, onu âdeta yaşayan bir aktördür. Steve Buscemi, John Goodman ve John Turturro ile birlikte hiç Oscar’a aday gösterilmediğine en çok hayret ettiğim oyunculardandır.

Tıpkı 90’larda Buffy filmiyle yaptığı gibi, 2010’larda da Açlık Oyunları serisiyle gençlerin gönlüne taht kurar. Başkan Snow karakteri onun o tiranvari karakterler seçkisine olağanüstü bir katkıdır. Son yılarda oynadığı filmler için favorilerim Yıldızlara Doğru (Ad Astra, 2019) ve The Best Offer (La migliore offerta, 2013). Oğlu Kiefer ile karşılıklı oynadığından mıdır, nedir, Terk Edilmiş’i (Forsaken, 2015) de çok seviyorum.

blank

Donald Sutherland’in filmografisini incelediğimizde onun ilk döneminde (60’ların sonu 70’lerin başı) genelde sağı solu belli olmayan tipleri canlandırdığını görüyoruz. Pinkley, Hawkeye Pierce, Oddball, Peder Dupas, Alex Morrison… Bazıları psikopat, bazıları hippi ama çoğunlukla belirli prensiplere sadık ama fevri ve “sınırda” tipler bunlar. Bu biraz da Donald Sutherland’in o zamanki ruh hâlini yansıtıyor. Sutherland gençliğinde biraz böyle biri. Şimdi size onun nasıl bir kafa yapısı olduğunu gösteren mükemmel bir örnek vereyim. Oğlu Kiefer Sutherland doğduğunda ona tam olarak şu ismi vermiş: “Kiefer William Frederick Dempsey George Rufus Sutherland”. Çocuğun resmî adı bu, evet, bu uzunlukta. Niye böyle bir şey yaptınız diye soruyorlar Donald’a. “Para borcum olan insanların ismini teşekkür/vefa mahiyetinde verdim” diyor. Yıllar sonra Kiefer Sutherland’e soruyorlar, doğru mu bu babanın anlattığı saçmalık diye. Kiefer şöyle diyor: “Bunların bazıları babamın kendini borçlu hissettiği kişilerin isimleri. Kiefer adı Warren Kiefer’den geliyor, babamın oynadığı ilk filmin (Il castello dei morti vivi / Castle of the Living Dead, 1964) yönetmeni. Ona ilk inanan kişi. Dempsey, büyükannemin kızlık soyadı. George babamın bir dostunun, Frederick de babamın babasının adı. Peki ya William ve Rufus? Ne annem ne babam, hiç kimse bana bu iki ismin nereden geldiğini söylemedi.” Şimdi soruyorum size: Bu iki kişinin Donald Sutherland’in borç aldığı iki kişinin ismi olmama olasılığı var mı? Bence doğru söylüyor. Niye biliyor musunuz? Mesela Donald Sutherland’in bir başka oğlunun adı Roeg, ona saygın bir isim kazandıran Don’t Look Now filminin yönetmeni Nicolas Roeg’dan geliyor. Bir başka oğlu (Rossif), adını yönetmen Frederic Rossif’ten, bir diğer oğlu da adını Robert Redford’un ikinci isminden alıyor: Angus. Donald Sutherland böyle vefakâr biri.

Donald Sutherland 1970’lerin ortasından itibaren filmografisini bir şenlik yerine çevirecek kadar renkli bir kariyer inşa etmeye başlıyor. Ve ilginç bir şekilde, onar yıllık her döneminde başrolün emanet edilebildiği biri oluyor. Onu 60’larında, 70’lerinde ve hatta 80’lerinde başrollerde izledik. Sürekli oynadı, oynadı, oynadı… TV dizilerinde, TV filmlerinde ve sinema filmlerinde her yıl yeni bir projeyle karşımıza çıktı. 70’inden sonra dahi tiyatro sahnelerine veda etmedi. Bazı markaların reklam yüzü oldu, bazı markaların reklam sesi. Donald Sutherland aynı zamanda bir iyi bir seslendirmendir. Dünyanın Sonundaki Kıta (Mission Antarctique, 2007) adlı belgeseldeki seslendirmesi favorimdir.

