İnsanın insana olan inancı bundan tam 10 yıl önce sarsılmadığı için, büyük insanlık bugün Gazze’deki soykırımı canlı yayında seyrediyor, resmen benden uzaksa diyor, dünya yansa umurumda değil! Öyle ya, giderek daha da akıllanan yapay zekadan ve bilcümle robottan korkmak niye, türümüz hızla vicdansız bir cinai makineye dönüşürken. Kapitalist ve emperyalist sistemin ve onun öz evladı gelişmiş devletlerin doğurduğu IŞİD denen kara bela, Ağustos 2014’te korkunç bir kıyıma girişti. Sincar’da en az beş bin Ezidi vahşice katledildi. Bu çağdışı kanlı şebeke, çoğu çocuk ve kadın 10 bin canı kaçırdı, yarım milyon insan, soykırımdan kurtulabilmek için yerinden yurdundan koptu, mülteci oldu. Hani Ingmar Bergman’a sormuşlar; “Usta gidişat çok fena, bu dünya nasıl kurtulacak?” diye, duraksamadan “utanç” demiş ünlü yönetmen; “Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir!”
Arsız ve vicdansız insanlarda utanmak ne gezer. Geçen gün bir habere denk geldim, kaçırılan Ezidi kızlar, artık yetişkin olmuşlar, geri dönmüşler yıllar sonra yurtlarına. Cümleyi böyle kurunca, elbette olmuyor. Yaşanan onca travmayı tam olarak aktaracak tümceler henüz icat edilemedi ki. Zaten yeni bir haber de değildi, arada kurtulan ve yuvalarına dönebilen kadınlar daha önce de oldu, ayda bir gündeme geliyor, sonra unutuluyor, klasik. Ezidilerden oluşan “Sincar Direniş Birlikleri”, kayıplar bulunsun, sevdiklerine kavuşsun diye didiniyor hala ve ısrarla. Mucizeler gerçek olsun diyerek.
Onlar el kadar çocuklar, köle olmuşlardı, seks kölesi. Bu modern çağda pazarlarda satılmışlardı. Ağladılar, yalvardılar, karşı taraf resmen duvar, fark etmedi. İşkence hayatlarının biricik gerçeği oldu. Cinsel ilişkiye girmeyi reddettikleri gerekçesiyle onlarca genç kadını infaz ettiler. Diğerlerine örnek olsunlar diye. Peki, dokuz yaşındaki kız çocuklarının esir edildiğini ve kocaman adamlara pazarlarda satıldığını tüm dünya bildi ve ne değişti? İnsan öyle gariptir ki, ölüler, yaşayanlardan daha fazla çiçek alırlar. Tamam, söylüyorum ne olduğunu, salt nüfusu Müslüman çoğunluğa sahip coğrafyalardan değil ha, batılı ülkelerden de kadınlar, akın akın IŞİD’li heriflere eş olmak için koşturdular, hunharca bir coşku, adanmışlık, inanç ve kararlılıkla sınırları aştılar.
Oysa canlı canlı insan yaktıklarını, kafa kestiklerini, hemcinslerini ve daha küçücük çocukları seks kölesi ettiklerini biliyor ve görüyorlardı. Bu nasıl bir akıl ve vicdan tutulmasıysa, “cihatçı gelin” olmak için kan, gözyaşı ve büyük acılara aldırmadılar, gözlerini bile kırpmadılar. İşin ilginç yanı, bu gelinlik olma serüveni sıklıkla kesintiye uğruyordu. Çünkü bir IŞİD’linin çatışmalar sebebiyle en fazla bir iki aylık ömrü vardı. İşleyiş hemen şöyleydi, koca ölecek, yas tutulacak, dört ay 10 gün sonra matem bitecek, hamile değilse yeni bir koca ile evlenecek. Sonra tekrar tekrar, böyle saçma sapan bir hayat!
Elbette şeriat için elde silah savaşacaklarını düşünüyor ve bunun hayalini gerçek kılmaya çabalıyorlardı. Lakin erkek zihniyeti, onları evlilik ve çocuk doğurmak dışında bir gelecek planına pek dahil etmiyordu. Rakka’da devriye gezen İngilizlerin oluşturduğu El Hansa kadın tugayı ve kadın canlı bomba taburu hariç. Dışarı çıkmaları bile pek mümkün değildi, üstlerinde “uygun kıyafet” yoksa eğer, dövme ve kırbaçlama gibi sert cezalar onları bekliyordu.
Misal IŞiD’in 2016’da Musul’da 15 yaşındaki Ayham Hüseyin isimli çocuğu, namaz vaktinde müzik dinlediği gerekçesiyle kafasını keserek infaz ettiğini bilerek ve canı gönülden isteyerek bu cehennemi oluşuma katılanların, yenilgi sonrasında birden pişman olmaları size şaşırtıcı gelir mi? Belki sosyal medyada karşınıza çıkmıştır, maile Bağdat’ta bir cezaevinde kalan, kandırıldık, hata yaptık, pişmanız diyen bizim yurttaşımız kadınların ibretlik videosu. Türkiye Cumhuriyeti’ne bizi affet, bize sahip çık diyorlar, özür diliyorlar. Bu topraklarda da bombalar patlatıldı, intihar saldırıları yapıldı, çokça can aldı bu insanlık düşmanı örgüt ve yandaşları, her şeyi unutmak, yaşananları yok saymak, söyleyiverin öyle kolay mı?
