Bugün gönül rahatlığıyla “Mad Max klonlarından söz edebiliyoruz, mesela “Waterworld” böyle bir film. Kevin Costner’ın “Denizcisinin çocuğu kurtarmak için geri dönüşündeki “Shane”vari western azameti, o uçsuz bucaksız, kavurucu su dünyasında kendi başının çaresine bakmadaki mahareti, çölleşmiş dünyanın otoyolu savaşçısı Max’i epey andırıyor. Çölün yerine okyanusu koyun yeter. Ola ki daha önce bir şekilde duymuşsunuzdur, Bruce Dern’li, Michael Pare’li “World Gone Wild” da böyle bir film. Herkesin peşinde koştuğu doğal kaynak olarak petrolün yerine suyu koyun yeter. Melanie Griffith’li “Cherry 2000” de böyle bir film; Mel Gibson yerine Melanie Griffith, petrol yerine de bozulmuş bir seks robotu…

Bir şekilde Mad Max’vari olarak nitelenmiş, bu etiketi bile-isteye taşımış ya da bu etiketten kurtulamamış daha onlarcası var, belki yüzlercesi. Beyazperde yüzü göremeden soluğu videocu raflarında alanından, salonlarda gösterilenine; hemen unutulanından irili ufaklı hayran kitlesi edinenine; Mad Max’in bütün formüllerini utanıp sıkılmadan tekrar edeninden Mad Max’teki hiçbir formüle yüz vermeyenine; hatta Mad Max’le aslında pek de alakası olmayanına kadar, yığınla “Mad Max klonu”.

Kıyamet ertesinin evveliyatı

Oysa dünya çapında bir felaketin sonrasında geçen öykülerin başlangıç noktası “Mad Max” serisi değil elbette. Belki kutsal kitaplara kadar gitmeye gerek yok, ama örneğin 19. yüzyılın başlarına gidebiliriz. Bugünlerde Jean-Baptiste François Xavier Cousin de Grainville’in 1805’de basılan dinsel alegorisi “Le Dernier Homme”u (Son Adam), modern bilimkurgunun ve dünyanın sonu öykülerinin temel taşlarından biri olarak kabul edilmeye başlandı. Ancak daha tamdık ve genel olarak post-apokaliptik bilimkurgu türü üzerinde daha çok etkisi olmuş ilk “dünyanın sonu” senaryosunu, 22 yıl sonra basılan, Mary Shelley imzalı bir başka “Son Adam” öyküsünde buluyoruz. Evet, “Frankenstein” değil, başka bir öykü. Mary Shelley’nin üç çocuğunu, kocası Percy Bhysse Shelley’yi kaybetmesiyle içine sürüklendiği, aile dostları Lord Byron’ın ölüm haberini almasıyla iyice koyulaşan yalnızlık hissinin ürünü olan “The Last Man”. Yirmi birinci yüzyılda bir salgın sonucunda insanlığın yavaş yavaş neslinin tükenişini anlatan kitap, kıyamet bilimkurgusu için ne kadar önemli bir zeminse, kitabın sonunda tanıdığı herkesi yitirmiş, sağ kalmış birilerini bulabilmek için çaresizce dolanan Lionel karakteri de günümüz kıyamet sonrası bilimkurgusu için o kadar önemli bir esin kaynağı. 19. yüzyılın sonunda ise bize H.G. Wells’in “Zaman Makinesi” kitabı bekliyor. Yaptığı makineyle zaman içinde seyahat edebilen bilim adamının öyküsü, bizi insanlığı bekleyen birçok dönemden geçirdikten sonra, savaşlarla harap olmuş bir dünyanın külleri üzerine kurulmuş, kırsal, ilkel ve hayli masum bir yaşamın sürüldüğü çok çok uzak bir geleceğe götürüyor. Ancak onca zaman içinde insanın (19. yüzyıl İngiltere’sinin sınıf sistemini epey bir çağrıştıracak şekilde) farklı türlere evrildiği ve o kırsal ve masum hayatı süren çocuksu Eloi’lerin yeraltında yaşayan Morlock’lara “yem olduğu” ortaya çıkar. Wells’in kurduğu pastoral, ütopik görünümlü bu gelecek tablosu, aslında altında bir kabusu saklamaktadır. Bu yüzden “Zaman Makinesi”, kıyamet sonrası bilimkurgusuyla yakın akraba olan (zaman zaman bu alt türe dâhil de olan) “sahte ütopya” öyküsünün de klasiklerindendir. 1924 tarihli “The Last Man on Earth”de, bir salgından dolayı 14 yaşının üzerindeki erkeklerin hepsi ölüyordu. Tabii ki biri hariç. John G. Blystone’un yönettiği bu sessiz komedi, sonraları klasikleşecek bir erkek fantezisinin, “dünyanın kısır olmayan son erkeği öyküsü”nün ilk temsilcilerindendi. Sözkonusu öykünün bugünkü temsilciliğini, Brian K. Vaughan’ın yazdığı, UY – The Last Man” adındaki çizgi roman üstlenmiş durumda