Son bir özelliğine daha değinip karşıma sıkça çıkan bir hatayı düzeltmek istiyorum. Birçok kaynak, Donald Sutherland’in Jane Fonda ile birlikteliğinden sonra (1970-72 arasında çıktılar) siyasi bir yönelimi olduğunu iddia ediyor, bu kesinlikle bir palavra, gerçeklerle uzaktan yakından ilgisi yok. Donald Sutherland başından beri Öldürme Zamanı (A Time to Kill, 1996) filminde canlandırdığı Lucien Wilbanks gibi bir aktivist olmuştur. Bu sadece ’68 civarında yaşanan bir heyecan değildi, her türlü protestoda onu görmek mümkündür. Düşüncelerini kamuoyuyla paylaşan liberal bir sanatçıydı. Karşı olduğu şeyi açıklamakta hiçbir zaman çekingen davranmamıştır. FTA’deki (1972) meşhur tiradını gösterip bunu Fonda’ya bağlayanlar olduğunu gördüğüm için şu anekdotu paylaşayım.

blank

Donald Sutherland ve ikinci eşi aktris Shirley Douglas (Kiefer ve ikizinin annesi) başından beri savaş-karşıtı birer aktivistti. Azınlık ve göçmen haklarıyla ilgileniyorlar, yoksullukla mücadele için eylemlerde bulunuyorlardı. Edward Albee’nin Who’s Afraid of Virginia Woolf adlı oyunundaki Martha karakteriyle (filmde Elizabeth Taylor’ın canlandırdığı) Kanada sahnelerini sallayan Shirley’nin babası sosyalist kökenli önemli bir solcu politikacıydı, Shirley de Kanada’daki feminist hareket içinde bir hayli aktifti. Donald ve Shirley daha 1966 yılından başlayarak savaş ve nükleer karşıtı protesto eylemlerinde aktif rol aldılar, bu eylemler 1967 yılında Los Angeles’a taşındıklarında devam etti. Shirley o kadar aktifti ki, Federal Soruşturma Bürosu (FBI) 2 Ekim 1969’da çiftin Beverly Hills’teki evine 70 silahlı adamla baskın düzenledi. Kara Panterler’e (Black Panthers) yardım ettiği gerekçesiyle gözaltına alınan Shirley Douglas’ın evinde herhangi bir delil bulunamadı ama çiftin eylemlerinden rahatsız olan FBI, Shirley’nin çalışma iznini iptal ettirdi. Shirley bir daha Amerika Birleşik Devletleri’nde çalışamadı. Hâliyle bu zor ve çalkantılı dönemin Donald Sutherland’in o dönemki film ve rol seçimlerini etkilememiş olması imkânsız. Ama kiminle beraber olursa olsun, hangi dönem olursa olsun, benim bildiğim kadarıyla, Donald Sutherland siyasi çizgisini hiç bozmadı. 2000’li yıllardaki herhangi bir röportajını izlerseniz bunu rahatlıkla anlarsınız. İklim krizi, nükleer silahsızlanma, Rusya, Trump, politik gelişmeler konusunda lafını esirgediğini hiç görmedim. Sutherland devlet başkanlarına çağrıda bulunan, çeşitli konularda imza toplayan, eylemlere katılan bir aktivist olarak yaşadı ve öldü.

Yeni nesil Donald Sutherland’i Açlık Oyunları (The Hunger Games) serisindeki kan içici, ceberut Başkan Snow karakteriyle bağrına bastı, bir önceki nesil de Vampir Avcısı Buffy (Buffy the Vampire Slayer, 1992) ile. Ama ben onu sadece benim kişisel belleğimde değil, sinema tarihinde de yer etmiş filmleriyle uğurlamak istiyorum. Gelmiş geçmiş en iyi komplo filmlerinden JFK’yı (1991) çok kısa bir rolü olduğu için, Kuru Beyaz Bir Mevsim (A Dry White Season, 1989) ve Johnny Got His Gun’ı (1971) o filmlerde oynayan başka aktörlere sakladığım için hariç tutuyorum. Listemde iki tane aşırı kişisel seçimim var, kimse beğenmese bile ben çok beğendiğim için aldım. Karavan (The Leisure Seeker, 2017), Gizli Silah (The Hunley, 1999), American Hangman (2019) ve Bay Harrigan’ın Telefonu (Mr. Harrigan’s Phone, 2022) gibi birçok filmini henüz izleyemedim. Gizlediğim filmleri var mı, tabii var, huyumdur. Aşağıdaki filmler izlediklerim arasından yaptığım seçimlerdir. Bir tane de TV filmi seçtim çünkü bu filmin fanatiğiyim.

