Shaun Monson tarafından yazılan ve yönetilen Earthlings (2004) belgeselinin “eğlence” ismini taşıyan bu bölümü, kapitalizmin “mutluluk vaadi” peşinde koşan ve eğlenebilmek için hayvanların acısından çare uman insanların yol açtığı utanç verici uygulamaları gözler önüne seriyor. Bu bölümün, boynuzları ateşe verilmiş ve korkuyla kaçan bir boğanın kuyruğunu çekiştiren “insanların” görüntüleriyle başlamasının, insanın vahşetinin kanıtı olduğunu söylemeliyim.
“16. yüzyılda Paris’te fuarlarda kedi yakmak hep ilgi çeken bir hareketti. Büyük bir sahne kuruluyor ve onlarca kedinin bulunduğu büyük bir ağ, alttaki şenlik ateşine indiriliyordu. Acı içinde bağrışan hayvanlar yanıp kızarırken kralların ve kraliçelerin de dâhil oldukları izleyiciler gülmekten yerlere yatıyorlardı. Belli ki, zalimlik komik bulunuyordu. Horoz dövüşü, ayının üzerine köpek saldırtmak, boğa güreşi ve tilki avcılığı vb. Avrupa’nın daha geleneksel sporları arasında kendine yer buluyordu.” (Norman Davies, Avrupa Tarihi)
Hayvanların, insanları “eğlendirmek” maksadıyla gösterilerde kullanılması, ilk kez Roma döneminde devlet politikası haline getirilmiştir. Günümüzde kültür endüstrisinin en önemli aygıtı nasıl televizyon ise o dönemde de arenalar bu işlevi yerine getirmiş ve İspanyol boğa güreşleri hariç hiçbir zalimlik arenalardaki kanlı gösteriler kadar çılgınca alkışlanmamıştır. Seyircinin ilgisinin azaldığı zamanlarda, “vahşetin” derecesi sürekli artırılmış; aslanlar, kaplanlar, leoparlar, filler, ayılar, gergedanlar, timsahlar, sırtlanlar, antiloplar, zebralar, boğalar, domuzlar, geyikler, develer, maymunlar, zürafalar, kuşlar, koyunlar hatta balinalar arenalarda ya kendi türüyle ya başka hayvanlarla ya da insanlarla “ölümüne” dövüştürülmüştür. Bu “eğlence” öylesine benimsenmiştir ki, kitlelerin, gösterilerin sürmesini karınlarının doymasından daha önemli bulmaya başlamasıyla yılın iki ayını kapsayan “oyunlar” bir süre sonra altı aya çıkarılmıştır.
İnsan türü, kendini akılcı ve modern olan tanımlamasına ve arenalardaki vahşi gösterilerin üzerinden binlerce yıl geçmesine karşın hissettiğini, korktuğunu ve acı çektiğini bildiği hayvanları “eğlence” kaynağı olarak görmekten vazgeçmemiş hatta kapitalizmin egemenliğiyle birlikte katlanarak artmıştır. Bu durum “gelişmişliğimizin” değil, “ilkelliğimizin” göstergesidir. Gelişmişlik düzeyini Mars’a gitmek değil, merhamet, sevgi, dayanışmanın belirlediğini, ilerleme denilen “şey” bunları sağlamıyorsa değersiz olduğunu düşündüğümü söylemeliyim. Hayvan ile arasına aşılmaz duvarlar örmeye devam eden ve hayvanı “meta” olarak gören insanın, “uygarlık” dediği “acınası” durumu kavrayabilmek için Marx’ın şu sözlerine kulak vermek gerekir.
“Makine aslında çalışma süresini kısalttığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında iş gününü uzattığı; aslında işi kolaylaştırdığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında emeğin yoğunluğunu artırdığı; aslında üreticilerin zenginliğini artırdığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında bunları sefilleştirdiği için (…) makinenin kapitalist tarzdan başka bir tarzla kullanılması olanaksızdır.” (Karl Marx, Kapital)
Kapitalist bir dünya nasıl makinenin kapitalist bir tarz dışında kullanımına müsaade etmiyorsa aynı şey hayvanlar için de geçerlidir. Modern dünyanın doğal ortamlarını yok ettiği ve yaşam alanı bırakmadığı hayvanları evlerimize almakla bir tür mücadele verdiğimizi düşünmek aldatıcıdır. Bu bizi, tek bir kediyi veya köpeği beslemekle elimizden gelen her şeyi yaptığımız yanılsamasına ve türcü ideolojiye karşı çıkmak yerine “evimize” aldıklarımız dışındakilerin başına gelenlerle ilgilenmemek gibi tehlikeli bir sonuca götürmektedir. Evde hayvan beslemek tabii ki kötü bir şey değildir ancak günümüz insanının yalnızca “kendi” mülkiyetindeki hayvanı sevmesi, diğerlerinin acısına dönüp bakmaması ve mücadeleden kaçınması kapitalizmin büyük başarısıdır.
Her gün milyonlarca hayvan, rodeolarda, hayvanat bahçelerinde, sirklerde, karnaval ve festivallerde, yarış pistlerinde, av sahalarında hatta porno endüstrisinde sadece insanın “eğlencesi” için acımasızca sömürülmekte ve vahşice öldürülmektedir. Hayatları boyunca zorlu koşullarda yaşamaya, açlığa, susuzluğa ve kötü muameleye tabii tutulan hayvanlar için ölümün aslında bir kurtuluş olduğu gizlenmekte ve bütün bunlar yetmezmiş gibi hayvanların acısını gözardı edebilmek için yarışma, spor, avcılık, bilimsel araştırma gibi süslü kelimeler kullanılarak yaşatılan zulme meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır.