Bu tür “öncü öyküler” bir yana, post-apokaliptik bilimkurgunun ikinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında popülerleşmeye başladığı söylenebilir. Bunun temelinde tabii ki nükleer korku yatıyor. Çünkü post apokaliptik bilimkurgu büyük ölçüde atom bombası korkusuyla körüklenmiş, Soğuk Savaş döneminin gerilimiyle beslenmiş bir tür. Standart felaket senaryosu da iki süper güç arasında çıkan nükleer savaş üzerine kurulu. Mesela, nükleer kıyametin ardından hayatta kalan beş Amerikalının öyküsünü anlatan 1951 tarihli Arch Oboler filmi “Five”, bu tür “bomba ertesi” filmlerinin ilk temsilcilerinden ve genel olarak da türün klasiklerinden. 50’li yılların post-apokaliptik bilimkurgusundan bahsedildiğinde, akla hemen bu film ve Pat Frank’in “Alas, Babylon” romanı gibi eserler geliyor. Nükleer savaşın hemen “ertesi” ile ilgilenen bu tür öyküler, Soğuk Savaş sırasında atom bombası atılması halinde yapılacaklara dair alıştırmalardan, sığınaklarına erzak depolayan insanlara, bütün bir “felaket halinde kurtulma” kültürünün bir parçasıydı. Bunun bir uzantısı olarak, özellikle “Alas, Babylon”un temsilciliğini yaptığı kulvar, “survivalist” yani kaba bir çeviriyle “hayatta kalmacı” kurmaca olarak adlandırıldı. 50’lerde ortaya çıkan bu yönelim, 30 sene sonra, 80’li yıllarda bir yeniden doğuş dönemi yaşayacaktı.

Öte yandan, 50’li yıllarda bile medeniyetin sonu için başka senaryolar da üretiliyordu elbette. Bilimkurgu yazan John Wyndham’ın “The Day of the Triffids” romanı ve bu romandan uyarlanan filmde olduğu gibi. “Five”ın gösterildiği yıl (1951) ilk basımı yapılan “The Day of the Triffids” adlı kitap, bir meteor yağmuru sonucu insan nüfusunun neredeyse tamamının körleştiği bir dünyada, yürüyebilen ve son derece tehlikeli iğnelere sahip bir bitki türünün hakim tür haline gelişini anlatıyordu. Wyndham’ın hayli karamsar öyküsü, kıyamet öykülerinin klasik araçlarından olan o “ertesi gün” girişine sahipti. Bugün zombi filmi “28 Days Later”ın (ya da “The Walking Dead” adlı çizgi romanın) hastanede uyanan kahramanlarını gördüğümüzde, gözündeki bandaj yüzünden İngiltere’de görülmüş en muhteşem meteor yağmurunu kaçıran Bili Masen’ı hatırlamamak zor. 1962’de ilk film uyarlaması yapılan “The Day of the Triffids”, dönemin en büyük korku kaynağı olan atom bombasından yola çıkmadan, bir “bürüme” öyküsü anlatıyordu. Yine ağırlıklı olarak 50’li yıllarda görülen istila ve bu tür “bürüme” öykülerinin artışında, şüphesiz İkinci Dünya Savaşı’nın anılarının da önemli etkisi vardı… Ama asıl model komünizmin yükselişi ve Soğuk Savaş’tı. Soğuk Savaş atmosferi, ortaya kesif paranoya ve yabancılaşma öyküleri çıkarmaya başlamıştı ve İngiliz yazar John Wyndham’ın artık bir bilim-kurgu başyapıtı olarak kabul edilen “The Day of the Triffids” romanı da bu tür öykülerin öncülerindendi.

