Zeki Ökten’in 80’li yıllarda çektiği son filmi olan Düttürü Dünya(*), hayatımın bir kısmını geçirdiğim, tanıdığım bildiğim mekanlarda geçen bir film. Filmin senaryosunu bu yaz kaybettiğimiz Umur Bugay yazmış. Yapımcı ise Şerafettin Gür (Şeref Film).
Düttürü Dünya, Ulus’ta bir pavyonda klarnetçilik yapan Dütdüt Mehmet’in (Kemal Sunal) günden güne sarpa saran yaşam koşulları karşısında eşi ve üç çocuğuyla verdiği umutsuz mücadele ve kirada oturdukları gecekonduyu yıkımdan kurtarma çırpınışlarını anlatıyor.
Tanıdığım, bildiğim mekanlarda geçen bir film olduğunu söylemiştim. Öğrenciliğimin son 2 yılında yurttan çıkıp Dışkapı’da bir eve taşınmıştım. Böylece kırmızı renkli Hacettepe-Beytepe otobüslerinden Dışkapı ve Aydınlıkevler istikametine giden mavi renkli halk otobüslerine transfer oldum. Dışkapı veya Aydınlıkevler otobüslerinde kulağımda ekmeğimden kısarak aldığım kasetlerin tınısı ve “Gaptan orta gapı!” bağırtıları arasında yol üzerindeki binaların mimarisine dikkat ederek yapılacak yolculuklar başladı. Opera binası, Osmanlı Bankası ve Ziraat Bankası binaları, İlk Meclis şeklinde sıralanan güzellikleri izledikten sonra pavyon muhiti başlardı. Yan yana sıralanmış pavyonlardan biri isminden dolayı ilgimi çekerdi. Mekanın ismini açık etmek istemediğimden dolayı söylemiyorum ama Yul Brynner’ın oynadığı filmlerden en bilineni olduğunu söylemekte sakınca yok. Tabelayı her gördüğümde kendi kendime güler ve “Adam filmden o kadar etkilenmiş ki pavyona ismini vermiş” diye düşünürdüm. Dütdüt Mehmet’in çalıştığı pavyon, bazı arkadaşların kalmakta olduğu öğrenci yurdu ile aynı bloktaydı. Pavyon muhitinin bitiminde, SSK hastanesi ve Askeri Hastane gibi daha ciddi binalara geçmeden evvel hemen sağımda eteklerine yığılmış, alttan birini çekseniz hepsi birden toz duman arasında yıkılacakmış gibi görünen gecekonduları ile Ankara Kalesi selamlardı beni. Dütdüt’ün kaldığı gecekondu da Kale Mahallesi etrafındaki Çinçin veya Erdoğan Mahallelerinden birinde idi.
Düttürü Dünya, örneklerini 80’li yıllarda çok gördüğümüz kırılma noktası tespitlerinden biri. Yalnızca kendi mesleğini, müzisyenliği icra ederek ailesini geçinderemez hale gelen Mehmet’in umutsuz çabaları sergileniyor bu filmde.
Öncelikle Mehmet çok iyi çizilmiş bir karakter. Hem çağının sosyo-ekonomik ortamından koparılmadan hem de iç dünyası ihmal edilmeden gerçekçi bir biçimde anlatılıyor. Mehmet senin benim gibi bir adam. Mesleğini seviyor ve ona hak ettiği saygıyı göstermeye çabalıyor. Özünde iyi bir insan olsa da melek değil. Pavyonun mutfağında müşterilere giden mezelerden tırtıklıyor, sahnede çalarken birden bire tiz perdeye çıkarak hiç sevmediği assolist Serap’ı sabote etmeye çalışıyor, çakmak işinde çok “götürdüğü” için işten atılıyor, kendini ailesine adamış gibi görünse de belli ki konsomatris Mehtap’a inceden yanık. Yaptığı boktan bestelerle artık sönmeye yüz tutmuş arabesk furyasına bir yerinden dahil olup zengin olmayı hayal ediyor. Filmin arka planında yer alan sosyo-ekonomik olaylar sadece arabesk furyasıyla sınırlı değil elbette. Siyasi suçlu olan torununu bir türlü göremeyen Hafize hanım, bürokrasi makinesi ve onun vazgeçilmez dişlisi olan rüşvet, 88 yılının (ve sonraki yıllarda devam eden) boş tencere mitingleri filmde yerini alıyor.
