Ecre Begüm Bayrak’ın Kurtlar filmi, ilk izlediğimde ilgimi çekmişti ama röportajı yapmak ancak mümkün oldu. Ecre Begüm çok genç bir yönetmen, ilk filminde de ilgi çeken bir kısa film çekmiş, bundan sonra işlerini de ilgiyle bekleyeceğim…
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba Ecre Begüm, öncelikle seni tanıyalım mı?
Merhaba, tabii. Ben Ecre, 24 yaşındayım. İzmit’te doğdum, liseye kadar da İzmit’teydim. Üniversiteyi kazanmam üzerine İstanbul’a taşındım. İstanbul Üniversitesi Radyo TV ve Sinema bölümünden 2023 yılında onur derecesi ile mezun oldum. Öğrenciliğim boyunca da reji asistanlığı yaptım. Çocukluğumdan itibaren tiyatro, resim, yaratıcı yazarlık eğitimleri aldım. Tiyatroya hazırlanıyordum aslında. 2021 yılında sevgili Fikret Reyhan’ın yönettiği Cam Perde filminde Ebru karakterine hayat verdim. 2024 yılında Marmara Üniversitesi Sinema Anabilim Dalı programında yüksek lisans eğitimime başladım. Şu anda bir yapım şirketinde çalışıyorum.
Kurtlar’ın hikayesinin çıkış noktası merak uyandırıyor. Bir tanıklık sonrası mı çıktı, yoksa bir gazete haberi mi? Nereden esinlendin? Ve bizlere ne anlatmak istedin?
Kurtlar aslında birikmiş olan ve artık içimde tutmak istemediğim pek çok tanıklıktan ortaya çıktı. Ama sanırım beni en çok etkileyen ana çıkış noktası, 2021 yılında Berkin Elvan’ın karar duruşmasına katıldığımda ettiğim tanıklıktı. Ve sonra malumunuz, bu acı tanıklıklar hep üstüne bine bine ilerledi bugüne dek. Kurtlar’ı yazmadan önce, sanıyorum Konya’daydı, köylülerin civarlarında bir maden ocağının açılmasına karşı çıkması üzerine bölge kaymakamının köylülere “terbiyesizlik yapma ulan!” diye bağırdığı bir habere denk geldim. Çok öfkelendiğimi hatırlıyorum. Birkaç gün her şeyi düşündüm, doğduğumdan beri tanık olduğum toplumsal travmaları, kolektif acıları, susanları ve susmayanları. Ve aslında hiçbir zaman adaletin tam olarak yerine getirilemiyor, getirilmiyor oluşunu. Susma biçimlerini, direnme biçimlerini, göz yumma, görmezden gelme veya inatla söylemeye devam etme biçimlerini. Sonrasında bütün bu kavramlardan ortaya Kurtlar çıktı. Filmde mağdur-tanık-fail kavramları üzerinden bir hikaye yaratmaya çalıştım, ama bana göre tanık olmak, harekete geçilirse, direnilirse anlamlı. Bu yüzden filmde Ilgın bir şeylere tanık olsa da, tanıklığının getirdiği sorumluluğu göz ardı edip, olanları bir senaryo malzemesi olarak görüyor, halkın yaşadığı acılar onun için estetize edilecek bir hikaye sadece, bu yüzden onun da suçlu olduğunu düşünüyorum, direnmeyi değil yaratımı seçtiği için. Bu bağlamda kendi duyduğum sorumluluğun ve elimden bir şey gelmiyor oluşunun suçluluğunu da dışa vurdum aslında. Anlatmak istediğim, tanık olduğumuz her şeyden aynı zamanda sorumlu olduğumuz, adaletin çarpıklığı veya göreceliliği, bürokrasi için her şeyin birer rakamdan ibaret olduğu. 6 Şubat Depremleri örneğinde gördüğümüz gibi.
Oldukça genç bir yönetmensin, nasıl devam etmek istediğini belirledin mi? Kısa filme dair bir tarzın var mı?