Bu büyük trajediyi bizlere uzun uzun ne anlatıyorsun diye sorarsanız, Tunus’un en iyi uzun metraj belgesel dalında Oscar adayı olan ve şu ana dek 21 ödül kazanan Dört Kız Kardeş adlı film, IŞİD’e katılan ablalar ve geride kalan bacıları aktardığı için derim. Aslında bu belgesel desen değil, kurmaca desen o da değil! Ama aynı zamanda hem her ikisi hem de hiçbiri. Bu deneysel bir iş, tastamam melez bir proje, öncelikle gerçek karakterlerle profesyonel oyuncuları, film için bir araya getiriyor. Kamera çalışıyor, artık yanlarında olmayan insanları onlara anlatarak ve bu süreci birlikte yaşayarak, travma ile baş etmeyi, iyileşme için mücadele etmeyi hedefliyorlar. The Man Who Sold His Skin (Derisini Satan Adam, 2020) ve Beauty and the Dogs (Güzel ve İtler, 2017) adlı filmleriyle tanıdığımız Tunuslu kadın yönetmen Kaouther Ben Hania, belgeselini harbiden terapi seansına çevirmeyi deniyor, iyi de ediyor. IŞİD’e katılmak için evlerini terk eden iki büyük kız kardeşi aktrisler canlandırırken, kendilerini oynayan iki küçük kız kardeş, geçmişin kapılarını ardına kadar açmaya çabalıyorlar.
Filmin başlıca rollerini Hend Sabri, Olfa Hamrouni, Eya Chikhaoui, Tayssir Chikhaoui, Nour Karoui, Ichraq Matar ve Majd Mastoura kuşanıyorlar. Dört Kız Kardeş filminin orijinal ismi Les filles d’Olfa, yani Olfa’nın Kızları. Evet ana karakterimiz Olfa’nın dört kızı var, Ghofrane, Rahma, Eya ve Tayssir. Geçmişi kurcalamak acıyı dayanılmaz kılarsa diye, Hend Sabri yedekte bekliyor, Olfa’yı canlandırmak için.
Belgeselde Tunus diktatörü Zine el-Abidine Ben Ali’yi deviren Arap Baharı da var, asri devrin karanlığı IŞİD’in yükselişi de. Film şu konuyu geçiştireyim, bu konuyu hasıraltı edeyim demiyor, örneğin anne Olfa’nın yeni erkek arkadaşı hüküm giymiş bir katil, bu besbeter adamı canlandıran aktör Majd Mastoura, bu acımasızlığa ve kötülüğe dayanamayarak seti terk ediyor.
Küçük kız kardeş Eya Chikhaoui’ye, ablalarını tekrar görseydin onlara ne söylemek isterdin diye soruluyor. O şunu söylüyor; “Seni mahveden bu ailenin beni mahvetmesine izin vermeyeceğim.” Olfa Hamrouni’nin, genç bir kadınken tacize uğradığını, ergenlik çağında kendi annesini ve kız kardeşlerini cinsel şiddetten korumaya çalıştığını anlıyoruz. Ve daha sonra kızlarını tek başına büyüten Olfa, kendi deyimiyle birer “sürtük” olmasınlar diye, kızlarına şiddet uyguladığını söylüyor. Ghofrane saçlarını boyadığında ve bacaklarını tıraş ettiğinde onu dövüyor, bu baskıcı portre, kızları kurtuluş için başka bir otorite aramaya itiyor, bir nevi.
Olfa, yönetmene bebekleri için korkup onları yiyen kediye dönüştüğünü vurguluyor; “Onlar için çok korktum, onları koruyamadım. Onları yemedim ama kaybettim.” Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak, otoriteyi sarsmak için radikalizmden medet ummak, pek akıl işi değil, ancak kopkoyu ve cüretkar cehalet, ataerkil kodların tıkır tıkır işlemesi, devletlerin bazı odaklara göz yumması, hatta koruyup kollaması, trajedi kurbanlarına yenisini ekliyor ve ekleyecek. Sadece o dönemde Tunus’tan altı bin kişi IŞİD’e katıldı. Kabul buyurun, bu gelecek adına da endişe verici.
Olfa’nın büyük kızları Ghofrane ve Rahma Chikhaoui, ailelerini geride bırakıp birlikte Libya’ya kaçtılar ve kahrolası IŞİD’e katıldılar. IŞİD’e yapılan baskınlar sırasında Libya’da yakalandılar ve 2023’te 16’şar yıl ağır hapis cezasına çarptırıldılar. Ghofrane’nin sekiz yaşındaki kızı Fatma, annesiyle birlikte Libya’da hapishanede büyüyor. Olfa, büyük bir umutla kızlarını ve torununu bekliyor, lanet döngüyü kırmak ve ezberden ırak yepyeni bir hayat için.
Elbette aile baskısı veya herhangi bir baskı, köktenci katillere veya işbirlikçilerine dönüşmeyi açıklayamaz. Böylesi bir hafifletici sebep olamaz, asla ve kata! Yine de bu ya da benzer belalar, insanlığı tekrar zorlayacak. Besbelli. Görün, devletler sahip çıkmıyor, bari sizler kol kanat gerin çocuklarınıza, bugünün masum yavruları, yarınların canavarlarına dönüşmesin diyerek.
Öteki Sinema için yazan: Alper Turgut