Rodeolar
Rodeolar özellikle ABD’de hayli ilgi görmekte, kadın rodeoları, gay rodeoları, siyahi rodeoları, askeri rodeolar, polis rodeoları, çocuk rodeoları gibi binlerce etkinlik düzenlenmektedir. Rodeolarda, acı içinde koşturan ve “yarışmacılara” becerilerini kanıtlama fırsatı veren aslında hayvanların yaşadığı korku ve çaresizliktir.
“Rodeoda, boğa ve yabani atlar vahşi oldukları için değil acı çektikleri için binicileri üzerinden atıyorlar. Bir kemer yardımıyla hayvanın genital bölgesi sıkıştırılır, dövülür, elektrik verilir veya çeşitli şekilde işkence edilir ki, oluktan taşkın bir şekilde çıksınlar.” (Earthlings)
Erkeklerin boğalar ve atlarla, çocukların ise koyunlarla “eğlendiğini” göstererek başlayan bu bölümde rodeoların çirkin yüzü ifşa edilir. Yönetmen, Dominion isimli belgeselinde de bu konuya değinir ve aslında uysal olan bu hayvanların, seyircinin “eğlencesi” uğruna fiziksel olarak kışkırtıldığını ortaya koyar. Gösteri alanlarının yakınındaki dar bölmelere kapatılan ve elektrikli coplarla eziyet edilen hayvanlar acısından kurtulmak için hızla dışarıya fırlamakta seyirciler ise bu anı alkışlarla karşılamaktadır.
Ne var ki hayvanlar sıklıkla yaralanmakta, atların bacakları, buzağıların, öküzlerin ve koyunların kemikleri hatta boyunları kırılmakta, soluk boruları parçalanmakta, bazıları çitlere çarptıktan veya yere devrildikten sonra felç olmaktadırlar. Bu oyunlarda amaç hayvanın üstünde en uzun süre kalmak olmasına karşın yavruların kementle yakalanması da bu “eğlencenin” aşamalarından biridir. Acıdan kurtulmak isteyen hayvan çılgınca kaçmaya çalışırken boğazına dolanan ipin hızla çekilmesiyle boynu kırılmakta veya sakatlanmaktadır. Sakatlananınca öldürülen ancak ölüm anına kadar acılar içinde bekletilen hayvanların çığlıkları seyirciden gizlenir çünkü maksat “gösterinin sürmesidir.”
Boğa Güreşleri
“Kumar” başlığını taşıyan bu bölüm, yalnızca endüstriyel hale getirilmiş arenalarda değil panayırlar, festivaller ve daha birçok yerde devekuşundan domuza, güvercinden köpeğe, horozdan deveye birçok hayvanın bahis uğruna yarıştırıldığını, güreştirildiğini veya dövüştürüldüğünü ortaya koyuyor. Boğa güreşi deyince ilk akla gelen, İspanya’da sürdürülen utanç verici “gösteriler” olmaktadır. Geçmişte kralların taç giyme törenlerini görkemli hale getirmek maksadıyla başlatılan ve yüzyıllardır sürdürülen bu “gelenek” her konuda “ileri” gittiğini düşünen insanın pek de bir yere gidemediğinin kanıtıdır. Boğa güreşleri pek çok ülkede yapılmakta, ülkemizde ise boğalar kendi türüyle dövüştürülmekte ancak hayvanlar korkmakta, acı çekmekte ve sakatlanmaktadır.
Bu güreşlerde, “işlenmemiş doğanın gücünü temsil eden boğanın insana boyun eğmesinin” simgelendiği iddia edilmektedir. Böyle süslü cümlelerle, ortadaki vahşet aklanmaya çalışılsa da, her yıl on binlerce boğanın bu “güreşlerde” öldürüldüğü gözönüne alındığında, arenaya çıkarılan hayvanın hiçbir şansı yoktur daha doğrusu “kaybetmesi” için her şey yapılır. Hayvanların görüşünü bulanıklaştırmak için gözlerine vazelin sürülmekte, rahat nefes almasını engellemek için burun deliklerine pamuk doldurulmakta, dengelerini çabuk kaybetmeleri ve yere düştüklerinde hareketsiz kalmalarını önlemek için bacakları yağlanmakta, böbreklerine ve göğüslerine kum torbalarıyla vurularak dışarıdan belli olmayacak şekilde iç organları sakatlanmakta, matadorları yaralamamaları için boynuzları törpülenmekte, arenaya çıkmadan önce zıplamaları için testislerine tiner sürülmekte, karanlıkta tutulmakta ve halsiz düşmesi için çok az yiyecek ve içecek verilmektedir. Bütün bunlar, turistlerin hoşça vakit geçirmesi, mutlu olması ve eğlenmesi için hastalıklı zihinler tarafından “icat” edilmiş uygulamalardan birkaçıdır.
“Birçok ünlü eski boğa güreşçisi boğaların bilinçli olarak sakinleştirici ve müshille güçten düşürüldüğünü belirtiyor. Böbreklerine vuruluyor ve güreşten haftalar önce boyunlarının etrafına ağır yükler asılıyor. Hayvanlar iki gün boyunca karanlık bir yere kapatıldıkları için arenaya çıktıklarında ilk anda hiçbir şey göremiyorlar.” (Earthlings)
1500’lü yıllarda bir Papa, boğa güreşlerini “Hıristiyan inancı ve hayırseverliği ile bağdaşmadığı” gerekçesiyle yasaklamış, “kanlı”, “vahşi”, “tiksindirici” ve “utanç verici” dediği bu gösterilerin “şeytana özgü” olduğunu söylemiştir. “Eğer bir insan bu tür gösterilerde ölürse papazlar tarafından defnedilmeyecek” diyen Papa’nın emri, uzun süre yürürlükte kalmamış, gösteriler kısa bir süre sonra yeniden başlatılmıştır.
