“Adalar’a karşı ayrıcalıklı yaşam, geleceğinizin mimarı, yaşam mimarı, minimalizm, İstanbul’da kalan son İstanbul, Çatalca’da Boğaz inşa ediyoruz, Boğaz’da yaşam, şehrin göbeğinde rüya gibi bir yaşam, modernizm, burada aradığınız her şey var, ayrıcalık, seçkin komşularınız sizi bekliyor, seçkinlik, rezidansınızda büyülü bir yaşam, gök kule, yeni Osmanlı, son Osmanlı, post-modernizm, gökdelende bahçeli villa ayrıcalığı, yüksek kalite, mutantlara uygun fiyatlar, mutant-modernizm, “post-insan” için en uygun yaşam alanları, my tower, your tower, his tower… Kemerlerinizi bağladınız mı? Ya kulunçlarınızı? Sıkı durun kulunç uygarlığı! Kulunçlarınızı, bel fıtıklarınızı, bilimum bel çevresi yağlarınızı ve televizyona bağlı göz bozukluklarınızı bağlayın. Kentçek dönüşüyoruz!”
Yukarıdaki alıntı, Back To “The İstanbul” (Bilimkurgu, Kentsel Dönüşüm ve Futuristik İstanbul’un Akibeti) adlı makalemdendir ve yeniHarman Dergisinin Kasım 2010 sayısında yayınlanmıştır. Bundan dört – beş yıl kadar önce, yine yeniHarman‘da yayınlanan ve Latin Amerika’daki neo-liberal politikaları inceleyen bir dosyamdan sonra okuyuculardan mailler almıştım. Bir tanesini hep hatırlarım; “neyse ki Türkiye Latin Amerika kadar kötü durumda değil, neo liberalizm ne kadar kötü bir şeymiş” diyordu okuyucum. O zamanlar henüz her beş reklamdan üçünü futuristik toplu konut reklamları oluşturmuyordu. Çok uluslu şirketler bu kadar ortada değildi, mortgage yeni yeni giriyordu hayatımıza ve henüz kimse mortgage’ını ödeyemediği için batmamıştı, toplu konutlar baş göstermiş, lakin henüz palazlanmamıştı. Türkiye’deki neo-liberalizm etkilerini görmek için mercekle bakmak gerekiyordu, çünkü izler henüz kendini tamamen ortaya koyar boyutlarda değildi. Ama bugün iş çığırından çıkmış durumda ve hiçbir alanda bu etkilerin saklanması artık söz konusu olamaz.
Öteki Sinema için yazan: Ezgi Aksoy
Öteki Sinema‘da Ekümenopolis‘in (2011) yazılmamış olduğunu görünce bu işe bir el atayım dedim doğrusu. Çünkü Ekümenopolis, İstanbul ülkesinde yaşayan 20 milyon insanın tekmilinin birden izlemesi gereken bir belgesel çalışması. Aslında Ekümenopolis, yunanlı şehir plancısı Constantinos Doxiadis tarafından 1967 yılında ortaya atılan, günümüzün kentleşme ve nüfus artışı hızları göz ününe alındığında, gelecekte dünyadaki bütün kentleşmiş alanların ve megapollerin kuşaklar halinde birbirleriyle birleşeceği ve tek bir şehir oluşturacağı fikrini temsil eden bir terim. Günümüzde bu terimden ziyade “global şehir” terimi kullanılıyor; çünkü henüz o aşamadayız. Kastedilen de nüfus bakımından devasa, aynı zamanda finans ve ekomoni merkezi olan, sanat ve kültür alanında belirleyici olan mega kentler. Günümüzde bu şehirlerden Hindistan‘dan tutun da Şili‘ye kadar bulabilirsiniz. Ama özellikle dünyanın yeni kanseri neo-liberalizmin pençesine düşmüş ülkelerde görmek mümkün.
Belgesele dönecek olursak, Ekümenopolis üçüncü köprü söylentilerinin ayyuka çıktığı 2010 yılında çevrildi. Yönetmen koltuğunda İmre Azem oturuyor. Uzun süre de gösterime girecek mi, girmeyecek mi diye merak ettik. Sonunda izleyicilerin de katkısı ile sinemalarda kısa da olsa bir süre izleme imkanı bulabildik.
Ekümenopolis’te 2008’den beri süren bir araştırma süreci var ve sinema adına birşeyler söylemek gerekirse, çok profesyonel bir iş olduğu belirtilebilir. Türkiye’de görmeye alışık olmadığımız türden bir haber takip süreci görmek mümkün belgeselde. 2008 yılında olan bir yıkımın sonuçlarını 2009’da takip etmeniz, ya da 2009’da verilen sözlerin sonuçlarını 2010’da takip etmeniz ve de görmeniz mümkün oluyor. Öte yandan animasyonlarla desteklenerek belgesele hem dinamizm katılmış, hem de sözler görsele döküldüğü için daha anlaşılır bir hale getirilmiş. Bunların yanında belgeselde görüş bildiren ve katkıda bulunan bir birinden değerli isimler ve değerli görüşler var. En çok dikkat çekilen de kentsel dönüşümün bir konut ve yerleşke problemi ya da çözümü olmasından çok, sosyolojik bir mesele olması.