http://www.cinemaretro.com/uploads/HESTONOMEGA.jpgAtom bombası, radyasyon, tuhaf bitkiler, salgın, uzaylılar, astronomik felaket derken, 50’lerde kıyamet sineması kendine muazzam bir kulvar açmış, söz konusu kıyametin sonrasını anlatan post-apokaliptik bilimkurgu türü de iyice kök salmıştı. 60’lı yıllarda yeni dalga bilimkurgusunun ortaya çıkışıyla, türde önemli bir değişim görüldü. Büyük ölçüde fizik bilimlerden beslenen (ve fizik bilimlerin ingilizcesinden yola çıkarak bu yüzden “hard science fiction” denen) geleneksel bilimkurgunun yerini, sosyal temalara ve psikolojiye ağırlık veren (ve “soft science fiction” denen) yeni bir bilimkurgu anlayışı aldı. J.G. Ballard ve Harlan Ellison gibi yazarlar, geleneksel bilimkurgunun ürettiği pembe gelecek tablolarının karşısına alışılmış canavar öyküleriyle değil, ütopyanın düşman kardeşi “distopya” ile çıktı. Bilimsel ve teknolojik gelişim hızı ile sosyal ve ahlaki gelişim hızı arasındaki insanlığı karanlık bir geleceğe doğru götürüyor olabileceğine dair sinyaller veren distopya (ya da anti-ütopya), 60’lar bilimkurgusunda önemli yere sahip ve birçok yazarın kullandığı bir modeldi ve genel olarak post-apokaliptik bilimkurgunun gelişiminde hatırı sayılır bir tesiri oldu. Öte yandan, Harlan Ellison’ın bir süper bilgisayarın 5 kişi haricinde insanlığı dünya yüzünden sildiği “I Have No Mouth And I Must Scream” adlı kısa öyküsü ve Brian Aldiss’in dünyanın ekseni etrafında dönüşünün durduğu uzak bir geleceği anlatan 1962 tarihli “Hothouse”u gibi doğrudan post-apokaliptik bilimkurgunun temsilcisi olan eserler de vardı. Roger Zelazny’nin 1969 tarihli “Damnation Alley”si ise, salgın hastalığa yakalanmışların yaşadığı kolonilerle, radyoaktif fırtınaları, yırtıcı yaratıkları ve mutantlarıyla, Vahşi Batı’yı model alan westernimsi “nükleer felaket sonrası” öykülerinin önemli örneklerindendi. Sinemada ise 60’lı yılların en önemli kıyamet sonrası filmleri arasında şüphesiz “La Jetee” başı çekiyordu. Chris Marker’ın neredeyse tamamı sabit resimlerden oluşan siyah/beyaz kısa filmi, nükleer savaşın ardından harap olmuş bir dünyada geçiyor. Yeraltında yaşamaya başlamış insanlar, yiyecek, ilaç ve enerji kaynağı bulmak amacıyla Üçüncü Dünya Savaşı öncesine birini gönderiyorlardı. (Tanıdık geldiyse, Terry Gilliam’ın “12 Monkeys”inin bu filmin uyarlaması olduğundandır). Chris Marker’ın, savaşla kaybolan insanlığı incelerken zaman, tarih ve anılar gibi aslında insanın yolculuğunun sübjektif ama son derece güçlü parçalarım teşkil eden bölümleri üzerine odaklandığı 28 dakikalık “La Jetee”si, muhtemelen gelmiş geçmiş en ilginç post-apokaliptik bilimkurgu yapıtlarından biriydi.