Konu ile ilgili araştırma yaparken okuduğum bir yüksek lisans tezinde, tez yazarının, “dünyanın en demokratik” yarışması olarak nitelediği boğa güreşlerinin “yüzyıllar boyunca süregelen babaların mirası olduğu, boğalarla savaşmanın insanın zekâsının göstergesi olduğu, bunu sıradan erkeklerin değil sadece damarlarında savaşçı kanı akan kahramanların yapabileceği, her ne kadar vahşet ve acıyı çağrıştırsa da kabullenmemiz gerektiği” iddialarını okudum. Böyle bir metnin üniversite kurulları tarafından onaylanmış olması içinde bulunduğumuz içler acısı durumun vahametini göstermiyorsa, neyi gösteriyor acaba? Bahse konu tez yazarı şöyle devam ediyor.
“Tabi ki, güreşlerin sonunda bir hayvanın canına kıyılmamasını biz de isterdik. Zamanla, durmadan değişen bir dünyada, değerlerimizi kaybediyoruz. Bu İber toprağına ait bir tarihi kültürdür. Çok kıymetli bir mirası, gelecek nesillere aktarmak çok önemlidir. Çalışmamız boyunca incelediğimiz değerli kaynaklar bize, bu kadar önemli bir değerin korunması gerektiğini göstermeye yetmiyor mu? Her yıl doğaya verilen binlerce zarar göz ardı ediliyor da, bu gösteriler mi vahşet sayılıyor?” (Aynur Aliyeva, 18.Yüzyılda Boğa Güreşleri İmgesinin Edebiyata Yansıması, YL tezi)
“Her yıl doğaya verilen binlerce zarar göz ardı ediliyor da, bu gösteriler mi vahşet sayılıyor?” sözlerinin nasıl bir zihniyetin ürünü olduğunu çok merak ediyorum. Boğa güreşlerinin yüzlerce yıllık mazisi olan kültürel bir miras olduğu iddia edilse de, bu gösteriler vahşettir çünkü “eğlenen” sadece insandır. Günümüzde de, İspanyol boğa güreşleri bölgesel parlamentolar tarafından yasaklanmasına karşın İspanyol Anayasa Mahkemesi tarafından “İspanyol kültürünün önemli bir öğesi” olduğu gerekçesiyle kararlar bozulmuştur. Bu kanlı ve acımasız gösterilerin her yıl milyonlarca dolar para getirdiği gözönüne alındığında, “ulusal değer” ve “kültürel miras” kavramlarının neye hizmet ettiğini söylemeye gerek var mı, bilmiyorum.
Deve Güreşleri
Ülkemiz genelinde, 26 farklı yerde deve ve boğa güreşi festivali düzenlenmektedir. Deve güreşleri, geçmişte hasat sonrası yapılan şenliklerin veya kervanların gelişini kutlamanın bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Günümüzde, makineleşmeyle birlikte hayvanlar tarımdaki işlevini yitirmiş ancak “güreşler” birçok yerde “geleneksel” gösteri adı altında sürdürülmektedir. Gündelik hayatta hiçbir etkinliği kalmayan develer yalnızca “güreştirmek” maksadıyla yetiştirilmeye başlanmış ve salt insan eğlencesi haline getirilmiştir.
“Güreşler yalnızca insanlar arasında yapılmakla kalmamış, giderek hayvanları güreştirme merakı da başlamıştır. Deve, boğa, horoz ve koç dövüştürmeye merak sarılmış, bu hayvanlar uzun zaman güreştirilmiştir. Hatta horoz ve koç dövüştürme âdeti zamanımızda bile devam etmektedir. Padişah huzurunda yapılan hayvan güreşleri arasında aslan güreşi pek korkunç olurdu. Bu hayvanlar etrafı demirlerle çevrili özel yerlere salıverilir, birbirleriyle pençeleştirilir, seyredilirdi. Dehşet verici boğuşmaları birbirlerini öldüresiye sürerdi.” (Abdülaziz Bey, Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri)
5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu, “hayvanları dövüştürmeyi” yasaklamış olsa da, “folklorik amaca yönelik, şiddet içermeyen geleneksel gösteriler izin alınmak suretiyle düzenlenebilir” diyerek bu güreşlere muafiyet tanımaktadır. Deve güreşlerinin “kültürel değeri” olduğu ve “toplumsal birlikteliği güçlendirdiği” iddia edilmekte, birçok bölgede manda, boğa, teke, koç “izin” alınarak güreştirilmekte ve elde edilen gelirin okul, cami, yol yapımına aktarıldığı söylenerek bu festivallere meşruiyet sağlanmaya çalışılmaktadır.
Deve Güreşleri Federasyonu Genel Sekreterinin, “Deve görmemiş insanlara bunu anlatmak zor. Dövüşmüyorlar, güreşiyorlar. Binlerce yıllık bir kültürü kanunla nasıl engelleyeceksiniz? Bir deve sahibi kadar hayvanına özen gösteren yoktur. Deve, aileden biri gibi ihtimam görür, evlat gibidir. Yasaklanırsa Türkiye’de deve diye bir şey kalmaz. Hepsi sucuk olur. Türkiye’deki deve varlığının tamamı deve güreşi içindir. Bunun dışında kimse deve beslemez” sözlerinin basına yansıması olan bitenin özetidir ve “evlat” gibi görülen develerin sadece güreş için beslendiği aksi halde “sucuk” olacaklarının itirafıdır.
“Deve güreşleri ve boğa güreşleri folklorik diye izin verilen etkinlikler diyelim ama bu etkinliklerde hayvanlara dövüş öncesi ve dövüş sonrası çektirilen eziyetin haddi hesabı yok. Hayvanlar dövüştürülürken, yan tarafta, güreşten düşmüş ya da mağlup olmuş hayvanların kebabı, sucuğu satılıyor. Bu bir iğrençlik. Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi çok net: Eğlence amacıyla hayvanlar kullanılamaz, dövüştürülemez, izlettirilemez, seyrettirilemez, bu kadar basit. Bunun folkloru mu olur?”(Meclis Araştırma Komisyonu, 2019)
Köpek Dövüşü
Köpek dövüşü, köpeklerin ölümüne dövüştürüldüğü ve zulüm içeren aşağılık bir gösteridir. Birçok ülkede yasadışı olsa da, gizlice yapılmaya devam edilmektedir.
