İşte size her gün karşınıza çıkmayacak cinsten bir korku filmi. Daha doğrusu bir fantastik gerilim. Daha doğrusu bir Güney Afrika güzellemesi. Daha doğrusu… Açıkçası 1992 yapımı Dust Devil’ı nasıl bir birkaç kelimeye sıkıştırırım bilemiyorum. En güzeli 80’lerin İngiliz moda ve kültür dergisi The Face’de Steve Beard’ın yaptığı benzetme: “Adeta asit almış bir Tarkovsky işi”.
Öteki Sinema için yazan: Yigilante Kocagöz
Dust Devil eski kıtanın en güney taraflarında bulunan Namibya’da geçiyor. İsmini asla öğrenmediğimiz bir otostopçu bu unutulmuş ülkenin çöllerinde gezinmektedir. Masum bir yol hikayesi beklemeyin, zira otostopçumuz sonsuz yolculuğu sırasında kendisini misafir eden araç sahiplerini hunharca öldürmekte, ardından yeni sürücüler bulup yoluna devam etmektedir. Ancak mesele sadece bir seri katil meselesi de değildir, gizemli otostopçu aslında kadim zamanlardan beridir kurbanlarının ruhlarıyla beslenen bir toz şeytanıdır. Kurbanlar kurbanları izler ve sonunda şeytanın icraatları tarihi kanla yazılan Güney Afrika’da bile dikkat çekecek bir vahşete ulaşır. Polis memuru Mukurob da işlenen cinayetleri aydınlatmak için toz şeytanının peşinden kendini yollara verir. Bu sırada ülkenin beyaz halkından Wendy Robinson kocasıyla büyük bir kriz yaşamaktadır. Arabasıyla yollara düşen Wendy’nin toz şeytanımızla karşılaşması ise zaruridir, zira şeytan hayattan umudunu kesmiş insanları kendine kurban olarak seçmektedir ve genç kadının da yaşamak için çok sebebi yoktur. Ancak şeytanın da planlamadığı şeyler vardır: Aşk, özellikle kurbanına duyulan türden aşk, planların çok ötesinde bir duygudur.
Dust Devil’ın hikayesi, Nhadiep isimli bir yöre efsanesinden doğmakta. Doğaüstü güçler atfedilen bir seri katil olan Nhadiep’in bir türlü yakalanamaması Richard Stanley’i o kadar etkilemiş ki genç yönetmen ilk olarak 1985’te bu konu hakkında bir kısa metraj çalışması yapmış. Bu çalışmayı de ilerleyen yıllarda mevzubahis uzun metrajımız izlemiş.
Yöntmen Richard Stanley gerçekten çok ilginç bir figür. Güney Afrika’nın eski kaşiflerinden Sir Henry Morton Stanley’in büyük torunu olan Richard, bölgenin efsaneleri üzerine araştırmalar yapmış antropolog Penny Miller’ın oğlu olarak dünyaya geliyor. Sonrasında bölge folklorü ve kara büyü ile ilgilenen Stanley üniversitede annesi gibi antropoloji eğitimi alıyor. Gençlik yılları Güney Afrika’daki büyük sınır çatışmalarının geriliminde geçen genç adam sonrasında Sovyetlere karşı savaşmak için Afganistan’a gidiyor ve orada Müslüman bir gruba katılıyor. Bu kısa ve ama yoğun dönemin ardından ülkesine döndüğünde ise Afgan dağlarında belgeselci olarak ilerlettiği sinematik serüvenini kurgu-filmlerle devam ettiriyor. Tür sinemacıları Stanley’i 1990’ın sıradışı cyberpunk denemesi Hardware’den belki tanıyor olabilirler. Dust Devil, işte bu oldukça marjinal ismin ikinci uzun metrajı.
Bu kadar merak uyandırmama rağmen söylemem lazım ki Dust Devil çok güçlü bir yapım değil. Bunda hem yönetmenin hikayeye karşı aşırı kişisel yaklaşmasının hem de dağıtımcı ve yapmcı şirketlerin 120 dakikalık ilk versiyonu acımasızca kesmesinin etkisi büyük. Filmin kırpılıp 85, hatta 68 dakikaya kadar indirildiği durumlar olmuş (Dağıtımcı şirket olan Miramax’ın bir diğer benzer faciası için: The Crow: City of Angels). Bu kısaltmalar filmden bir sürü mistik öğenin eksilmesi ile sonuçlanmış. Neyse ki şu sıralar erişilebilir kopyalar arasında orijinaline büyük ölçüde sadık Final Cut versiyonu da bulunmakta.