Tabii Chabrol, Fellini, Bertolucci, Aldrich, Herzog, Schlesinger, Eastwood gibi birbirinden önemli yönetmenlerle çalışmış, 100’ü aşkın uzun metraj filmde oynamış bir aktörün kariyerinden birkaç film seçmek zor iş, 2000 sonrası filmleri almadım, yine de film sayısı biraz fazla oldu. Beni affediniz.

İşte bir devin ardında bıraktığı devasa bir filmografinin birbirinden önemli ve sağlam filmleri…

12 Kahraman Haydut (The Dirty Dozen, 1967)

Bir grup sorunlu askeri bir ölüm görevine göndermek temalı filmlerin kralı bu olsa gerek. Müthiş bir gişe başarısı yakaladığı için kadrodaki herkesin şöhretinin artmasına vesile oldu, en çok da o tarihe kadar pek bilinmeyen Donald Sutherland’in.

Cephede Eğlence (MASH, 1970)

Robert Altman’ın bu çılgın filmi Donald Sutherland’i bir gecede yıldız yapmakla kalmadı, ikonik görünüşü ve sıra dışı giyimiyle ’68 kuşağı için de bir nevi moda ikonuna dönüştürdü. Çekildiği dönemin ruhunu en iyi yansıtan filmlerden biri.

Çılgın Savaşçılar (Kelly’s Heroes, 1970)

Clint Eastwood, Telly Savalas, Don Rickles, Donald Sutherland’i bir savaş komedisinde bir araya getirmek kimin fikriyse helal olsun. Crapgame ve Oddball’un replikleri inanılmaz komik. Hippi bir tankçı görmek istiyorsanız kaçırmayın, Sutherland döktürüyor.

Alex in Wonderland (1970)

1960’ların sonunda daha ilk yönettiği uzun metrajla anormal bir şöhret yakalayan iki genç yönetmen, Paul Mazursky ve Dennis Hopper, hemen akabinde yaşadıkları türbülansı peliküle aktardıkları iki “auteur krizi filmi” çektiler, ben ikisini de bayılırım. Sırasıyla Alice in Wonderland ve The Last Movie. Alice in Wonderland’de Donald Sutherland bir nevi Mazursky’yi oynuyor. Benim için çok özel bir film.

Little Murders (1971)

Aslında Alan Arkin’in yönettiği bu filmde Donald Sutherland’in rolü biraz küçük ama etkisi kalıcı. Bu filmdeki monoloğu gerek etki gücü gerek zamanlaması gerekse jest ve mimiklerini kullanmaktaki ustalığıyla çok önceden JFK filminde yaratacağı küçük mucizeyi haber veriyor. Acayip.

Fahişe (Klute, 1971)

Alan Pakula’nın yönettiği film, gerilimin tüm filme yayıldığı, bol ödüllü sıkı bir neo-noir. Sıkı bir senaryo ve Gordon Willis’in unutulmaz görüntü çalışması. Jane Fonda kariyerinin zirvesinde, Sutherland’in de ondan aşağı kalır yanı yok.

Karanlığın Gölgesi (Don’t Look Now, 1973)

En sevdiğim, en çok etkilendiğim Donald Sutherland filmlerinden biri budur. Nicolas Roeg’un yönettiği bu ilginç Daphne Du Maurier uyarlaması iki devi bir araya getiriyor: Julie Christie ile Donald Sutherland’i. Filmi bugün kült statüsüne taşıyan çok sayıda ikonik sahnesi var. Finali, sevişme sahnesi, çocuk ölümü… Başyapıt!

1900 (Novecento, 1976)

Eğer Donald Sutherland’in ne kadar büyük bir oyuncu olduğunu kanıtlamak için tek bir performansını delil göstermem gerekseydi bu filmdeki Attila rolünü gösterirdim. Bu şaheseri İstanbul Film Festivali’nde beyaz perdede seyrettiğim günü hâlâ unutamıyorum, koltuklarımıza mıhlanmıştık.

