Dijital platformlardaki esas ve kıymetli maden, ekseriyetle genel izleyici seçimleri dışındadır, yani çok seyredilen filmler ve diziler haricinde arayıp bulmak gerekir. Netflix’te de popüler işlerin gölgesinde saklanan gizli madenler mevcut. Misal geçmişle yüzleşme filmi El Conde / Kont, kesinlikle bunlardan biri. Azılı bir diktatörü vampire çeviren, pek meşhur “Demir Leydi”yi de onun annesine dönüştüren bu güzelim politik taşlama, televizyon kanallarından çoktan umudumuzu kestik, bari platform içerikleri bu ve benzeri işlerle dolup taşsa dedirtiyor, kendi adıma.

Şilili yönetmen Pablo Larrain, farkındalığı yüksek ve ayrıksı projeleri hayata geçirmeyi seven bir isim ve kuşkusuz sineması, güçlünün destekçisi kiliseden ve kanla, parayla beslenen faşistlerden öç almaya ayarlı. Onun 2012’de çektiği No / Hayır, seçim ve kampanya filmlerinin en iyisi ve değerlisidir, kanımca. Faşist bir diktatörü, sandıkta blankdize getiren halkın karşı konulmaz arzusu, kolaya kaçmaz ve bugüne kurmaz saatini, yarınlar adına, gelecek kuşaklar aşkına düşünür ve karar verir.

Şili tarihinin en karanlık günüdür, 11 Eylül 1973. Emperyalizmin 20. yüzyıldaki yüzü olan ABD’nin bilfiil desteklediği bu kanlı ve acımasız cunta, sürgün eder, hapseder, katleder sosyalist bir düş gören halkın çocuklarını. Pablo Larrain, bu zalim ve uğursuz darbeden üç yıl sonra doğar ve kan deryasını yaratanlardan nefret ederek büyür, neredeyse akranı tüm çocuklar gibi. Özgürlük ve demokrasi bir tutkudur en nihayetinde, baş eğmeyi reddeden herkes için. Şili ve Arjantin’in darbecileriyle hesaplaşmasının ana sebebi de budur, kuşkusuz.

Omuzu yıldız dolu birçok generalin, erk ateşiyle yanıp tutuşması gibi, Augusto Pinochet denen zorbanın da mutlak kudret için yapamayacağı şey yoktu. Şili’nin sosyalist ve emekçilerden yana olan büyük başkanı Salvador Allende, darbeci askerlere karşı son kurşunu ve son nefesine dek direndi ve biricik halkına tarihe geçen şu sözlerle veda etti; “Umudunuzu asla yitirmeyin!

Evet, Pablo Larrain asla vazgeçmeyecek. Darbenin üzerinden yarım asır geçse de onun öfkesi dinmeyecek, Pinochet ile ülkesi ve insanlık adına hesaplaşması sona ermeyecek. (Tony Manero ve Post Mortem adlı filmlerinde de diktatörü ıskalamamıştı.) Kont filmiyle ölsen de kurtuluşun yok diyor diktatöre, ölü veya diri olman fark etmez. Yeniden yaşanmasın diye bu tarifsiz yıkım, seni ve senin gibileri şekilden şekle sokacağız. Haksız da değil hani. Hah! Diktatör, tek başına mı yaptı bunca zulmü, zengin ve din olmasa, ihtiraslı bir subay nereye kadar tırmanabilirdi ki?

blank

Biz, neredeyse siyah-beyaz çekilmiş olan filmimize dönelim, azılı diktatör Pinochet, 250 yaşında bir vampirdir ve artık ölmek istemektedir. (Yapıtın yegâne amacı da kan emicilere dair alternatif bir tarih yaratmaktır.) Fransız ihtilali sırasında meşhur Louis’lerden on altıncısının sadık bir subayı olan Pinochet, devrimden sonra kralına ihanet eder ve ordudan kaçar. Anti-kahramanımız, takıntılı ve saplantılı bir tiptir, ekmek-pasta klişesinin kraliçesi Marie Antoinette’in giyotinle kopartılan kafasını alıp kayıplara karışır. Öncesinde kendi cenazesini hazırlar ve gelecekte kral olmayı kafasına koyar. Savaştan savaşa koşan kan emici, yıllar sonra Avrupa’ya veda eder ve ta dünyanın başka ucunda, kralsız bir ülke olan Şili’de ortaya çıkar.

