13 yaşındaki kızıyla toplumdan uzak, yalnız başına yaşayan bir kadın ve beklenmedik anda karşısına çıkan aşk emareleri… Atıf Yılmaz-Müjde Ar ikilisinin 80’lerdeki ortaklığının bir diğer ürünü olan Dul Bir Kadın, cesur ve bir o kadar da lafı gediğine oturtan bir film. Necati Cumalı’nın “Bir Sabah Gülerek Uyan” adlı eserinden Atıf Yılmaz tarafından senaryolaştırılan filmde, Müjde Ar’a Nur Sürer ve Yılmaz Zafer başrollerde eşlik ediyor.
Suna, kocasını iki yıl önce kaybetmiş ve 13 yaşındaki kızı İnci ile tek başına yaşamaktadır. Onun hayattaki tek dayanağı ise okul yıllardan arkadaşı Ayla’dır. O, içinde bulunduğu camiaya uygun bir yaşam süren ve beş çayından briç partilerine koşuşturan bir kadındır esasen. Tabii dul bir kadın olarak da talipleri çoktur; Vatikan’a büyükelçi olarak gidecek Bülent Bey başta olmak üzere. Tam da bu süre zarfı içerisinde fotoğraf sanatçısı ve amiyane tabirle uçarı bir delikanlı olan Ergun ile Suna’nın yolunun kesişmesi ise bu yalnız ve sevgiye muhtaç kadını bambaşka bir maceranın ortasına bırakır.
Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı film için denilebilecek ilk söz, tam manasıyla bir “kadın” filmi olduğudur. Yönetmenin filmografisinden alışılageldiği üzere kadının metalaştırılmasına hayır diyen, bir insanın ayakları üzerinde durabilmek için bir başkasının sevgisine muhtaç olmadığını dile getiren Dul Bir Kadın, bunu yaparken farklı bir metot kullanıyor. Merkezine yerleştirdiği Suna vesilesiyle bir insanın tepeden en aşağı nasıl düşebileceğini gösteriyor ve umarsız bir kaybedene dönüşmenin esasen ne kadar da basit olduğunu betimliyor. Evet, itiraf etmekte yarar var; Dul Bir Kadın, ne Atıf Yılmaz’ın ne de Müjde Ar’ın başyapıtı. Ancak konuyu ele alış biçimi, finale kadar izleyicisini ince ince hazırlayışı ve en önemlisi söylemiyle sinemamızın da dikkate değer işlerinden biri.
Film, kapılarını Beyaz Türkler olarak tabir edebileceğimiz orta-üst sınıfın şaşalı hayatıyla açar. Bu ilk aşama, Atıf Yılmaz’ın farklı bir dünya portresi çizeceği izlemini yaratsa da esasen bu anlatının ilk ayağını temsil eder. Burada dikkate değer husus ise Vatikan’a büyükelçi olarak gidecek Bülent Bey’in Suna’ya olan ilgisi. Aslına bakılırsa Bülent Bey, ne Suna’ya âşıktır ne de ona karşı bir duygu gütmektedir. Onun tek amacı, Vatikan’ın büyükelçilerin evli olma zorunluluğu getirmesinden dolayı yanına yakışacak bir obje aramasıdır. Bir başka deyişle bir insana değer vermekle uzaktan yakından alakası yoktur. İşte Suna’nın sevgiye olan ihtiyacı ilk olarak burada betimlenir. O, el üstünde tutulacağı, zengin ve gösterişli bir hayattan ziyade duygularını harekete geçirebilecek birini ister hayatında. Bu nedenle Bülent Bey’in teklifiyle de pek alakadar olmaz.
Anlatının ikinci bölüme geçmesi ise Suna’nın Ergun ile tanışmasıyla başlar. Bu genç ve yakışıklı adamı ilk gördüğü anda içinde bir şeylerin kıpırdadığını hisseden Suna, konumu gereği kendini bir adım geri tutmaya çalışsa da aşkın engel tanımayan gücü karşısında pek fazla dayanamaz. Ergun’un peşinden Bodrum’a bile gider; çünkü o, yıllardır eksikliğini hissettiği sevgi açlığını ve buna paralel cinsel ihtiyaçlarını karşılayabileceği birini aramaktadır. Bir başka deyişle Suna mantığıyla değil, dürtüleriyle hareket eden bir kadına dönüşmek üzeredir. Aynı âşık olduğumuzda hepimizin yaşadığı gibi…
Bu noktada önemli olan ve anlatıyı değerli kılan nokta ise Ergun’un Suna’ya karşı olan davranışları. En başta filmin büyük bir çoğunluğuna egemen olan “hanımefendi” vurgusuyla Suna’nın insani duygularını okşayan ve onu elde etmek adına tüm maharetini ortaya döken Ergun, Suna’nın kendisine teslim olmasıyla adeta bambaşka bir adama evrilir. Bu noktadan itibaren Suna’nın “hanımefendi” kişiliğinden çıkıp yavaş yavaş dibe çakılma hikâyesine eşlik ederiz. Bir başka deyişle Atıf Yılmaz daha yeni “motor” der!
