70 ve 80’li yılların alt tür filmlerine büyük bir ilgisi olan Danimarkalı yönetmen Nicolas Winding Refn, ilk önce Pusher (1996) ile dikkatimizi çekmişti. 2003 yılında Fear X’de bir polisin var oluşunu hayaller ve gizemlerle süsledikten sonra, 2008 yılında, İngiltere’de 80’li yıllarda şiddet dolu davranışlarından ötürü en popüler mahkumlardan biri olan Michael Peterson’ın gerçek yaşam öyküsünden uyarlanan Bronson filmiyle karşımıza çıktı. 2009 yılına geldiğimizde ise Valhalla Rising ile, MS. 1000 yılında geçen sessiz ve asap bozucu bir şövalye hikayesini eşsiz görüntüler ve ambiyans eşliğinde bizlere sundu. Başarılı yönetmen son olarak karşımıza Drive ile çıktı ve Robert De Niro’nun başkanlığını yaptığı 2011 Cannes Film Festivalin’nde, En İyi Yönetmen Altın Palmiyesini aldı.
James Sallis’in romanından, Hossein Amini tarafından uyarlanan filmin başrollerinde, daha çok bağımsız yapımlarda gördüğümüz ilk dikkat çekişi The Notebook (2004) filmiyle olan ve son yıllarda rol aldığı All Good Things (2010), Blue Valentine (2010) ve Crazy, Stupid, Love (2011) ile öne çıkan Ryan Gosling, An Education (2009), Never Let Me Go (2010)’daki performanslarıyla adından sıkça söz ettiren Carey Mulligan, Breaking Bad ile üst üste üç Emmy kazanan yetenekli aktör Bryan Cranston bulunurken, yan rollerde de oldukça sağlam oyuncular bulunuyor: Albert Brooks, Christina Hendricks, Ron Perlman ve Oscar Isaac.
Drive, gündüzleri araba tamirciliği ve Hollywood filmlerindeki araba kovalamacalarında dublörlük yapan, geceleri ise organize soygunların sürücüsü olan isimsiz bir karakterin gerçek anlamda kimliğini oluşturma çabasının hikayesi. Tam anlamıyla varoluşçu bir kimlikle karşımıza çıkan sürücümüz, 60’lı yılların Eastwood’u, 70’li yılların McQueen’ine benzer bir şekilde geçmişi, hikayesi hatta ismi bile gizli. Üzerinden hiç çıkarmadığı akrep işlemeli ceketiyle, pek konuşmadığı her hâlinden belli olan, donuk yüz ifadesiyle ve her daim ağzından eksik etmediği kürdanıyla sürücümüz cool’luğun sınırlarını zorluyor.
Aslında açılış sahnesiyle, hız ve heyecan ile bezenmiş bir film olma potansiyelini elinde barındırabilecekmiş izlenimi veren Drive, yönetmen Refn’in daha sakin, ağır ve gerçekçi bir yolu tercih etmesiyle bambaşka bir ivme kazanıyor. Hipnotize edici bir sakinlikle ilerleyen film, bir noktadan sonra daha gore bir havaya bürünüyor. Ama bu hava Tarantino filmlerindeki gibi değil de, daha çok David Cronenberg’in History of Violence ve Eastern Promises filmlerindeki havayla eş değer. Gosling’in canlandırdığı karakterin başından geçenler ve sonrasında tanıştığı Irene ve oğlu sayesinde hayatına giren sevgi kavramının bir araya gelmesiyle birlikte dengeli bir suç patlaması vuku buluyor. Gözünü bile zar zor kırpan, gereksiz yere konuşmaya bile tenezzül etmeyen ve önceliğinin işi olduğu aşikar olan sürücümüzün asıl hedefi aslında onuruyla, gururuyla ve karizmasıyla hem sevgisini koruyabilmek hem de yaşamak için gerekli parayı bulabilmek.
“Ben kullanırsam, paranı alırsın, bu garantidir. Bana nereden başlayacağımızı, nereye gideceğimizi, iş bittikten sonra nereye gideceğimizi söyleyin. Oraya vardığımızda size beş dakika veririm. O beş dakika içinde ne olursa olsun yanınızda olurum. O beş dakikadan sonra olacaklar konusunda kendi başınıza kalırsınız. Siz iş üstündeyken içeri girmem, silah taşımam. Sadece arabayı sürerim.“
İşte bu “cool” sürücümüzün hayatı, kısa bir süre önce taşındığı apartmanda tek çocuğu Benicio ile beraber yaşayan Irene’i tanıması ile birlikte değişmeye başlıyor. Irene ve Benicio’nun hayatına girmesiyle hiç gülmeyen yüzü tebessüm etmeye başlayan sürücümüzün mutlu günleri, genç kadının hapishanede tutuklu olan eşinin kısa bir süre sonra bırakılacağını öğrendiğinde ne yazık ki kesintiye uğrayacaktır. Bir yandan çalıştığı tamirhanenin sahibi Shannon (Bryan Cranston)’ın arkadaşı Bernie (Albert Brooks) ve Nino (Ron Perlman)’nun karanlık işleri ile boğuşurken, diğer yandan da Irene’in kocasına yardım etmeyi kabul etmesi sonucu doğacak olaylar bir noktada kesişecek, tüm bu durumları da düzeltme işi sürücümüzün üzerine kalacaktır. Onun ise hem kendi hayatını, hem de Irene ve Benicio’nun hayatını kurtarabilmesi için tek bir şey vardır. Bildiği en iyi şeyi yapmak: Araba sürmek…
Aslında film, genel anlamda baktığımızda ortalama bir izleyici için haddinden fazla sıkıcı gelebilir. Hatta tam da bu bahsettiğim olay yüzünden Amerika’da bir izleyici tarafından Drive filminin dağıtımcısına bir izleyici tarafından dava bile açılmış durumda. Hemen hemen her sinema internet sitesinin “idiot woman” olarak nitelendirdiği Sarah Deming isimli kadının iddiası oldukça ilginç. Michigan’da yaşayan Deming, Drive filminin fragmanını seyrettiğinde filmin Fast Five gibi bir film olduğunu düşündüğünü ve kandırıldığını iddia etmiş. Hem parasının geri verilmesini hem de oluşan manevi zararın karşılanmasını istiyor. Deming şikayetini şu cümlelerle ifade ediyor: “Filmin fragmanını izleyince Fast Five gibi bir film sandım. Filmin ismi Drive olmasına rağmen filmde çok az arabalı takip sahnesi vardı. Çok sıkıcı bir filmdi.” Hâli hazırda böyle bir örneği varken de bazı izleyicilerin bu yanılgıya düşmesi yadsınamaz bir gerçek aslında. Fakat film, sinemayı sadece zaman geçirmek ya da aksiyon sahnelerinden ibaret sanmayanlar için oldukça güçlü bir sinematografiye sahip. Mükemmel ışık ve müzik kullanımı, karakterlerin sanki aceleleri yokmuşçasına yavaş, dingin bir şekilde hareket etmesi, kimi sahnelerde konuşma olmadan sadece bakışmalarla o anın ifade edilmesi, filmi çok daha sofistike bir konuma sokuyor.