http://rockofsisyphus.files.wordpress.com/2008/06/soylent_green_fsmcdvol6no81.jpg60’ların sonunda ise türün en büyük klasiklerinden biri geldi: “Planet of the Apes”. Yani “Maymunlar Cehennemi”. Başka bir gezegene mecburi iniş yaptığını sanarak insanların ilkel, maymunlarıma hâkim tür olduğu bir geleceğin dünyasına inen astronotların öyküsü, ıssız bir sahilde heybetle yükselen özgürlük Heykeli’ni gözler önüne seren finaliyle, sinema tarihinin en unutulmaz “anti-ütopya” tablolarından birini sunuyordu. “Maymunlar Cehenneminin etkisi, 70’li yılların başında gelen bir dizi devam filminin de önünü açtı. Bir de Charlton Heston’ın bir tür “distopya jönü” olmasının… 70’li yıllar, 60’ların Yeni Dalga Bilimkurgu’sunun aldığı tavrın sinemaya aktığı yıllardı. Toplumsal içerikli bilimkurgunun çağıydı bu. Hem bu edebi akımın, hem Kubrick ile Arthur C. Clarke’ın biraz anlamsızca – “yetişkinler için ilk bilimkurgu” olarak lanse ettikleri “2001”in, hem de onunla aynı yıl gösterime giren “Maymunlar Cehenneminin ve devam filmlerinin etkisiyle, 70’ler daha başlangıcından itibaren post-apokaliptik bilimkurgu için çok verimli bir dönem oldu. 1971’de, Richard Matheson’ın “Dünyadaki Son İnsan” temalı “I Am Legend” romanının ikinci uyarlaması olan “The Omega Man” çekildi. “Maymunlar Cehennemi”nden sonra ikinci kez Charlton Heston’a kıyamet sonrası bir coğrafyada rol veren bu filmde felaketin adı biyolojik savaştı. Kasvetli sonların aranan adamı haline gelen Heston, bu filmden iki sene sonra bir distopya klasiği olan “Soylent Green”de rol aldı. Nüfus artışı ve sera etkisi gibi etkenler yüzünden dünyanın yaşaması son derece güç bir yer halini aldığı, insanların kanun zoruyla şehirlerde tutulduğu bir gelecekte geçen bu film, 70’lerin çok rağbet gören “toplumsal felaket” tablosunun temsilcilerindendi. 70’lerde görülen post-apokaliptik bilimkurguda, dünyanın sonunu hazırlayan felaketler savaşa endeksli olmaktan çıkmış, çevreye karşı duyarsızlık da önemli “küresel felaket” sebepleri arasında yer almaya başlamıştı. “Soylent Green” bu eğilimin bir başyapıtıydı, 1976 tarihli “Logan’s Run” ise başka bir başyapıttı. Michael Anderson’ın yönettiği bu “sahte ütopya” bilimkurgusu, insanla doğanın bağlantısının kopması üzerine kurulu, illüzyonlarla hapsedilmiş bir hedonist toplum resmediyordu.

70’ler post-apokaliptik bilimkurgu sinemasının bir diğer önemli özelliğiyse, ele alınan toplumların nispeten uzak bir geleceğe ait olmalarıydı. H.G. Wells’in “Zaman Makinesi” kitabında görülen türden “sahte ütopya”, gerçekten de bu dönemin kilit kavramlarından biriydi ve ortaya toplumsal kabus tabloları çıkarmak için aydınlık ve son derece steril (hatta, söz konusu eğilime aşina seyirciler için tekinsiz derecede steril) bir gelecek tablosundan yola çıkılıyor, sonra da bu ışıltılı modelin “neye mal olduğu” gösteriliyordu. Sonuçlarını düşünmeksizin teknolojinin hızına kapılmaya yönelik kaygının 70’lerdeki gözde suretiydi bu “madalyonun iki yüzü” filmleri. 1976, Harlan Ellison’ın bir öyküsünden uyarlanmış olan küçük bir post-apokaliptik filmin, “A Boy and His Dog”un da yapım yılıydı. LQ Jones’un yönettiği ve Don Johnson’ın başrolünü oynadığı bu film, çorak topraklan, kısır insanları ve başına buyruk gezginiyle, apaçık toplumsal yorum işlevi gören teknolojik distopyalardan ve sahte ütopyalardan, mitolojik bir çorak diyara geçişin habercisiydi. Harap bir dünyada savaşan çeteler ve silahşörler üzerine filmlerin dönemi başlıyordu artık. Robert Clouse’un yönettiği ve Yul Brynner’ın başrolünde oynadığı, 1975 tarihli “Ultimate Warrior” bu yönelimin öncü filmlerinden olsa da, asıl klasik elbette 1979 tarihli “Mad Max”di. George Miller’ın yönettiği Avustralya yapımı “Mad Max”, medeniyetin yok olmaya ve kanunsuzluğun hüküm sürmeye başladığı bir dünyada, bir motosikletli çetesi ailesini öldürdükten sonra intikam peşinde koşan eski bir polisin öyküsüydü. Biraz motorize western, biraz samuray filmiydi ilk Mad Max. Epey ses getirdi. Ama devam filmi kadar değil. İkinci Mad Max filmi olan “Road Warrior”, neredeyse tamamı tozlu yollarda geçen saf bir aksiyon filmiydi. George Miller’ın kurduğu dünya biraz daha çoraklaşmış, biraz daha kısırlaşmış, medeniyet biraz daha geçmişte kalmış gibi görünüyordu. Herkesin yakıt peşinde koştuğu, insanların korunabilmek için çeteler ve site-şehir benzeri yerleşimler oluşturduğu, ilkel bir dünyaydı bu filmde resmedilen. Üçüncü film ise, ikincisi kadar adı geçmese de, bu dünyanın her yeni bölümde bir adım daha ilerleyen kısırlaşma sürecini nihayetine ulaştırmıştı. “Mad Max Beyond Thunderdome” adını taşıyan bu üçüncü bölümde* günümüz medeniyetinin artık bir mitoloji haline geldiğini görüyorduk.