Sonra mı? İşte bildiğimiz üzere, darbe yapar, sonra çalar çırpar, iktidardan düşer ve 91 yaşında da kalp yetmezliğinden (hayret, kalbi mi varmış?) ölür. Cesedi yakılır, külleri yolsuzluk yapmaktan yargılanan ailesine verilir. Saldırı olur gerekçesiyle mezardan vazgeçilir. Tam bu noktada, vampir diktatörün ölmediğini, ancak can sıkıntısından bir an önce ölmek isteğini anlatır film. Hakkındaki kovuşturmalardan, üstüne oturduğu büyük servete dair soruşturmalardan kaçmak istemiştir. Kont Drakula’nın pardon Pinochet’in eşi ve çocukları da hadi bizi vampire çevirmedin, bari giderayak çaldığın, sakladığın paraları ver, hayatımızı yaşayalım derler. Kilise de güzel bir rahibeyi gönderir, diktatörün içindeki şeytanı çıkartsın diye, ha işlerine yarayacak tapu filan varsa, onu da alıp gelsin, hem dünya malı dünyada kalır, değil mi ama?

blank

Hayda! Can sıkıntısından ölmek isteyen yaşlı vampir diktatör, güzel rahibeyi görünce yaşama tutunur, ölmekten cayar. Rahibe de zaten, dünden hazırdır baştan çıkmaya, güç uğruna. “Bir şey söylenmesini istiyorsanız bir erkekten isteyin, bir şey yapılmasını istiyorsanız bir kadından isteyin.” Ve bu görsel şölene benzeyen absürt öyküye, hop diye Margaret Thatcher da katılır, Demir Leydi meğer diktatör Pinochet’in annesiymiş, boşuna cenazesinde kutlama yapılmadı ya. Aynı kutlama, iki yıl önce 99 yaşında ölen Pinochet’in en az kendisi kadar sevilmeyen eşi Lucia Hiriart için de yapılmıştı. Halk, güle güle yaşlı cadı diye pankartlar açtı. Sonra çılgınlar gibi içip, hunharca dans etiler arkasından.

Böylesi özgül ve özgün filmler, devamında alegorik anlatım ve fantastik işler, her zaman risklidir, sevenler kadar bu ne yahu diyenler olacaktır, kuvvetle ihtimal. Ancak metin iyi işliyor, kaldı ki bu incelikli proje, Venedik Film Festivali’nden en iyi senaryo ödülünü almasını bildi. Ötesinde gerilim tıkır tıkır ilerliyor ve sonuna dek eşlik ediyor senaryoya, üstelik filme sinen bunaltıcı hal, ona çok yakışıyor. Siyaseti, ideolojiyi, korku filmine çevirmek, kötü niyetin her zaman aramızda olduğunu bilmek, haliyle akıllıca bir çıkış, iğneleyici bir mizah da cabası. Başkent Santiago üzerinde Süpermen gibi uçmak, insan kalbinden, blender aracılığıyla kanlı bir smoothie hazırlamak, vampir içeceğini, İngiliz kanı, emekçi kanı, yaşlı kanı, erkek kanı, genç kadın kanı diye kategorize etmek ve dahası. Halbuki bir büyük trajediyi, muzip bir ifadeyle anlatma gayreti, ters tepebilirdi doğal olarak. Lakin yönetmenin bunu ustalıkla idare ettiğini ve üstesinden geldiğini belirtelim. En nihayetinde kötülük asla yok olmaz diyor film, diktatörler de keza öyle. (Not: Bizim cunta başı Kenan Evren’in başrolünde olduğu, böylesi bir fantastik kan emici öyküsünü seyretmek isterdim, ne yalan söyleyeyim.)

Öteki Sinema için yazan: Alper Turgut

blank

Alper Turgut

Adana’da doğan Alper Turgut, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun oldu. Sinema üzerine yazmaya 2006 yılında başlayan ve 2009’da Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) üyesi olan Turgut’un film eleştirileri, Cumhuriyet, Evrensel, Birgün gazetelerinde yayımlandı. Alper Turgut, şimdilerde Öteki Sinema ve Gazete Kadıköy’de sinema üzerine anlatısına devam ediyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Prensesin Uykusu (2010)

Prensesin Uykusu, kelimenin tam anlamıyla nahif bir film. Kendi küçük

Wrath of the Titans / Titanların Öfkesi (2012)

Perseus, Kraken'i öldürdükten ve Argos'la birlikte tüm Antik Yunan medeniyetini