“Hayvanlarla ilgili oyunlar arasında güvercin uçurma yarışı, koç, horoz ve köpek dövüşleri sayılabilir.” (Evliya Çelebi)
Ülkemizde tamamen yasaklanmış olmasına karşın “dövüşlerin” Eylül ayında başladığı ve ülke “şampiyonasının” Nisan ayında yapıldığı kolayca öğrenilebilmektedir. Yasak olmasına karşın ortada ilan edilmiş bir takvim bulunmasını hayli ilginç bulduğumu söylemeliyim. Dövüşler yasaklanmış olsa da, bu fiilleri yapanların suç değil kabahat işlediği ve en fazla para cezası kesilmesinin bu rahatlığı sağladığını söyleyebiliriz.
“Köpekler, karanlıkta tutuluyor, sürekli dövülüyor, eziyet edilerek vahşileştiriliyor. Önce köylerde dövüşler düzenleniyor. Kazananlar, bölgesel turnuvalara götürülüyor. Daha sonra kuralar çekilerek kazanan köpeklerin dövüştürüldüğü Türkiye Ligi’ni organize ediyorlar. Eylül’ün ilk haftasından Mayıs başına kadar bu dövüşler düzenleniyor çünkü köpeklerin daha saldırgan olması için havanın sıcak olmaması gerekiyor. Kangallar birbirlerinin boğazını, yüzünü, kulaklarını ısırıp kanlar içinde kalmışken insanlar tezahürat yapıyor, bağırıyor ve alkışlıyorlar. Bu sırada dövüşler internet üzerinden de yayınlanıyor.” (Timur Soykan)
Köpeklerin karanlıkta tutulduğu, aç bırakıldığı, kanlı etlerle beslendiği, psikolojilerinin bozulması için yemek yedikleri yere tuvaletlerini yapmaya zorlandığı, dövüşlerin çok şiddetli olduğu ve köpekleri ayırmak için yüzlerine kaynar su döküldüğü iddia edilmesine karşın birileri bu vahşeti düzenlerken birilerinin çılgınca alkışlaması utanç verici değil mi?
“Dövüşe, iki taraftan biri ölene kadar devam ediliyor. Diyelim ki, hayvan ölmedi ama yenildi, bayıldı ya da düştü. Bu defa sahibi tarafından vurulup öldürülüyor.” (Earthlings)
Vahşetin dövüşlerden sonra da devam ettiğini, kaybeden köpeklerin başka köpeklere parçalatıldığını, kuyruklarının kesildiğini, hatta gözlerine sıcak plastik dökülerek kör edildiğini veya örneğin bahiste para kaybeden bir kişinin mağlup olan köpeğin kafasını satırla kestiğini Timur Soykan’ın yazısından öğreniyoruz
“Dövüşler meselesi var, önemli ölçüde yasaklı ırklarla kangalları dövüştürerek büyük bahisler oynatıyorlar. Bu bahislerde evini, arabasını kaybedenler var yani öylesine büyük bahisler ve ne yazık ki, kamu görevlilerinin de bazıları bu kumarın içerisindeler. Dövüş mafyası denilen bir tür oluştu. Bu dövüş mafyasının bulunduğu yerlere çoğu zaman emniyet bile giremiyor. Kolluk güçlerine köpek dövüşlerini haber verdiğimizde gelmiyorlar. “Gelemem abla, sen mi benim can güvenliğimi sağlayacaksın, ben giremem oraya” diyor.” (Meclis Araştırma Komisyonu)
Horoz Dövüşü
Horoz dövüşü, birçok ülkede yasaklı olmasına karşın bahis maksatlı yapılmaya devam edilmektedir. Günümüzde, bıçak şeklinde mahmuzlar kullanılmakta ve bunlar hayvanların bileğine bağlanarak, dövüşler daha acımasız ve kanlı hale getirilmektedir.
“Horoz döğüşleri halk için bir nevi eğlence olurdu. Fatih avlusunda Yenibahçe’de daha buna benzer müsait meydanlarda horoz dövüşçüleri eksik olmazdı.” (Musahipzade Celal)
Horoz dövüşüne getirilen kısıtlamaların hayvanların ıstırabına yönelik bir ilgiden değil toplumun aşağı tabakalarını kontrol altında tutma çabasından ortaya çıktığını söyleyen antrozoolog Hal Herzog, horoz dövüşü ile diğer suç faaliyetleri arasında kurulan ilişkinin bugün de devam ettiğini iddia etmektedir. At yarışları ile horoz dövüşleri arasında bir fark olmadığını ifade eden Herzog’a göre, horoz dövüşleri alt tabakanın, at yarışları ise zenginlerin eğlencesi olarak görülür ve biri eleştirilirken diğeri açıkça desteklenir. Bu açık bir ikiyüzlülüktür.
“Horoz dövüşçüleri kusur bulması kolay gruplardan çıkar -İspanyol kökenliler ve kırsal kesimdeki işçi sınıfına mensup beyazlar. Öte yandan hayvan aktivistleri şehirli, orta sınıftan ve iyi eğitimli kişiler olma eğilimindedir. Horoz dövüşçüleri taşralılardan ve yasadışı yabancılardan oluşan karışık bir grup olarak itibarsızlaştırılır.” (Hal Herzog, Sevdiklerimiz, Tiksindiklerimiz, Yediklerimiz)
At Yarışları
“Tüm diğer ticari işler gibi, köpek ve at yarışları da aynı paydada buluşuyor: Kâr.” (Earthlings)
İlk yarışlar, İngiltere’de soylu sınıfın bir araya gelerek bir kulüp kurmasıyla yapılmış, zamanla yaygınlık kazanarak bugünkü uluslararası biçimini almıştır. Halen birçok ülkede yasal olarak düzenlenmekte ve atlar üzerine müşterek bahisler oynanmaktadır.