Özellikle “Road Warrior”, 80’lerde sayısız film tarafından taklit edildi. Aslında bu, 50’lerin “hayatta kalma” odaklı filmlerinin 80’lerdeki bir yansımasıydı. John Carpenter’ın “Escape From New York”undaki Snake Plissken gibi anti kahramanların, hatta bilimkurgu türü dışında – Charles Bronson’ın “Death Wish” ve Clint East-wood’un “Dirty Harry” serileri gibi intikam filmlerinin arttığı bir dönemdi bu. Reagan’ın başkanlığı devrinde adeta Soğuk Savaş’ın ruhu hortlamış, post-apokaliptik bilimkurgu filmleri erkeklerin ağır silahlı bir dünyada erkekliklerini test ettiği bir tür modern Vahşi Batı fantezisinin, Darwinist-punk denebilecek, en güçlünün hayatta kaldığı öykülerin yuvası halini almıştı. 90’larda daha az sayıda post-apokaliptik bilimkurgu filmi gördük. Çoğu 80’lerdeki örneklere benzemeyen, daha karanlık, aksiyonla daha az ilgili, 60’larda ve 70’lerin başında yapılan bilimkurguları daha çok andıran filmlerdi. Jeunet ve Caro’nun distopik bir gelecekte geçen kara komedisi “Şarküteri” ve Terry Gilliam’ın “La Jetee” uyarlaması “12 Monkeys”, türün 90’lardaki en önemli temsilcilerindendi. Dönemin en bariz “Mad Max” bağlantısı, Kevin Costner’ın oynadığı, çok pahalıya malolan ve çok büyük bir fiyasko muamelesi gören “Waterworld” idi. Suyla kaplı bir dünyada çeteler arası çatışmaları, mitik bir hal almış “kara”yı bulmaya çalışan insanları ve gönülsüz rehberleri Denizci’yi anlatan bu öykü, Clint Eastwood western’lerinden fırlamış gibi duruyordu. 80’lerle diğer bir bağlantıysa, Mad Max geleneğine şık bir değişiklik ve bu janrda benzeri görülmedik bir mizah anlayışıyla yaklaşan, İngiliz çizgi karakteri “Tank Girl”ün sinema uyarlamasıyla kuruluyordu. Post-apokaliptik bir gelecekte tankıyla dolaşan kızın serüveni çok büyük ilgi görmese de, hem karakter hem de film kült konumuna erişti.