Eğer şansım olur ve devam edebilirsem, olabildiğine sert bir biçimde politik filmler yapmaya devam etmek istiyorum. Sustuğumuz, susmak zorunda bırakıldığımız, konuşsak bile sesimizin duyulmadığı ve aslında bazen direkt, bazen de dolaylı yoldan etkilendiğimiz her şeyi anlatmak gerektiğini düşünüyorum sinemada. Bu günlere tanıklık ediyoruz, etmeye devam edeceğiz ve bu günler sona erdiğinde, ileride dönüp bakıldığında “demek ki böyle şeyler yaşanmış bir dönem” denilebilmesini istiyorum. Tabii bu kendime bu misyonu yüklediğimden değil. Her film zaten bulunduğu çağı yansıtıyor aslında o veya bu şekilde. Ben sadece saklamadan göstermek, bunlara tanık olduk ve sağ çıktık demek çok isterim.
Kasabada çekilen filmlere çok tanıklık ediyoruz. Birkaç yılda içeriğinde biraz değişim oldu sanki. Kasabalı ve yabancılar arasında çekişmelerin olduğu filmler izliyoruz. Senin bu anlamdaki bakış açını belirleyen şey ne oldu?
Yani ben halihazırda köyde doğup büyüdüğüm için genel mekan-uzam tahayyülüm hep köy kasaba, şehrin sinema estetiği üzerine hiç düşünmedim bile sanırım, bana göre şehir hep çirkin bir şey. O yüzden aslında Kurtlar da kasabada geçen bir hikaye oldu, hem hikayenin yapısı hem de bu etmenden kaynaklı. Ben kıymetli buluyorum kasabalı ve yabancılar arasındaki çekişmelerin olduğu filmleri aslında, sınıf ayrımı demeyeyim de, ciddi bir kültürel ayrım var Anadolu ve esasen “İstanbul” arasında. Dertlerimiz temelde aynı olsa da kendi içinde de epey girift bir halde ayrılıyor aslında. Bu yüzden bunları çözümlemek, analiz etmek, buradan bir dert çıkarmak ve o derdi bambaşka bir şeye büründürmek “ilericilik” çabası da taşıyor bence, tabii bu sizin ileri kavramından ne anladığınıza da bağlı. Bunun yanında, “Anadoluluların” yani “köylülerin” canavar gibi gösterilmesinden, ortada neredeyse hiçbir somut sebep olmaksızın, sanki sırf zaten özlerinde “kötü ve cahillermiş” gibi köye gelen yabancıya olan canavarca düşmanlıklarının işlendiği filmlerden aynı şekilde rahatsızlık duyuyorum.
Belki Kurtlar’da da böyle bir yan hissedilmiş olabilir, 1-2 arkadaştan buna benzer bir dönüş almıştım ancak sanıyorum bu kurguda süre kısıtından dolayı kimi sahneleri çıkartmış olmamdan kaynaklı, yani niyetim bu değildi. Köylüler, evet, belki Ilgın’a zarar veriyor, kaymakama köy meydanında saldırıyor, sürekli olarak sistematik bir taciz de var hatta, ancak bu sebepsiz değil. Son derece meşru bir sebepleri ve talepleri var: Çocukları ölüyor, bu acıyı bir nebze olsun hafifletmenin ve sonraki olası ölümleri önlemenin yolu su kanalını kapatmak, ancak otorite o kadar da önemli olmayan bir başka sebebi bahane göstererek bunu reddediyor. Reddettiği gibi eşini de onlarla muhatap olmama konusunda uyarıyor. Ilgın, Behçet’i dinlemiyor ve çocuğunu kaybetmiş kadınlardan biriyle iletişimini sürdürüyor, ancak bunu kendi çıkarı için, yani o acıdan estetik bir şey çıkartabilmek için yapıyor. Bu insanlar n’apsın? Aslında bakış açımı köylülerin öfkesinin, tepkisinin ve sonunda kendilerince sağladıkları adaletin meşruiyetini tartışmak, tartıştırmaktı. Köylüler bir canavar değil, bir canavara direnen insanlar benim gözümde.
Kurak Günler, Karanlık Gece ile Kar ve Ayı uzun metrajlarında da tekinsiz bir duygu hakimiyeti vardı. Adaleti kendi eliyle sağlamaya çalışan halkın durumu burada daha çaresiz bir şekilde karşımıza çıkıyor, öyle mi?