“Horoz dövüşü gibi at yarışı da bir kumardır ve ıstırap kaynağıdır. Fakat horoz dövüşünün aksine safkan atlar zenginlerin eğlencesidir.” (Hal Herzog, Sevdiklerimiz, Tiksindiklerimiz, Yediklerimiz)
İdrar ağırlığının yavaşlatmaması için yarıştan önce sadece birkaç yudum su verilen ve susamış bir halde koşturulan ayrıca otlamak yerine tahılla beslenen atlar, beslenme ve yarış kaynaklı çeşitli hastalıklara yakalanır, eklemleri yerinden çıkar, kasları yırtılır veya kemikleri kırılır. Yarışan atlar çiftleştirilmediği için yarışamayacak hale gelen atlar ya damızlık olarak kullanılmakta ya da mezbahalara gönderilmektedir. Ülkemizde her yıl, en az 300 yarış atının sakatlandığı ve bir daha yarışamayacak olanların öldürüldüğü iddia edilmektedir.
Avcılık
Bu bölümde, “spor” olarak yapılan “avcılık” eleştiriliyor ve geyikten ayıya, sincaptan tavşana, zürafadan keçiye salt kendi keyfi uğruna öldürdüğü birçok hayvanın başında “gururla” poz veren sözde avcıları ekrana getiriyor. Avcılık, geçmişte, insan türünün temel besin ihtiyacını karşılamış olsa da, günümüzde hiçbir işlevi kalmamıştır. Bu bilindiği için de, parasını harcayacak yer bulamayan ve can sıkıntısı ile baş edemeyen özellikle zengin erkeklerin kendilerini tatmin etmesi için “macera turizmi” olarak pazarlanmaktadır. Av turizminde maksat sözde avcıların trofe isteklerinin karşılanmasıdır.
“İnkar etmek gereksiz eğer avlanma bir sporsa, bu bir kan sporu.” (Earthlings)
Ülkemizde av turizminin, 1977 yılında yaban domuzu avı ile başladığı iddia edilir. Av turizminin gelişmeye açık olduğunu söyleyen ve geliştirilmesini isteyenler, “avlanmak” için ülkemize gelecek olanların aynı zamanda ekonomiye katkı sağlayacağını ifade ederek hayvanın acısına değil de işin kazanç yönüne odaklanılmasını arzu etmektedirler çünkü kapitalizmin tanrısı paradır.
“Avcılar genellikle silahlarıyla ağaçların arkasına yatıp hayvanları tuzağa düşürmek için beklemekte; hayvanları tuz topakları ya da başka yiyeceklerle kandırıp tuzağa düşürmekte; acı ve çiftleşme çağrıları da dahil olmak üzere sesleri taklit eden mekanik aygıtlarla hayvanları kendilerine çekmekte; hayvanları projektör ışıklarıyla körleştirip hareketsizleştirmekte, sonra da vurmaktadır.” (Gary Francione, Hayvan Haklarına Giriş)
Avcılığın ve özellikle kaçak avcılığın yaban hayatını yok ettiği, eline tüfek alan herkesin, yunustan flamingoya, kaplumbağadan pelikana, leylekten tilkiye önüne gelen her şeye ateş etmeye başladığı Meclis Araştırma Komisyonunda şu sözlerle eleştirilmiştir.
“Ormanda bu silahlarla gürültü yaparsanız kuşlar yuvalarını terk ediyor, artık yumurtadan yavru çıkmıyor veya hayvanlar düşük yapıyor. Kızıl geyiklerimiz, yaban keçilerimiz veya boz ayılarımız, “av turizmi” adı altında, “devletimiz de kazanacak, esnaf da kazanacak” sloganıyla satılıyor. Neymiş? Hasat yapıyorlarmış, yaşlı geyikleri vurduruyorlarmış. Olmayan tarlanın hasadı mı olur? Tarla yanmış, üzerinde birkaç tane hayvanımız kalmış, sen onu da “av turizmi” adı altında Bay Trump’ın oğluna moral olsun diye Antalya’da vurduruyorsun, bir de poz poz fotoğraflarla yayınlıyorsun. Neymiş? Av turizmiymiş, para kazanılacakmış.” (Meclis Araştırma Komisyonu, 2019)
Sirkler
Alev çemberinin içinden atlayan kaplanları, ön ayakları üzerinde duran filleri veya top oynayan fokları görmek bizlere ne kazandırabilir? Doğada bu tür hareketleri yapmayan bu hayvanların sözde eğitildiklerinin iddia edilmesi inandırıcı mıdır? Hayvanların acısı ve korkusu üzerine “eğlence” inşa etmek bizlere ne derece mutluluk verebilir? Aslandan file, köpekten kaplana, dişleri ve pençeleri sökülen, ilaçlarla uyuşturulan ve sürekli dayak yiyen hayvanları görünce üzülmemek ve nefret duymamak elde değil ancak bunları yapanlarla suç ortağı olduğumuzu da unutmamak gerekir. Doğada karşımıza çıksa korkudan kaçacak yer bulamayacağımız fillerin, aslanların veya ayıların sopayı görünce korkudan gözlerini kırpması veya başlarını çevirmesi insanın zalimliğinin ve vicdansızlığının göstergesidir, eğitimin veya eğlencenin değil.