Artık post-apokaliptik bilimkurgu olgunlaşmış bir alt-tür. Matrix serisi ve Terminator serisi gibi makineleşmeyle gelen felaketin de, “28 Days Later” gibi korku janrının motifleriyle örülmüş kıyamet senaryolarının da, “Reign of Fire” gibi fantezi janrına meyleden “hayatta kalma” filmlerinin de örneklerini görebiliyoruz. 90’larda türler içice geçti, eski türler yeniden masaya yatırıldı ve bunun sonucunda kıyamet sonrası bir tür olmaktan çıkıp, sinemanın önemli “hayali coğrafyaları” arasına girdi. Artık toplumsal zeminiyle bile organik bağı yok, bütün bu sürecin içinde, estetik bir mesele halini aldı. Öyle ki, her şeyin post-apokaliptik versiyonu çekilebilir. Tıpkı “Beowulf “un post-apokaliptik versiyonunun çekilebildiği gibi.

10 Post-Apokaliptik film

Planet of the Apes (Franklin J. Schaffner)-1968

Uzay araçları bir gezegene mecburi iniş yapan üç astronot, konuşma yetisine sahip olmayan ilkel insanlarla ve onlara hayvan muamelesi eden, akıllı, konuşabilen maymunlarla karşılaşır. Astronotlardan biri kafese atılıp maymunların şehrine götürülür, ama konuşabilin esiyle hayrete düşürdüğü maymunlar arasından yandaş bulur ve şehirden kaçıp kendininkini çok andıran bu gezegende bir cevap aramaya başlar.

The Omega Man (Boris Sagal)-1971

“Dünyada Tek Başına” filmlerinin klasiği. Biyolojik savaş insanlığın sonunu getirmiş, geride geceleri ortaya çıkan, zombimsi deforme yaratıklara dönüşmüş az sayıda insan ve – deneysel bir aşı sayesinde – Robert Neville adında bir doktor kalmıştır (en azından, ilk başta öyle görünür). Kendilerine “Aile” diyen deforme insanlar, sonu hazırlayan medeniyetin temsilcisi Neville’i öldürmeye çalışırken, Neville de teknolojiden faydalanarak kendini korumaya çalışır.

Logan’s Run (Michael Anderson)-1976

Bir dizi felaketin ardından “dış dünyadan el etek çekip devasa bir kubbe-şehrin içinde yaşamaya başlamış bir toplum. Herkes genç, çünkü 30 yaşma gelmiş olanlar, heyecanla seyredilen bir gösteride – ve yeniden doğum vaadiyle – öldürülüyor. Vaadin sahte olduğunun farkına varıp kaçmaya çalışanlar ise özel bir polis gücü tarafından durduruluyor. Her şeyi çekip çeviren bilgisayarın insanlara zevk dolu bir hayat sunduğu ama hiç seçme şansı sunmadığı toplumuyla “Logan’s Run”, sinemanın unutulmaz sahte ütopya tablolarından birini sunuyor.

A Boy and His Dog (LQ Jones)-1976

Harlan Ellison’ın öyküsünden uyarlanan bu kült bilimkurgu filminin başrolünde, çok genç bir Don Johnson var. Genç adam ve onunla telepatik iletişim kuran çok zeki köpeği, Nükleer savaş sonrasının ilkel dünyasında hayatta kalmaya çalışırken, üreme yeteneğini yitirmiş tuhaf bir yeraltı toplumuna rastlıyorlar. Vic (Johnson), elbette ki köpeğinin onu damızlık olarak kullanmak isteyen bu topluma karşı uyanlarını dinlemiyor…

Mad Max serisi (George Miller)-1979-1985

Medeniyetin yıkılışını, yerini kısır bir dünyanın ve petrol peşinde çetelerin alışını ve bu dünyanın tehlikeli yollarında hayatta kalma sanatının üstadı haline gelmiş Max”in hikâyesini anlatan üçleme. Sırf Mad Max taklidi” diye bir tanımın olması bile, bu serinin post-apokaliptik bilimkurguda ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu gösteriyor.

