Ütopya 60’lı yıllarda uğradı bu topraklara. Fazla ağırlık olmadan, yatıya kalmadan 70’li yılların sonunda çekti gitti. Önce şımarttık ama sonra sırtımızı döndük. Çünkü her birimiz halihazırda sahip olduklarımızla o kadar meşguldük ki başka bir dünya nasıl olur diye düşünemez hale geldik. Kimimizin sahip oldukları  çoktu, kimimiz sahip olduğu şeylerin çok olmadığını bilse de mümkün olanın en iyisi olduğunu düşündü, kimimizin de çok şeyi yoktu ama onları kaybetmekten ölesiye korktu. Kimimiz mest olarak, kimimiz şükrederek, kimimiz de elindekileri kaybetme korkusuyla felç olarak hayal gücünü koydu kapının önüne.

2001: A Space Odyssey’i, ilk defa televizyonda izlediğimde, ilkokula yeni başlamıştım. Uzay boşluğunda süzülen uzay gemilerini adeta huşu içinde izlemiştim. Hele o tekerlek biçimindeki uzay istasyonuna ağzımın suyu akmıştı. Okulda, tenefüste fırsat buldukça defterin ortasından yaprak koparıp uzay istasyonunu çizerdim. Ya Yıldız Savaşları’nı ilk izleyişime ne demeli? X-Wing’lere, Tie Fighter’lara bayılmıştım. Çünkü tüm bunları bizimkilerin öğretmenlik yaptığı birkaç yüz nüfuslu köyde büyüyen bir çocuk olarak izlemek olağanüstüydü. Her şeyden önemlisi galiba o zamanlar çoğunlukla ihtiyaçlarımızı karşılamak için bir şeyler alırdık, bugünkü meta bolluğunu o günlerde hayal bile edemezdik. Bugün ise ihtiyacımız olmayan metalara sahip olma hırsı başlı başına bir ihtiyaç oldu, başka şeyleri hayal edemez olduk. Satılan “şeylere” ihtiyacı karşıladığı oranda değil,  başka bir “şeyleri” elde etme aracı olduğu ölçüde, servete ve paraya merdiven olduğu ölçüde önem verilir oldu. Meta, kendi doğal ve maddi özelliklerinin çok çok üstünde mistik bir nesne oldu. Meta, adeta metafizik bir hale geldi.

Pasta kalıplarıyla kesilen hamurlar gibi birbirini andıran klişeler yumurtlamadan  birbirimize yeni hikayeler anlatamaz olduk. Birbirimizi güldüremez olduk. Birbirimizi korkutamaz olduk. Çünkü gitgide seviyesi daha düşen ve çürüyen bir vasata ikna edildik ve var olan durumdan farklı bir durumun mümkün olabileceğine dair inancımızı kaybettik: Kimimiz mest olarak, kimimiz şükrederek, kimimiz de kaybetme korkusuyla felç olarak.

Görme engelliler, görme duyularını doğuştan veya küçük yaşta kaybetmemişse görsel rüyalar görürmüş. Ve rüya görmek bir görme engelli için bu yüzden çok önemliymiş. Belli bir süre sonra rüyalar da yitip gidermiş ki bunun ne büyük kayıp olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Bu konuda araştırma yapan bilim adamları şunu bulmuş: Bir görme engelli, dışarıdan ses ve fiziksel uyarım almayacak şekilde dizayn edilmiş boş odalarda belli süre tutulduğunda, bir süre sonra rüyalar geri gelirmiş. Belki de dış uyarımların kirletici etkisinden kurtulan zihin en saf haline geri dönerek, güdükleşen işlevlerini geri kazanırmış.

Kim bilir, biz hayal etme engellilere de böyle bir şey lazım: Hayati ihtiyaçlarımızla alakası olmayan bütün ıvır zıvırı, parayı, silahı zaman zaman bir kenara atıp bir karanlık odaya kapanmak ve en kıymetli hazinemizin parıldamasını beklemek…

Öteki Sinema için yazan: Özgür Ilgın

blank

S. Özgür Ilgın

1977 Yılında Aydın'da doğdu. Üniversitede bir elin parmakları kadar üyesi olan Felsefe Topluluğunun çıkardığı, iki elin parmakları kadar “tirajı” olan Yitik adlı fotokopi fanzinde öykü ve albüm tanıtımları yazdı.

Blues, Heavy/Rock, Doom, Thrash, Death, Jazz ve Proggressive müziğe bayılıyor. Sergio Leone'yi David Lynch'i, Stanley Kubrick'i, Metin Erksan'ı, Ertem Eğilmez'i, Nuri Bilge Ceylan'ı, Zeki Demirkubuz'u ve Yılmaz Atadeniz'i çok seviyor, sinema ve müzik gibi eğitiminin olmadığı konularda ukalalık etmekten çok hoşlanıyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Bay Popo

İşte bu dönemin zirvesinde “Bay Popo” vardı. Gazetelerin sinema sayfalarında
blank

Nunca Mas! (Bir Daha Asla!)

Nunca Mas! (Bir Daha Asla!) Arjantin, 1985’i iyi okuyabilmek için,