“Bir hayvanı alevler içinden atlamak, tek ayaküstünde durmak, rampalardan suya dalmak gibi hareketleri yapmaya teşvik eden nedir? Hayvan terbiyecileri, hayvanların bu davranışları ödül sözü verilerek yaptığını düşünmemizi istiyorlar. Ama gerçek şu ki, cezadan korktukları için yapıyorlar. Sirkler, vahşi hayvanları ufak kafeslerde, izole bir şekilde yaşamaya mahkûm ediyorlar. Normal egzersiz ve sosyalleşmeden uzak, oradan oraya taşınıyorlar ve ölene kadar kelepçelenmiş halde yaşıyorlar.” (Earthlings)
Hayvanların gösterilere hazırlanması için elektroşok, kamçı, kanca gibi aletlerin kullanıldığını ve davranışların hiç de “ödül” odaklı olmadığını ortaya koyan belgesel birçok vahşi uygulamayı gözler önüne seriyor. Yoğun eleştiriler üzerine birçok ülke, sirklerde hayvanların varlığını azaltma yoluna gitse de, hayvan kullanımı tamamen yasaklanmamıştır. Ülkemizde hayvanlı sirkler kurmak yasaktır ancak yurt dışından gelen hayvanlı sirklere halen izin verilmektedir.
“Geleneksel sirkler güleryüzlü bir maske takınır. Dekorlar rengarenktir. Müzik neşelidir. Kostümler parıltılı ve süslü püslüdür. Her yaştan çocuğun” eğlenmesini garantilemek için elden gelen ne varsa yapılır oysa eleştirilecek çok şey var. Geleneksel sirkin güleryüzlü maskesinin ardında, hayvanların sistemli biçimde yoksunluğa uğratıldığı bir dünya gizli; “hayvan terbiyesi” adı altında belgelenmiş zulmün sıradanlaştığı, hayvan koruma yasalarının ve müfettişlerin varlığının “her şeyin gayet yolunda olduğu” yönünde sahte güvenceler sunduğu bir dünya.” (Tom Regan, Kafesler Boşalsın)
Hayvanat Bahçeleri
“Hayvanat bahçelerinin öğrettiği tek şey diğer yaşam türlerinin doğasını hiçe saymak. Ayrıca, yabani hayvanlar tutsakken onlar hakkında ne öğrenebiliriz ki? Hayvanat bahçeleri, egzotik şeyler ilgimizi çektiği için var ve hayvanat bahçelerine gidenler için o hayvanlar sadece birer nesne.” (Earthlings)
Hayvanat bahçelerinin, “doğal yaşam alanları” diye pazarladığı yaşam alanları beton, plastik veya metal yapraklı ağaçlar ile elektrikli tellerden oluşmaktadır. Hayvanların zamanlarının çoğunu geçirdiği teşhir dışı alanlar ise ziyaretçilerden gizlenir çünkü buralar göze hoş gelecek düzenlemelerin yapılmadığı birer kafesten ibarettir.
“Hayvanat bahçelerini incelediğimizde, doğal ortamın kesinlikle sağlanamadığını, hayvanların yeterli ve dengeli beslemediğini biliyoruz. Bütün hepsinde böyle. Yani istedikleri kadar arkaya ağaç resmi çizsinler ya da dal koysunlar ya da işte birtakım bitkiler koysunlar, o hayvanın yeri orası değil. Literatürde “zoochosis” diye geçen, hayvanat bahçesindeki hayvanlardaki psikolojik sürmenajı tanımlayan bir sendrom ortaya çıkıyor. Sallanma, daire çizme, ileri geri hareket etme, boynunu bükme, kendi kendine zarar verme, aşırı kaşınma, çevredeki nesneleri kemirme, kendini kemirme, kusma ve “kaprofaji” diye bilinen dışkı yeme görülüyor. Bunları önlemek için de, hayvanlara anti-depresanlar veya sakinleştiriciler veriliyor.” (Meclis Araştırma Komisyonu, 2019)
Timsahtan zürafaya, gorilden aslana, filden papağana birçok hayvanın kafeslere tıkıldığı ve doğasından koparıldığı yerler olan hayvanat bahçeleri, yasal hale getirilmiş yaşam hakkı ihlallerinden başka bir şey değildir. Esir edilmiş, yaşam hakkı çalınmış ve ölene kadar sömürülecek olan bir hayvanın para karşılığı insanlara gösterilmesi “eğlence” olabilir mi?
“Bunlara stereotipik davranışlar adı verilir. Hayatında bir kez hayvanat bahçesine girmiş biri, stereotipik davranışın ne olduğunu bilir. Zemini çıplak, düz betondan kafeslerde tutulan aslanlar, kaplanlar, ayılar vb. kafeslerini çeviren çitin dibinde sürekli olarak bir öne bir arkaya giderler.” (Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi)
Sanat galerilerindeki ziyaretçiler, nasıl bir tablonun önünde durup sonra yanındakine geçiyorsa, hayvanat bahçelerine gidenlerin de bir kafesten öbürüne geçtiklerini söyleyen John Berger, hayvanların bulunduğu yerlere çizilmiş veya eklenmiş orman veya kayalık resimleri ile etrafa serpiştirilen taşların hayvanlar için değil ziyaretçiler için tiyatro dekoru işlevini yerine getirdiğini iddia eder ve şöyle devam eder.
“Halka açık hayvanat bahçeleri, hayvanların gündelik hayattan çekilmeleriyle başladı. İnsanların hayvanları görmek için gittikleri hayvanat bahçeleri, gerçekte böyle buluşmaların olanaksızlığının göstergesidir. Modern hayvanat bahçeleri, insanlığın kendisi kadar eski bir ilişkinin yok oluşunun mezar taşıdır. Baskı altında marjinalleştirilmiş her alanın -gettoların, gecekondu mahallelerinin, hapishanelerin, tımarhanelerin, toplama kamplarının- hayvanat bahçeleriyle ortak bir yanı vardır.” (John Berger, Hayvanlara Niçin Bakarız)
Hayvana Tecavüz
Ülkemizde ve dünyanın her köşesinde hayvanlara sürekli tecavüz ediliyor. Tecavüz edilen hayvanlar arasında inekler, eşekler, koyunlar, tavuklar, ördekler, atlar, kediler, hatta tavuklar bulunuyor. Özellikle kırsal bölgelerde hayvanların ağaca bağlandığı, kuyruklarının kesildiği, toplu tecavüze uğradığı veya bir başkasına düşmanlık etmek ve hayvanın değerini düşürmek maksadıyla da ineklere veya koyunlara tecavüz edildiği bilinmektedir.