Mehmet’in kendi mesleği ile geçinemez hale gelmesinde 80’li yılların başında gazino kültürünün tamamen ölmesi ile bu mekanların da pavyon/müzikhol biçimine dönüşümü birinci sebep ise, ikinci de özellikle şehirlerde elektronik orgun, 3-4 kişilik düğün çalgıcılığı geleneğini öldürmesi, müzisyenlerin ekstra gelir imkanlarını kurutması ve düğünlerin düğün salonu denen dört duvar arasına hapsedilmesi olsa gerek. Kuruyan yalnızca müzisyenlerin ekstra gelir imkanı mıydı peki? Cuma günü öğleden sonra köy kahvesine kurulan üç kişilik çalgı takımını (davul, cümbüş ve klarnet, çok nadir olarak klarnet yerine trompet) görünce “Allah be, düğün var!” diye deli danalar gibi koşuşturmak, davulcunun trampetini taşımak için sıraya girmek, klarnetçinin karşısında limon (ve akabinde dayak) yemek gibi çocukluk heyecanları da tarihe karıştı.
Kahramanımızın zora düşme sebepleri de layıkıyla aktarılıyor ama sonrası biraz can sıkıcı. Aile mevzusu ve kadının ailedeki yeri, yönetmeni Zeki Ökten gibi ilerici kesimden birisi olsa bile, oldukça sorunlu. Öteki Sinema’da Amerikan filmleri için bir Kutsal Aile mitinden bahsedildiğini okumuşsunuzdur. Türk Sineması için de bir Kutsal Aile mitinden bahsetmek mümkün. Aynı klişeler başta pek sevdiğim Milyarder (1986, Kartal Tibet) olmak üzere bir sürü filmde tekrar ediliyor. Hatırlarsınız, Milyarder’de istasyon şefi Mesut evini geçindirmek için çırpınan bir babadır, hassastır, anlayışlıdır. Karısı ve kızı ise evin bütün temizlik ve yemek işlerini yapmak gibi önemsiz(!) şeylerle uğraşan dırdırcı, hesapçı ve güvenilmez karakterler olarak yerin dibine batırılır. Hatta daha da ileri giderek karakter olarak olarak Mesut’un benzeri olan Mahmut Hoca’nın yatalak ve konuşamayan bir eş ve yıllar önce ölmüş bir kız evlattan oluşan ailesi, karısından ve kızından darbe yemiş olan Mesut’un hayalindeki aile olarak gözümüze sokulur. Düttürü Dünya’da Milyarder filmindeki kadar olmasa bile gözden kaçmayacak kadar aynı zihniyetten malul gözüküyor. Eşini her gün asık suratla karşılayan, bu daracık evde kocası istediği zaman onunla sevişmeyen, kışı yakacaksız geçirdiklerinden başı hastalıktan kurtulmadığı için şikayet eden, üstüne üstlük bir de gündelikçiliği boşladığı için paylanan Gülsüm. Gülsüm’ün gözü açık, paragöz kardeşi Osman’a ne demeli? Osman’ın, Gülsüm’ün kardeşi olmaması düşünülebilir miydi? Bir de Mükerrem var tabi. Gecekondu yıkımında zıvanadan çıkan babasını endişeli gözlerle sadece uzaktan izleyen Mükerrem. Eh ne diyelim? 2019 yılında kerli ferli yönetmenlerimizin çalışan kadınlarımıza “oturun evinizde çocuğunuza bakın!” mesajını veren filmler çektiği ve yine kerli ferli ses sanatçısı ve bestecilerimizin “Şehirli kadınlar kahvaltı hazırlamıyor, çocuğuna bakmıyor” şeklinde röportajlar verdiği ülkemizde 30 küsur yıl önce böyle filmler çekilmiş çok mu?
Düttürü Dünya’da en çok göze batan şey filmdeki ağır umut yoksunluğu. Dönemin diğer filmlerinde de gözlenebilen bir karamsarlık ile birlikte düşünüldüğünde ortak bir halet-i ruhiye ortaya çıkyor. Dönemin başlıca filmlerine göz atacak olursak: Kardeşim Benim (1983, Nesli Çölgeçen) filminde Yeşilçam’ın çökmesi ile kendine alkole veren bir komedyen, Pehlivan (1984, Zeki Ökten) filminde Kırkpınar’a gitmek için canla başla uğraşıp Kırkpınar’da ilk güreşte yenilen bir pehlivan, Züğürt Ağa’da (1985, Nesli Çölgeçen) kapitalizme yenilen bir toprak ağası, Muhsin Bey’de (1986, Yavuz Turgul) işeri bozulan, ilkelerinden ötürü de arabesk işine girmeyen bir yapımcı, Anayurt Oteli’nde (1987, Ömer Kavur) hayat ile başa çıkamayarak intihar eden Zebercet… Ertem Eğilmez’in iki kahramanı (Banker Bilo ve Namuslu) iyi olmayı beceremeyerek kötüye dönüşür. Hatta bir kara komedi olan Selamsız Bandosu (1987, Nesli Çölgeçen) bile medeniyet treninin Selamsız’da durmaması ile biter. Ama ben şunu iddia edeceğim: Düttürü Dünya, yalnızca bu halet-i ruhiyeye ortak olmakla kalmayan, adeta umuda reddiye bildirisi olarak adlandırılabilecek bir film. Hatta daha ileri giderek söyleyeceğim ki Zeki Ökten ve Umur Bugay ikilisinin geçmişte yaptıkları işlere de bir reddiye. Bunu nereden mi çıkarıyorum? Anlatayım.
