Antik çağlardan bu yana bir tür kadın hastalığı olarak kabul edilen Melankoli, insan bedeninde bulunan dört sıvıdan biri olan kara safraya (Kara-Melan, Safra-Kholia) verilen isimdir.
Dücane Cündioğlu’nun, Lars Von Trier’in Melancholia filmi üzerine yaptığı bir program esnasında verdiği bilgilere göre Melankoli, kadınların özel günleriyle ilişkilendirildiği için, yüzyıllar boyunca kadınlara mahsus bir hastalık olarak kabul edilmişti. Ancak 20. yüzyıldan itibaren erkeklerin de eski çağlardaki ismiyle, histeriye kapılabilecekleri genel kabul görmeye başlamıştı. Buradan yol çıkarak İngiliz ve Amerikan edebiyatlarına damgasını vuran iki kadını, Virginia Woolf ve Slyvia Plath’i konu alan The Hours (Saatler) ve Sylvia filmleri üzerinden ve melankoli hastalığından muzdarip bu iki yazardan biraz bahsedelim.
Öteki Sinema için yazan: Başak Bıçak
19. yüzyılın sonların dünyaya gelen ve Mrs. Dalloway adlı eseriyle 20. Yüzyıl İngiliz edebiyatına damgasını vuran Virginia Woolf’un yaşamının son dönemi ve söz konusu eseri çerçevesinde geçen Saatler (The Hours), Pulitzer ödüllü Michael Cunnigham’ın aynı adlı eserinden beyazperdeye aktarılan başarılı bir uyarlama olarak karşımıza çıkıyor. Stephen Daldry yönetmenliğinde; Nicole Kidman (Virginia Woolf), Julianne Moore (Laura Brown) ve Meryl Streep (Clarissa Vaughan) gibi önemli oyuncuları kadrosunda barındıran film; bu üç kadının farklı dönemlerde geçen hayatlarını Mrs. Dalloway çevresinde dolaştırarak sonunda bir noktada kesiştiriyor.
1923 yılında Richmond’da yaşayan Virginia’nın akıl sağlığının yerinde olmaması, 1951 senesinin Los Angeles’ında Mrs. Dalloway’i okuyan Laura’yı ve 2001’in New York’unda yaşayan ve kendisine Mrs. Dalloway diye seslenilen Clarissa’yı etkiliyor ve film, üç kadının hayatını kurgularken odak noktasına Virginia Woolf’un gerçek yaşamını yerleştiriyor. İki kez intihara teşebbüs eden ve iyileşmesi için eşi Leonard ile birlikte Richmond’a gelen Virginia’nın melankolik bir hal içinde yazdığı eser, hamile Laura’nın hayatında adeta dönüm noktası oluyor ve tüm planlarını etkiliyor. Nitekim sonunda intihar eden Virginia Woolf’un bu durumu, geride intihara meyilli Laura’yı ve eski eşi sebebiyle tüm hayatı alt üst olan Clarissa’yı bırakıyor. Romanında ana karakter olarak da Clarissa ismini kullandığını ve Woolf’un eserine ilk etapta Saatler adını vermek istediğini belirtmekte de fayda var. Üç farklı dönem arasında çok güzel geçişlerin yapıldığı film; Nicole Kidman, Julianne Moore ve Meryl Streep’in muhteşem performanslarıyla göz doldururken, 20. yüzyılın önemli kadın yazarlarından Virginia Woolf’un hayatının bir kesitini aktarması açısından da oldukça önem kazanıyor.
Gelelim Virginia Woolf gibi melankolik başka bir yazara, Sylvia Plath’e… 20. yüzyıl’da yaşayan ve Amerikan literatürüne büyük katkıları olan Plath’in, tıpkı Woolf gibi intiharla sonlandırdığı trajik yaşamını anlatan biyografik filmi Slyvia, Christine Jeffs’in ilk uzun metrajlı filmidir. Başrollerinde Gwyneth Paltrow ve Daniel Craig’i gördüğümüz yapım, babasının ölümünden sonra tam burslu olarak Cambridge’de okumaya başlayan Sylvia’nın İngiliz şair Ted Hughes ile tanışıp evlenmelerinden sonra Amerika’ya dönmeleriyle başlıyor. Bu açıdan film, psikolojik olarak nasıl o hale geldiğini anlayamadığımız Sylvia’nın daha çok Ted Hughes ile olan ilişkisi üzerinde duruyor ve yazarın ruhsal geçmişine yönelik çok fazla bilgi vermiyor. Yalnızca, çocukluğunda iki kez intihar girişiminde bulunduğunu ve ölmeyi biraz da, 1971 yapımı Harold and Maude filminde Harold’un yaptığı gibi takıntı haline getirdiğini görebildiğimiz Sylvia’nın bu manik depresif hali, zamanla yeteneğinin de önüne geçmeye başlıyor. Ted’in ise gün geçtikçe parlayan kariyeri ve kadınlar tarafından çekici hale gelmesi kıskançlık krizlerini de beraberinde getiriyor. Ted’den ayrılıp kariyerinin en önemli eserlerinden biri olan Sırça Fanus’u yazan Sylvia, oturduğu evin İngiliz şair William Butler Yeats’e ait olduğunu öğrenmesi ve ruh halinin gittikçe bozulması sonucunda, Yeats gibi bu evde yaşamına son verir. Ted Hughes karakterinde gördüğümüz Daniel Craig, filmde harika bir oyunculuk sergilerken; belki de entelektüel şair kimliğini üzerine giyememiş olması sebebiyle Gwyneth Paltrow’un, Sylvia karakterindeki performansı için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Nitekim annesinin hayatının bir kısmını konu alan bu film üzerine kızı Frieda Hughes, yazdığı şiirle haklı tepkisini de dile getirmiştir. Kendisi gibi oğlu Nicholas’ın da uzun bir depresyon sürecinden sonra intihar ettiğini bildiğimiz Sylvia Plath’in bu trajik öyküsü bence, her şeye rağmen izlenmeye değer bir yapım.
Mrs Dalloway’de kullandığı bilinç akışı tekniği ile İngiliz edebiyatına ve gizdökümcü şiirleriyle de Amerikan edebiyat dünyasına damgasını vuran iki önemli ismin,Virginia Woolf ve Sylvia Plath’in, yaşamlarından bir kesitle birlikte intiharlarını konu alan The Hours ve Sylvia’yı hala izlemediyseniz, yazdıklarıyla ve düşünceleriyle gelecek kuşakları etkileyen bu iki melankolik kadına daha fazla geç kalmamanızı tavsiye ederim.
“Ölmek bir sanattır
Her şey gibi eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi
Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor
Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor
Bu konuda iddialıyım sanırım”
Sylvia Plath