Delicatessen (Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro)-1991

Türkçe adıyla “Şarküteri”, Havanın berbat görünüşlü, medeniyetin porsumuş, besin bulmanın ise son derece zor olduğu, kimi insanların gerçek anlamıyla “yeraltı” gruplar oluşturduğu bir gelecekte geçiyor. Eski bir palyaço olan yeni kiracı Louison’un eşliğinde bu apartmanın diğer sakinlerini tanıyor ve ev sahibi kasabın bu yiyecek kıtlığında o kadar eti nereden temin ettiğini (tahmin edersiniz) öğreniyoruz. Küçük, karanlık ve komik bir post-apokaliptik film

12 Monkeys (Terry Gilliam)-1995

Bir virüsün insanlığın önemli bir bölümünün ölümüne yol açmasının ardından yeraltında yaşamaya başlamış olan insanlık, geçmişe elçi göndererek felaketi durdurmaya çalışır. Chris Marker’ın post-apokaliptik kısa metrajı “La Jetee”den uyarlanmış olan filmin bazı bölümleri felaket sonrası dünyada, bazı bölümleri ise günümüzde geçiyor.

Waterworld (Kevin Reynolds)-1995

Film, nispeten yeni popülerleşmiş bir konseptten hareketle, küresel ısınma sebebiyle kutup buzullarının erimesi sonucunda sular altında kalmış bir dünya kuruyor. Bütün yerkürenin ıslak bir vahşi batı, mutasyona uğramaya başlamış insanın ilk temsilcilerinden olan Denizci karakterinin ise bir tür “Su Mad Max”i olarak kullanıldığı film, beklendiği kadar ilgi görmese de yarattığı dünya sayesinde post-apokaliptik bilimkurgu içinde önemli bir konuma sahip.

28 Days Later (Danny Boyle)-2002

Bir gün uyanıp dünyada kıyametin kopmuş olduğunu gören adamın hikâyesi Hastanede uyanan kahramanımız, bir ay zarfında nüfusun neredeyse tamamının zombiye dönmüş, geriye çok az “normal” insanın kalmış olduğunu görür. Danny Boyle’un zombi filmi, zombilerin kendilerine değil, her yeri kaplamış olmalarının ortaya çıkardığı yaşam biçimine odaklanıyor ve sokaktan bomboş Londra’sıyla hayli etkileyici bir post-apokaliptik atmosfer yaratıyor.

The Matrix serisi (Andy ve Larry Wachowski)-1999–2003

Üçleme, insanların dünyanın yeni hakimi makineler tarafından, enerji kaynağı olarak kullanılmak amacıyla dijital bir illüzyonla kandırılarak hayatta tutulduğu bir gelecekte geçiyor. Söz konusu dijital illüzyon, 20. yüzyılın sonunu simüle ediyor, dışarıda ise güneşin hiç görünmediği, makine şehirleriyle ve “insan tarlalarıyla kaplı, kapkaranlık bir post-apokaliptik dünya var.

Bu yazı, Sinema dergisinin 2004 Eylül sayısında aynı adla yayınlanan, Kutlukhan Kutlu imzalı makaleden alıntıdır.

Yazar hakkında kısa bilgi:

Kutlukhan Kutlu (d. 1972, İstanbul) Türk sinema yazarı, çevirmen. Harry Potter kitaplarını üçüncü kitaptan itibaren Sevin Okyay’la birlikte Türkçeye çevirmiştir. Sevin Okyay’ın oğlu olan Kutlukan Kutlu, Kadıköy Anadolu Lisesi (Kadıköy Maarif Koleji) ve İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü mezunudur. 1991 yılında Nokta – Ne Nerede dergisine katılarak sinema, edebiyat ve müzik üzerine yazmaya başladı. Aylık Sinema Dergisi ve Radikal’in Cumartesi eki başta olmak üzere çeşitli yayın organlarında yazar ve editör olarak çalıştı. Yoğunlukla film eleştirileri ve sinema yazıları yazmakta ve çevirmenlik yapmaktadır. Bir kaç sene boyunca, aylık Sinema Dergisinde “Sinemayı Değiştiren Modern Klasikler” bölümünü hazırladı. 2007 yılı itibariyle, bu dergide çalışmayı sürdürmektedir. Taraf Gazetesi’nin sinema yazarı ve kültür sanat muhabiridir.

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Korku Sinemasında Ölmek ve Dirilmek

Korku sinemasında dirilmek pek çok farklı sebebe bağlı olabilir. Bunlara
blank

Aksiyon Sinemamız: Dekmancılık Oynayan Türkler!

Yeşilçam bütçesizliği içinde bile oldukça stilize, yeri gelince abartılı bir