Önceleri başrol için adı geçen Hugh Jackman yerine son yıllarda oynadığı filmlerle adından sıkça söz ettiren Ryan Gosling’in seçilmesi, Clint Eastwood’umsu performansıyla bu rol için ne kadar da doğru bir karar olduğunu film boyunca defalarca kanıtlıyor aslında. Kötü adamımız Ron Perlman ve 80’lere çok yakışan Albert Brooks, karakterlerini hakkıyla sergiliyorlar. Aslında 20’li yaşlarında Latin bir kadın olarak tasarlanan Irene rolü, Refn’nin Carey Mulligan’ı seçmesiyle tamamen değişiyor ve tekrardan düzenleniyor. Böylece o naif ve sakin halleriyle Mulligan, Ryan Gosling ile çok güzel bir ikili oluşturuyor. Carey Mulligan hakkında bir küçük ayrıntı da filmin çekimleri boyunca Nicolas Winding Refn’in evinde kalması.
Drive açılıştaki yazı karakterinden, film boyunca kulağımızda yer edinen müziklerine, filmin gelişimi ve sonucuna kadar buram buram 80’ler kokuyor. Bununla birlikte sinematografisi, “karakter portresi” bazlı konusu ve psikolojik örgüsü ile zamansız bir film olduğunu da kanıtlıyor.
Filmin müziklerine değinecek olursak; College feat. Electrick Youth’un A Real Hero’su filmi tamamlayan en önemli unsurlardan biri. 80’lerden gelen, gizemli hayatında her ne yaşadıysa bunun hakkında en ufak bir renk bile vermeyen, duygularını belli etmeyen, sadece bildiği en iyi şeyi yapan gerçek bir kahramanı anlatıyor bize. Filmin başında çalan Kavinsky’den Nightcall ise 80’ler havasına girmemizi sağlayan oldukça başarılı bir parça. Bunların yanında Desire’dan “Under Your Spell”i ve Riz Ortolani feat. Katyna Ranieri’den “Oh My Love”ı da es geçmemek gerek.
Çoğu eleştirmenden tam not alan ve başından sonuna kadar kendini keyifle izlettiren Drive, yılın öne çıkan filmlerinden biri olmayı sonuna kadar hak ediyor. Verdiği bir röportajda eğer devan filmi çekilirse onda da rol almak istediğini söyleyen Ryan Gosling, filmi “Blue Velvet” ile “Purple Rain” arasında bir yerde gördüğünü belirtiyor. 2011 yapımlarının arasında sağlam bir yere kurulacak gibi görünen Altın Palmiye ödüllü Drive’ı izlemeden bu yılın bitmesine izin vermeyin.
Yeni izledim ve film ile ilgili şunu söyleye bilirim “ Büyüklere Fast & Furious”
Yazı gerçekten güzel olmuş hislerimi yansıtmış. Ama benim özel olarak eklemek istediğim otel odasında ki kavga sahnesi; adam banyonun camından girerken ryan gosling abinin yüzündeki ifade adamları öldürdükten sonra hissiz kanlı suratıyla bakışı gerçekten çok iyi arada açar izlerim bu yazıyı okuyunca 2 kere daha izledim. Keşke herkes izlese sevse bu filmi.
guzel bir film .siradan insanlarin yarattigi sebebli siddeti seviyorum ,asansordeki kavga sahnesi beni cok etkiledi .yilda en az bir kere izlenmeli
bu film ile ilgili beni yeyip bitiren bişey var o da,transporter’a benzerliği ben mi yanılıyorum yoksa benim gibi düşünenler var mı çünkü kime sorsam ne alaka diyolar.ama bana bu film transporter’ın sanat yüzü görmüş hali gibi görünüyorda
yani daha özenli çerçeveler açılar kullanılınca,başrol oyuncusu daha cool ve mıymıntı oynayınca,luc besson ya da daha doğrusu hollywood özentisi şebeklilklere başvurulmayaınca o film daha mı orjinal oluyor anlamadım biri bana yardım etsin.yoksa filmi sevmediğimden değil asıl sebeb çok sevip,kafamı şu transporter meselesi ile allak bullak etmesi.
bence kafani transporterla hic bulandirma.