“Kadıköy’de mesela düzenli olarak Mercedes’iyle gelip sokak köpeklerine tecavüz eden zenginlerimiz oluyor.” (Meclis Araştırma Komisyonu, 2019)
Polis kayıtlarında, yılda 6 binden fazla hayvana tecavüz şikâyetinin olduğu ve bu sayıya jandarmaya bildirilen olayların dâhil edilmediği basına yansımıştır. Bilinmeyen olaylar da dikkate alındığında hayvanlara tecavüzün ne kadar yaygın olduğu görülecektir. Yalnızca bu kadar da değil. Porno endüstrisinde de hayvanlar kullanılmakta, sadece Fransa’da hayvanların kullanıldığı porno videoların her ay 1,5 milyondan fazla izlendiği ve 10 binden fazla kişinin “hayvanlarla cinsel ilişki” ilanı içeren sitelere düzenli olarak girdiği iddia edilmektedir. Bu içerikler arasında, kadın ile köpek cinsel ilişkisi, köpek, domuz veya sığır gibi hayvanların insanlarla ilişkiye zorlandığı videoların bulunduğu söylenmektedir. Benzer içeriklerin sadece Fransa’da değil dünya çapında milyonlarca insan tarafından izlendiğini tahmin etmenin hiç de güç olmadığını söylemeliyim.
Ayrıca Endonezya’da bir orangutanın yıllarca zincire vurulmuş halde bir genelevde kullanıldığı ve her yıl en az 1.000 orangutanın katledilip, yavrularının seks kölesi haline getirildiği de ortaya çıkmıştır. Hayvan koruma uzmanlarının gözlemlerine göre, bu orangutanlar kendilerini esaret altına alan “insanları” her gördüklerinde çığlık atarak kaçmaya çalışmakta ve korkudan altlarına kakalarını yapmaktadırlar. Ve bunlar hala “eğlence” olarak görülmeye devam ediliyor.
Yunus Parkları
“Yunus parklarındaki hayvanlara, doğalarıyla hiçbir şekilde bağdaşmayan akrobatik hareketler yaptırılıyor. Hayvanlar bunu, tabii ki açlıkla ve dayakla korkutularak yapmaya zorlanıyor. Özellikle tatil yörelerinde çok fazla yunus parkı var. Bu hayvanlar Japonya’da avlanıyor, vahşi bir av sahnesinin ardından annelerinden koparılıp binlerce kilometre uzaklıktaki yunus parklarına getiriliyor. Doğasına uygun yaşayamayan hayvanlar birbirlerine saldırmaya başlıyor ve nefesini tutarak, betona atlayarak veya yemek yemeyerek intihar etmeye çalışıyor.” (Meclis Araştırma Komisyonu, 2019)
Bu havuzlarda sadece yunuslar değil, deniz aslanları, foklar, morslar, balinalar hatta nesli tükenmekte olan birçok hayvan kullanılmaktadır. Hayatlarını açık denizlerde sürdüren bu hayvanlar küçücük havuzlarda ömür boyu hapse mahkûm edilmekte, stres altındaki hayvanların dişleri, telleri ve betonu ısırmaktan çürümekte, kopmakta veya parçalanmaktadır.
“Yunus parkı işletenlerin ve ticari kazanç elde edenlerin en büyük argümanı, yunusların özellikle psikolojik anlamda bazı sendroma sahip olan çocukların rehabilitasyonunda kullanıldığıdır ancak bilimsel çalışmaların hiçbirinde böyle bir pozitif sonuç elde edilmemiştir. Türkiye’deki yunus parkları da, eğitim, bilim, hayvan sevgisi, sosyal sorumluluk maskesi altında faaliyetlerini yürütüyor. Yunus terapisi aldatmacası, dünya çapında ve Türkiye’de hiçbir bilim insanının kabul etmediği bir uygulama. Umut tacirliği deniyor ona aslında. Yunus terapisi diye engelli bireylerin ailelerini de, umutlarını da sömürüyorlar.” (Meclis Araştırma Komisyonu, 2019)
Hayvanların Haklarının Korunması ile Hayvanlara Eziyet ve Kötü Muamelelerin Önlenmesi için Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi amacıyla 2019 yılında kurulan Meclis Araştırma Komisyonu’nda yunus parkları işletmecilerinin görüşlerine de başvurulmuştur. Deniz memelilerinin bulunduğu yunus parklarının dünyanın birçok ülkesinde bulunduğu, yalnızca ülkemize özgü bir sektör olmadığı, eğer ortada bir hayvan hakları sorunu varsa sadece ülkemizin değil dünyanın sorunu olduğu, bahse konu parkların müzeler, tiyatrolar gibi şehrin statüsünü belirleyen unsurlardan sayıldığı, buralarda bilimsel araştırmalar yapıldığı, bu hayvanların bir kısmının bizim denizlerimizde görülmediği, insanların buralara gidip görme şansına sahip olduğu işletmeciler tarafından ifade edilmiştir. Ayrıca havuzların suyunun özel olarak hazırlandığı, sürekli denetlendiği, hayvanların beslenmeleri için gereken balıkların özel olarak ithal edildiği iddia edilmiş ve “Biz kendi çocuklarımıza bu kadar özen göstermiyoruz” denilerek “Avrupa Birliği’nde neden böyle bir şikâyet yok? Niye sadece Türkiye’ye yönelik bir şikâyet var. Bunun arkasındaki amacı Komisyonun düşünmesi lazım. Neden?” denilerek hayvan hakları savunucularının kötü niyetli oldukları ima edilmeye çalışılmıştır.