Üç filmi de çok sevmekle ve tabii haliyle ilham da almakla beraber, aslında çaresiz görmüyorum ben Kurtlar’daki köylülerin durumunu. Birikmiş bir öfkenin, ezilmenin ve yok sayılmanın, bir türlü sesini duyuramamanın bir sonucu olanlar. Ve geldikleri nokta aslında tartışmaya açık olsa da, aslında güçlü konumda olan ve kendi adaletlerini tesis eden yine onlar.
Buradaki kanalın simgelediği şey tam olarak nedir, devlet eliyle yapılmış bir şeye tepki mi, yoksa devletin sebep olduğu ölümler mi?
İkinci. :D
Not alan ve çekim yapan kaymakamın karısı tam orta noktada duruyor, dinleyen ve tavırsızca kaydeden. Onun sonunu da kurtlar belirliyor, bu durumda o da kasabalılarla aynı kaderi yaşar hale geliyor. Anlatabilmişsin ama biraz da senin cümlelerinle duymak isterim.
Ilgın’ı aslında hem gri alanda, hem de zaman zaman siyaha kayan bir tarafta tutmaya çalıştım. Dinliyor, tarafsızca, tavırsızca kaydediyor ama bence asıl sorun da burada zaten. Çocuğunu kaybetmiş bir anneden süreci dinleyip nasıl tarafsız kalabilirsin, nasıl tavırsız olabilirsin ki? Bir şeyleri değiştirme şansı varken bunu yapmaması, yoksa bile en azından tam anlamıyla köylülerin haklı mücadelesinin yanında olmaması belirliyor aslında Ilgın’ın sonunu. Kasabalılar kendi kaderlerini hem Ilgın’a, hem Behçet’e yaşatıyor.
Mağdurun mağdur olduğunun farkında olması, kabulleniş noktası da ilginç tabii. Evlatlarını kaybetmiş annenin Ilgın’a olan tavrını anlıyorum ama annenin de bir tür duygusuzluk içinde olması…
Belli bir süre sonra kanıksıyoruz bence her şeyi. 2 yıl önceki depremin yaraları hala sarılamadı, ama sürecin hala içinde olan insanlar hariç, belki de hepimiz unuttuk. Geçtiğimiz günlerdeki Kartalkaya yangını, ondan önce Narin, ondan önce başka bir çocuk, başka bir kadın, başka bir toplumsal travma, sayamayacağımız kadar çok ama bir süre sonra kanıksıyoruz her şeyi ve bu belli bir süre sonra “acı duyuyor olmak”tan ziyade, artık refleksif bir tepkiye dönüşüyor. Sürekli tekrarlıyor, asla bitmiyor çünkü. Olanları tabir ederken kullandığımız kelimeler, hissettiklerimiz, konuştuklarımız, sosyal medyada kurduğumuz slogan cümleler, “buramıza kadar gelme” hali hep birbirinin aynısı. Farklı olan hiçbir şey yok. Bu yüzden Fatma’nın içinde bulunduğu bir tür duygusuzluğu hem buradan ele almak, hem de empati kurduğumda, hissettiğimiz acının bir süre sonra buz gibi bir öfkeye dönüşüyor olması üzerinden kurmak istedim. Fatma tabii ki acı çekiyor ama öfkeli de. Gerçeğe baktığımızda da, zaten bu insanlara acılarını çekme fırsatı bile vermediler hiçbir zaman.
Filmin çekim koşullarından bahsedelim biraz, nerede çekildi, oyuncular nasıl belirlendi?