Filmin hikayesindeki bazı kopuklukların muhtemelenbu kesip biçmelerden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Buna rağmen Final Cut versiyonu derdini anlatacak kadar olayları birbirine bağlamış vaziyette. Zaten Dust Devil’ı asıl ilginç kılan özellikler bu kopukluklardan çok da etkilenmiyor. Filmin öncelikle çok alışık olmadığımız bir demografiye sahip olması en büyük çekiciliği. Yerel Afrikalı halk ile beyaz göçmen nesillerin bir arada yaşadığı coğrafyada, hem de bölge tarihinde apartheid yönetimlere karşı ciddi direnişin gösterildiği bir zaman aralığındayız. Bu politik gerilimin film üzerinde ister istemez etkileri mevcut. Dust Devil politika yapmak için özel bir çabaya girişmiyor ancak bazı sekanslar (ve filmin kapanış kısmı) tamamen yakın dönem Güney Afrika tarihi ve kültürüyle ilişkili.
Bunun yanında filmin aslında ciddi varoluşsal problemlerle ilgilendiğini de söyleyebiliriz. Polis memuru Mukurob’un davaya bakarken “beyaz adamın” pozitivizmi ile kendi doğasından sapıyor olması, gerçek cevapları ise efsanelerde (bir nevi filmin iddiasına göre “kendi doğasında”) araması filmin hem felsefik, hem de ideolojik yaklaşımlarından biri. Öte yandan Çöl Şeytanı’nın Wendy’e aşık olarak kendi doğasından uzaklaşması Mukurob ile birlikte değerlendirildiğinde hoş ve manalı bir tezatlık gibi duruyor. Belki daha iyi şartlar altında değerlendirilse Dust Devil’daki bazı öğeler muhteşem bir metnin kapılarını açabilirdi.
Metafizik üzerine eğilişindeki kendine has yapı Dust Devil’ın “asitli Tarkovsky” olarak anılmasındaki ilk sebep. İkincisi ise filmin gerçekten akılda yer edinen bir sinematografisinin olması. Kullanılan renk paletinden özellikle final kısımlarındaki bazı planlara kadar pek çok şey Dust Devil’ın büyük özenle yaratılmış bir eser olduğunu gösteriyor. Bunun yanında Stanley filmin final kısmında bu görselliğe bir western havası da vermeye çalışmış. Aslında The Good,The Bad and The Ugly’nin meşhur final sahnesine özenilen bu kapanış istediği etkiye ulaşamasa da harcanan emeği hissettiriyor (Zaten Stanley verdiği röportajlarda bu sahneyi yaratmaya çabalarken başarısız olduğunu kabul ediyor ve bu deneyimin kendisine Sergio Leone’nin ne kadar muhteşem bir sinema zekasına sahip olduğunu bir kez daha gösterdiğini söylüyor).
Bunun dışında meraklı gözler için film hakkında söylenebilecek pek çok irili ufaklı detay daha bulunmakta. Dust Devil’ı iyi bir korku filmi seyretmek isteyenler için öneremem, ama işin mutfağında olup korku sineması ile yerel (ve bazen politik) öğeleri harmanlamayı planlayan sinemacıların kesinlikle görmesi gerektiğini söyleyebilirim. Yapımının yirmici yılında bile filmin birilerine ilham vereceği kesin. Mühim olan da bu değil mi zaten?
Not: Richard Stanley ile ilgili araştırma yaparken bir hayran sitesine denk geldim. Burada yer alan “çekim günlükleri” okuması oldukça keyifli ve aydınlatıcı metinler içeriyor. Kaçırmayın derim (Sitenin linki için burayı tıklayın).
Filmi yıllar önce türkçe altyazı olarak izlemiştim şimdi bulamıyorum filmin ilk versiyonunun 120 dakika olmasına şaşırdım benim izlediğim 80 küsur dakikaydı filmi anlamlı hale getiren güzel bir yazı olmuş teşekkürler.