“Yunusların yaklaşık %80’i esaret altında büyümüştür ve asla serbest bırakılmaz, tüm hayatları yiyecek ödülü için harcanmaktadır. Gösteriden önce doğru seviyedeki açlığın sağlanması iyi bir performans için çok önemlidir.” (Dominion)
Saatte ortalama 40 km. hızla yüzebilen, 300 metre derinliğe dalabilen ve günde 130 km. kat edebilen yunuslar, daracık bir havuzun içinde bulunmaktan ne kadar mutlu olabilir? Açık denizlerde yaşayan fokların, balinaların, köpekbalıklarının ve özellikle yunusların savaş gemileriyle bile yarıştığı gözönüne alındığında nasıl bir esarete maruz kaldıkları açıkça anlaşılmıyor mu?
Hayvan Doldurma (Taksidermi)
Ülkemizde “doldurmak” yani tahnit etmek maksadıyla hayvan öldürülmediği, zaten ölmüş hayvanların doldurulduğu iddia edilmesine karşın pek çok ülkede özellikle doldurmak için hayvanlar öldürülmekte ve satışı yapılmaktadır. Evlerinin köşelerini süslemek isteyenler, bu hayvanlar için on binlerce dolar ücret ödemekte, örneğin bir kutup ayısının 40 bin dolara satıldığı iddia edilmektedir.
Kısa bir araştırma yapıldığında; ülkemizde de bazı firmaların, avcılara yönelik; “Zıpkınla vurduğunuz veya oltayla yakaladığınız TROFE balıklarınızı ölümsüzleştirmek için tahnit işlemine bekliyoruz. Türkiye’nin her köşesinden gelen av hayvanlarını tahnit edip geri göndermekteyiz” şeklinde ilanlar verdiği görülmektedir.
Sonuç
“Panayırlarda, hayvanlar yarıştırılıyor, izleniyor ve üzerlerine iddiaya giriliyor. Hayvanlar bu aktivitelere yemeksiz ve zaman zaman susuz bırakılarak hazırlanıyor. Bu hayvanlar, çevrelerine, gürültüye, kalabalığa alışkın değiller. Ne yapmaları gerektiğini de bilmiyorlar.” (Earthlings)
Her şeyin eğlence ve para odaklı olduğu bu endüstride hayvanlar dışında herkes para kazanmakta, herkes eğlenmektedir. Hayvanı “meta” olarak gören, onun acısını eğlenceye dönüştüren ve bundan para kazanan işletmecilerin; “hayvan hakları ihlali ise Avrupa’da da var” veya “her yerde vahşet varken sadece bu mu vahşet” veya “biz hayvanlara çok değer veriyoruz, onları çocuğumuz gibi görüyoruz” veya “biz olmasak zaten öldürülecekler” veya “atalarımızdan kalan bir gelenek” veya “aslında hayvanlara iyilik ediyoruz” veya “çocuklar hayvanları tanıyor” veya “hastalıkları tedavi ediyoruz” veya “şikâyet edenler kötü niyetli” gibi argümanlara sığındıkları görülmektedir.
“Tüm kayıtlı tarihimizde, 619 milyon insan savaşlarda öldürüldü. Her 3 günde bir, aynı sayıda hayvanı öldürüyoruz ve bu, ölümleri çok büyük olan balıklar ve diğer deniz canlılarını içermiyor. Ölümler o kadar fazla ki, artık tonlarca ölçülüyor.” (Dominion)
Hayatımızdan silinmelerine karşın hayvanların, yüz milyarlarca dolarlık bir eğlence endüstrinin nesnesine dönüştürülmesi, John Berger’ın deyişiyle “kapitalizm kültürünün düzeltilemez bir kusurudur.” Kar odaklı bir sistemde yaşadığımız için esaret altındaki yunusların ve balinaların, güreştirilen boğaların ve develerin, dövüştürülen köpeklerin ve horozların, yarıştırılan tazıların ve atların, öldürülen geyiklerin ve keçilerin, tecavüze uğrayan orangutanların ve eşeklerin acısını kitlelerin görmesi istenmez. Bu hayvanların doğumdan ölüme kadar, tüm hayatlarının sadece para kazanmak için onlara bakan endüstriler tarafından kontrol edildiği akıllara getirilmez. Hayvanların “meta” olarak görülmesi ve binlerce yıldır insan için var olduğu “inancı” da, olan bitenin “doğal” olduğu yanılsamasına yol açar. Oysa bütün bunlar vicdanımızı ve merhametimizi çoktan yitirdiğimizin kanıtıdır.
“Dünyanın etrafındaki hayvanların insanoğlunun gelişmesi ve büyümesi nedeniyle sürekli olarak geri çekilmek zorunda kalması bile yeterli değil mi? Ve ayrıca çoğu tür için gidecek bir yer yok.” (Earthlings)
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay
Kaynakça
- pariste.net/dondurulmus-hayvan-magazasi-design-et-nature
- indyturk.com/node/94316/haber/develer-sucuk-olur
- ensonhaber.com/galeri/madagaskarda-horoz-dovusu#6
- diken.com.tr/ayca-atikoglu-emniyete-gore-bir-yilda-6-bin-hayvana-tecavuz-edilmis
- euronews.com/2020/02/01/fransa-hayvan-pornosu-na-ceza-gundemde
- cnnturk.com/dunya/orangutani-6-yil-genelevde-calismaya-zorladilar
- evrimagaci.org/endonezyada-orangutanlara-insanlar-tarafindan-tecavuz-edildigini-biliyor-muydunuz-639
- birgun.net/makale/vahset-turnuvasi-369098