Mehmet’in inşaat işçisi olarak işe girdiği bir sahne vardır. Mehmet iş elbiselerini giyer. Aynaya umutsuzca ve nefretle bakarak şöyle der: “Beter ol eşşoğlueşşek!” Sahnenin hikayedeki yeri bellidir. Bize kahramanımızın civatalarının gevşemeye başladığını, kendiyle ağır bir hesaplaşma içine girdiğini, hayata yenik düşerek bütün olanlardan kendini sorumlu tuttuğunu ve bir tür kendi kendini yeme aşamasına geçtiğini sezdirir. Mehmet’in başına neler geleceği konusunda ipucunu verir. Ya delirecek, ya intihar edecektir. Fakat bu sahne aynı zamanda bir göndermedir de. Aklımıza hemen bir başka Zeki Ökten filmi, bir başka Umur Bugay senaryosu gelir: Çöpçüler Kralı (1977). Aynı adamın yirmili yaşlardaki hali vardır aynanın karşısında bu sefer. Gündelikçi kız kendine yüz verdiği için coşkuludur, umutludur. Kıç cebinden çıkardığı aynaya bakarak der ki “Güzel adamım, güzel! Allah övmüş de yaratmış maşşallah!” Düttürü Dünya’nın ayna sahnesi ise bu sahneye gönderme yapar. Öfkeli, yadsıyıcı ve düşmanca bir göndermedir bu. Genç bir adamın toy heyecanına karşı girişilen bir körleme eylemi, bir reddiyedir. Görünen o ki kendiyle hesaplaşan sadece Dütdüt Mehmet değil, yönetmendir de! Seksenli yıllarda terazinin bir kefesindeki vur patlasın çal oynasın serbest piyasa mucizesine(!) karşılık, diğer kefenin payına düşen derin bir umutsuzluktur. Şunu söylemek yanlış olmaz: 50’li yıllardan 70’li yılların ortasına kadar olan Türk Sineması umudun sinemasıdır. Melodramıyla, komedisiyle, politik filmiyle umut satmaya ve umut saçmaya çalışır.
Mehmet’in umutsuzluğunun son perdesi gecekondunun yıkıldığı sahnedir. Kepçe evi yerle bir ederken Mehmet’in şirazesi tümden kayar. Belki de yıkımı alkışlayanların yaşadığı bir dünyayı dev bir pavyona benzetir ve klarnetini çıkarıp çalmaya başlar. Mahalleli de oynayarak onun etrafını sarar. Final sekansı bu sahnenin pavyonda üretilmiş halinden başka bir şey değildir. Yıkım sahnesi ile final sekansı aynı olaya vurgu yapan bir dejavu hissi oluşturur. Şayet iki sahneden birini seçecek olsam bu kesinlikle final sekansı olurdu. Finalde pavyon tıklım tıklım doludur. Herkes adeta mutluluktan sarhoş olmuş bir şekilde oynamaktadır. Mehmet’in o güne kadar pavyona gitmeyen oğlu da oradadır ve tef çalmaktadır. Her şey gerçek olamayacak kadar güzeldir. Mehmet ve oğlu çalmaya devam ederek pavyonun merdivenlerini tırmanıp dışarı çıkar ve coşkulu kalabalığı geride bırakır. Ne pavyondakiler onların çıktığını fark etmiştir, ne de Mehmet ile oğlu ne yaptığının farkındadır. Soğuk Ankara sabahında enstrümanlarını çala çala İlk Meclis’in önündeki kavşağa doğru giderler ve sonra da Opera istikametine doğru uzaklaşarak gözden kaybolurlar.
Düttürü Dünya, hatları iyi çizilmiş bir ana karakterin Kemal Sunal’ın en güzel oyunlarından biriyle hayat bulduğu, Ankara Sanat Tiyatrosu’nun usta oyuncularının canlandırdığı yan karakterlerle güzelleşen, 80’li yılların umutsuz ütopyasız halet-i ruhiyesine çok iyi tercüman olan, soğuk bir gerçekçiliği karın ağrıtmayacak bir dil ile dengeleyerek, anlatmak istediğini doğrudan anlatan ve Türk Sineması’nın en müthiş final sekanslarından biriyle kapanan bir şerefli yenilgi filmidir.
(*) Türk Film Yönetmenleri Sözlüğü, Agâh Özgüç, Sf:161, Agora Yayınları