CESUR YENİ İSTANBUL
Benim çocukluğumda oturduğumuz apartımanda bir şirketin genel müdürü, bir kamyon şöförü ve ailesi, bir taksici ve ailesi, biz (öğretmen ailesi), iyi kazanan bir kuaför ve ailesi, büyük bir bankanın elektronikten sorumlu müdürü ve ailesi ve birkaç küçük esnaf hep beraber yaşardık. Evet, hali vakti daha iyi olanların evleri daha güzeldi. Mobilyaları farklı, banyoları gömme küvetli idi. Evet, zenginler daha çok gezerlerdi ve daha lükstü otomobilleri. Ancak bu çok farklı kültürel ve sosyal sınıflardan gelen aileler asgari ölçüde de olsa görüşürdü.
Ben çocukken genel müdür olan İbrahim Amca’lara gider ve Asuman Teyze’nin kiraladığı korku filmi videolarını izlerdik. O yıllarda bizde henüz video yoktu. Ayrıca kamyoncu Seyfullah Amca’nın karısı Sevim Teyze de özellikle gündüzleri gelir ve anneme fal bakardı. Çocukluğunu en geç 80’lerde geçirmiş olanlar, bu manzaraları yakından tanırlar. Son gerçek mahalleler 80’lerle birlikte tarihe karıştı çünkü. Ve artık bugün bir genel müdürle bir kamyoncunun aynı apartımanda oturması söz konusu bile değildir. Geldiğimiz nokta gösteriyor ki bırakın apartımanı, mahalleyi falan; bundan sonra sosyal sınıflar aynı semtlerde dahi bulunamayacaklar.
Sulukule ve Ayazma sakinleri kentsel dönüşüm martavalları ile hakları yenen ilk kitlelerden olduklarından, bu alanda mücadelenin de sembolü oldular. Belgeselde de bu insanlara dikkat çekiliyor ve onların hikayeleri mercek altına alınıyor. Ankara’da da örneğin Dikmen Vadisi halkı vardır ki, şuan onlardan bahsetmeyeceğiz.
İstanbul son on yılda çok değişti. Ancak bu değişim birden bire olmadı elbette. On yıllardır buna zemin hazırlanıyor. Değişimin ilk ayağı 50’li yıllar. Şehrin özel ve özgün ihtiyaçlarını, kente uygun proje ve değişimlerle çözmek yerine, Amerikalı mühendislerden alınan akıllarla çözmeye çalıştığımız ve binlerce kişinin evini istimlak edip dev otobanlar yaptığımız yıllar. Oysa hiçbir Avrupa kentinde tarihi konak ya da evlerin sökülerek yerine otobanlar yapıldığını göremezsiniz. Bahsi geçen yol darsa, o yoldan sadece tek sıra otomobiller geçer ve şehir özgün dokusunu muhafaza eder. Bu, aslında hem nüfusu kontrol eden bir sibob, hem de dolaylı yoldan doğayı da koruyan bir çözümdür. Oysa İstanbul, Delhi, Santiago, Mexico City gibi global şehirlerde dev bir çarkın dişlileri tüm kenti bir hamlede öğütür ve posasını tükürüverir. Ortaya distopik bilimkurgulardan fırlamış birbirinin aynı toplu konutlar; girenin çıkamadığı, çıkanın giremediği rezidanslar; başka bir yerde yaşamanın mümkün olmadığı zamanlarda sığınılan uzay gemilerini andıran AVM’ler ve uluslararası sermayenin dev gözetleme kulelerini andıran kuleler çıkar.
Görüyorsunuz; şimdilerde yeni bir İstanbul inşa ediliyor. Bu cesur yeni İstanbul’da kent merkezi “soylulaştırma” adıyla sahiplerinden arındırılıyor ve liberal soylu sınıf burada mülk sahibi ediliyor. Bir zamanlar şehrin merkezinde yaşayanlar ise İstanbul’un köylerine inşa edilen TOKi konutlarına sürülüyorlar. İnşa edilen toplu konutların inşaat kaliteleri, masrafları ve projeleri çok farklı. Bu da her sınıfın kendi içinde kümelenmesine neden oluyor. Hiçbir bakkal bir buçuk milyon dolar vererek çatı villası satın alamıyor neticede. Bu; şehri gettolara bölmek, birilerini ötekileştirmek ve sosyal kopuşu hızlandırmak demek. Ayrıca doğal kaynakların yok olması, çölleşme ve her manada kurumak demek.
Lafı daha da uzatmak istemiyorum. Çünkü bu konular üzerine sayfalarca söz söylenebilir ve yine de yeterli olmaz. Önerim, bir an önce Ekümenopolis’i izlemeniz. Böylece içinde yaşadığınız şehir üzerine daha gerçekçi bir fikre sahip olabilirsiniz. Yeri gelmişken Turgut Uyar‘dan güzel dizeleri de hatırlatmayı bir borç bilirim:
“kente kapandık kaldık tutanaklarla belli
sirk izlenimlerinden seçmen kütüklerinden
yüzlerimiz temmuzdan ötürü sallanır ve uzar
ve her köşe bir tuzaktır
birer darağacıdır her meydan saati
öğle vaktini kesinlikle gösteren
oysa hep güçlü dağları görmenin zamanıdır”