Gerek Müjde Ar’ın yer aldığı projelere, gerekse Atıf Yılmaz’ın filmografisine göz attığımızda öne çıkan bir “kadın” vurgusuna rastlamak pekâlâ mümkün. Bu, Dul Bir Kadın özelinde ise “Ne oldum değil, ne olacağım demeli” şeklinde vuku buluyor. Filmin henüz başında ayakları yere sağlam basan, çocuğu için yaşayan güçlü bir kadın portresi çizen Suna’nın, zamanla duygularının esiri olması ve özsaygısını yitirmesi, esasen sevginin yeri geldiğinde ne denli korkutucu bir duygu olabileceğini de açıkça resmediyor. Filmin de en çarpıcı noktasının burası olduğunu söylemekte yarar var. Yalnızlıktan dem vuran, bir başkasının sevgisine ihtiyaç duyan ve vadedilen sevginin gücü altında ezilen bir kadının geldiği noktayı realist bir biçimde resmeden film, hiç kuşku yok ki gücünü de Suna’nın çaresizliğinden alıyor.
Suna’nın yaşadıklarına paralel olarak onun en yakın arkadaşı Ayla’nın hikâyedeki konumu da fazlasıyla değerli. Evli bir adamın metresi olması hasebiyle kendi içerisinde bir çatışma yaşayan Ayla, hikâyenin “Bir başkasının sevgisine muhtaç olma” durumunu en az Suna kadar iyi özetleyen, altı doldurulmuş bir karakter. Kaldı ki bu iki kadının içinde bulunduğu sürecin benzerlik taşıması, anlatının dibi gösterme çabasıyla da yakından ilintili. Hayat da böyle değil midir bazen? Yükseklerden seyrederken dünyayı, en beklenmedik, en mutlu anda dibe çakılmışken buluruz kendimizi. Bu zannedildiğinden daha fazla acı verir. Ancak şunu da unutmamak lazım, kimi zaman doğru yolu bulabilmek için o dibe, en acı veren şekilde saplanmak gerekir. Aynı Dul Bir Kadın’ın öğütlediği gibi…
Gelelim filmin çözüm bölümüne; bir başka deyişle asıl söylemine. En başta dile getirdiğim gibi Atıf Yılmaz, Dul Bir Kadın özelinde farklı bir metot deneyerek tüm film boyunca izleyicisini Suna ve Ayla’nın acısının ortasına bırakıyor ve birkaç beylik laftan öteye gitmeyerek anlatısını cesur bir şekilde ifa etmeyi tercih ediyor. Böylelikle cinsel dürtülerin ön planda olduğu ve sevişme sekanslarının sıklıkla karşımıza çıktığı bir tutku hikâyesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Ancak Atıf Yılmaz, izleyicisini ince ince hazırladığı finalde, arkadaşlığın kutsallığını ön plana çıkararak ataerkil düzenin gerekliliklerini devre dışı bırakıyor ve kadının tek başına daha güçlü olduğunu açıkça dile getirerek bir kez daha takdiri ziyadesiyle hak ediyor.
Dul Bir Kadın ile ilgili değinilmesi elzem olan hususlardan biri de kuşkusuz ki içinde bulundurduğu fotoğraflar. Ergun’un bir fotoğrafçı olmasını fırsat bilen ve bu vesileyle eşsiz görüntüleri huzurlarımıza getiren Atıf Yılmaz, ne denli komplike bir sanatçı olduğunu bir kez daha dışa vururken filmin değerli duruşu da bir tık yukarı taşımayı ihmal etmiyor. Nitekim karşımızdaki film, bir yandan hikâyesiyle güçlenirken, öte yandan sanatın diğer dallarına temas etmesiyle izleyicisine farklı bir tat sunmayı da başarıyor.
Gelelim filmin olumsuz yanlarına. Öncelikle Dul Bir Kadın’ın büyük bir tempo problemi olduğunu kabul etmek gerekir. Cinsel sekanslara fazla takılan ve bu sebeple konudan uzaklaşan film, böylelikle izleyicinin seyir zevkini olumsuz etkiliyor. Aynı zamanda asıl söylemini sona bırakan ve bunu da çok küçük bir ana sıkıştıran anlatı için filmin büyük çoğunluğunda izleyiciyi oyaladığını söylemek de fazlasıyla mümkün. Tabii bu noktada Müjde Ar ve Nur Sürer haricindeki tüm oyunculukların yapay bir seviyede dolaşması, Dul Bir Kadın’ı olabildiğinden daha iyi bir film olarak konumlandırmamızın önüne geçiyor.
Monoton bir hayata sahip çevresinden uzaklaşan ve içindeki dürtüleri harekete geçiren bir aşkın peşine takılan Suna’nın, farklı ama bir o kadar da hayat tecrübesi içeren macerasını konu alan Dul Bir Kadın, cesur sahnelerle örülü bir Atıf Yılmaz filmi. Usta yönetmenin feminist dilinden izler taşıyan ve Müjde Ar ile Nur Sürer’in oyunculuğu ile büyüyen film, sanatsal duruşu, biçimi ve söylemiyle sinemamızın özel işlerinden biri olarak her daim hatırlanmaya devam edecektir.