Kazanova (Il Casanova di Federico Fellini, 1976)

Federico Fellini sinema tarihinin en kendine has yönetmenlerinden biri, belki de birincisi. Neredeyse tüm filmografisi, o çekmezse başka bir yönetmenin asla çekemeyeceği özgün filmlerden oluşur. Fellini tarihî bir figür olan Kazanova’dan nefret ediyordu, onun yalancı ve aşağılık biri olduğuna inanıyordu ve Kazanova’yı meşum bir sahtelik içinde göstermek için filmini çekmeye karar verdi, doğru aktörü de buldu. Ama Donald Sutherland role öyle bir kırılganlık iliştirmeyi başardı ki Fellini filmin çekimleri devam ederken son bölümü değiştirmek durumunda kaldı. Artık Kazanova’ya duyduğu nefretin yerini acıma duygusu almıştı.

Kartal Kondu (The Eagle Has Landed, 1976)

Michael Caine, Robert Duvall, Larry Hagman, Treat Williams ve Donald Pleasence gibi isimleri kadrosunda bulunduran sağlam bir savaş filmi. Michael Caine ben tekrar bir IRA mensubunu oynamayayım deyince rol Richard Harris’e gitmiş, Harris’in IRA için para topladığı ortaya çıkınca sözleşmesine son verilmiş. Rolü son anda üstlenen Donald Sutherland’in kimseden aşağı kalır yanı yok.

Büyük Tren Soygunu (The First Great Train Robbery, 1978)

Michael Crichton’ın yazıp yönettiği Büyük Tren Soygunu, Sean Connery ve Donald Sutherland’i bir araya getiren harika bir soygun filmi. Birkaç yıl önce televizyonda tekrar izlemiştim, Türkçe dublajı da acayip iyiydi.

Invasion of the Body Snatchers (1978)

Bu ürkütücü uzaylı istilası filmi, Donald Sutherland’in en iyi performanslarından birini ortaya koyduğu sıkı bir yeniden-çevrim. Sutherland, Matthew Bennell rolünde sizi âdeta hipnotize ediyor. Finali de unutulacak gibi değil. Tam bir klasik.

Eye of the Needle (1981)

Hakkında hiçbir şey bilmeden, tamamen tesadüf eseri denk gelip izlediğimden midir, nedir, bu filmi çok severim. Donald Sutherland temkinli, hesapçı bir Alman casusu rolünde döktürüyor. Henry: Portrait of a Serial Killer’daki Henry’yi hatırlatan unutulmaz bir karakter yaratıyor, üstelik akli melekeleri yerinde olan bir insan rolüyle!

Hürkan (1989)

Kim ne derse desin, umurumda değil, bu Stallone filminin hastasıyım. En sevdiğim cezaevi filmlerinden biri. Bu filmi etkileyici kılan oyuncular, mahkûm rolündeki Tom Sizemore, unutulmaz bir gardiyan portresi çizen John Amos (gülüşünü unutamayacaksınız) ve acımasız cezaevi müdürü rolünde müthiş bir iş çıkaran Donald Sutherland.

Citizen X (1995)

“Bizde böyle şey olmaz, bu olsa olsa vahşi kapitalizmin, çürümüş Batı dünyasının bir yan etkisidir” diye düşünen Sovyet otoritelerinin, varlığını halktan gizlemeye çalıştıkları bir seri katilin yakalanma çabalarını anlatan filmin gerçek bir olaya dayandığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. 20 küsur yıl önce hakkında pek bir şey bilmeden izlemiştim, acayip etkisinde kalmıştım. Stephen Rea, Donald Sutherland ve Max von Sydow’u bir araya getiren müthiş bir suç filmi. Başyapıt!

blank

Kaynaklar

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Lumiere Kardeşler

Amerika ve diğer Avrupa ülkelerinde araştırmalar süredursun Louise ve Auguste
blank

Sinema Tarihinin Gizli Kahramanlarından: Dan Duryea

Sinema tarihi gizli kahramanlarla tıka basa dolu. Kötü adam tipolojisi