Film benim doğup büyüdüğüm yerde, Kocaeli Kartepe’de çekildi. Koşullar zordu tabii ki. Bütün ekip sektörde bir biçimde kendini var etmiş ve çalışıyor da olsa bu yapımcımızdan kostümcü arkadaşımıza kadar hepimizin ilk kez “kendi başına”, bir asistan olmayarak, tamamen sorumlu olarak yaptığımız ilk işti. Hem bundan, hem maddi yetersizliklerden, hem hava koşullarından, hem bir an önce çekmemiz ve hayatlarımıza dönmemiz gerekiyor olmasından (hepimiz çalıştığımız için) dolayı çok zor bir setti. Ben biraz fazla ütopik düşünmüşüm bir de her şeyi, ilk film olmasının da etkisi; bir sürü mekan, vay efendim göldür, ormandır, yollardır, evdir, köprüdür falan derken gerçekten sanırım günde 14 saat falan olmak üzere 3 günde çekip bitirdik filmi. İlk draftımız 40 dakika falandı zaten sanırım. Çekerken niye bitmiyor abi bu uzun metraj mı çekiyoruz diyorduk, meğer zaten neredeyse uzun çekmişiz. Oyuncuların belirlenme süreci de şöyle oldu, yazarken aklımda fiziken canlanan tek karakter Ilgın’dı, bu yüzden Ilgın’a uygun bir cast bulmam gerekiyordu. Önce oyuncu arkadaşlarımın takipçi listelerinden baktım, bulamadım, sahnelerin listelerinden baktım, yine olmadı. En sonunda İstanbul Şehir Tiyatroları’nın hesabına girdim ve Ceren’i buldum. O an “tamam, Ceren” demiştim ve karar vermiştim zaten. Sonrası Ceren’le iletişim kurmak oldu, Ceren de çok heyecanlıydı zaten. 10 parmağında 10 marifet bir arkadaşım Ceren. Hem müzisyen hem de oyuncu olarak. Sonrasında yönetmen yardımcısı arkadaşım Günay sevgili Gözde’yi önerdi Fatma karakteri için, Gözde’yi görür görmez de tamamdı zaten benim için. Gözde de müthiş yetenekli bir arkadaşım. Hepsi öyle aslında gerçekten. Sonrasında Anıl, Muhammet ve Hakan abi girdi hayatımıza zaten yine öneriler ve referanslarla. Sevgili Hakan abiye de buradan tekrar bizimle olduğu için sonsuz teşekkür etmek isterim.
Filminin ilk gösterimi Antalya Altın Portakal’da oldu. Nasıl bir deneyim oldu, seyircinin tepkisi vs. nasıldı? Bir de festivallerin kısa filmlere ve filmcilere karşı gösterdikleri ilgi konusunda neler söylemek istersin?
İlk filmimi Altın Portakal’da açmak benim için gerçekten çok güzel ve önemliydi, çünkü ilk kez profesyonel ve bütçeli bir şey çekmiştim, pek çok insan bana, filme güvenmişti. Ya bir yerde açamazsa, ya kimse sevmezse, bu kadar insan bana güvendi, ya mahcup olursam gibi kaygılar vardı içimde işte, klasik. Ama Antalya’nın açıklandığı gün üstümden büyük bir yükün kalktığı ve sanırım hayatımdaki en tatlı anlardan biriydi. Festival süreci de gayet iyi geçti bizim için, aldığımız dönüşler genelde filmin tekniği, oyunculukları, hikayesi veya görüntüleriyle ilgili olmaktan ziyade işaret ettiği politik noktayla ilgiliydi, bazı seyirciler sinirlenmişti gerçekten, bazıları Ahmed Arif’ten girdi, Beyazıt’tan, Cebeci’den, ODTÜ Direnişleri’nden, Gezi’den çıktı, bazılarının neden Ilgın’ın zarar gördüğüne dair soru işaretleri vardı, bazıları kaymakamın sadece görevini yaptığını, köylülerin tepkisini anlamadığını söylüyordu. İnsanlar devletin ne olduğunu, görevini, sorumluluklarını, kabul edilmeyen ve reddedilen bir sorumluluğun nelere yol açabileceğini tartıştı, halkın o kesimiyle bir an bile olsa empati kurdu belki, bilmiyorum. Bunu görmek çok heyecan vericiydi benim için, baya nefesimin kesildiğini hatırlıyorum neredeyse. Amacım zaten filmimin görüntüsünden, oyuncusundan, yönetmeninden çok, politik olarak neye işaret ettiğini tartıştırmak, hatta sinirlendirmekti belki bir kesimi. Filmi, bizi anlayacağını düşündüğüm bir kesimin de gösterim çıkışında yanımıza gelen, masamıza oturup omzumuzu sıvazlayan, boynumuza sarılan, “gurur duyuyoruz” diyen insanların gözlerinin içine bakmaktı.
Festivallere gelince, liyakat ve adalet esaslı şeffaf bir seçim süreci yürütsünler bence öncelikle, gerisini sinema sektörü sonra düşünür diye düşünüyorum.
Son olarak neler söylemek istersin?
Son olarak, umarım hepimiz üretmeye devam edebiliriz