Günah çıkarmak istiyorum peder.

Söyle ne yaptın?

Hiçbir şey. Henüz günah işlemedim. Ama işleyeceğim. Yapabileceğim bütün kötülükleri yapacağım.

blankBask asıllı İspanyalı yönetmen Álex de la Iglesia’nın 2. filmi El Día de la Bestia (Şeytanın Günü), yukarıdaki diyalogla açılıyor. Üstelik işleyebileceği tüm günahları işleyeceğini söyleyen de filmin ana karakteri Peder Angel Berriartua’dan başkası değil. Peder Angel, sözünü de tutuyor üstelik. Çünkü hikayeye göre Peder Angel, tüm hayatını bir kitabı incelemeye adamış. Ve onlarca yıllık çalışma sonucunda “Şeytanın Oğlu”nun Noel arifesinde Madrid’de doğacağı kanısına varmış. Ve kendince, şeytanı bulup onu oğlunun nerede doğacağını söylemeye ikna edebilmesi için, günah işlemesi ve şeytana gerçek bir günahkar olduğunu kanıtlaması gerektiğine inanmış. Üstelik bunu yapması için de sadece 2 günü var. İşte film, bu absürt hikayeyle yola çıkıyor. Ve film boyunca dünyayı kurtarmak için günah işlemeye çalışan bir rahibin paradoksal macerasını izliyoruz.

Söylemeden geçemeyeceğim, özellikle Peder Angel Berriartua’yı canlandıran aktör Álex Angulo gerçekten çok başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Özellikle yüz mimiklerini çok iyi kullanıyor ve yüz ifadesiyle pek çok sahnenin altından başarıyla kalkıyor. José Marí’yi canlandıran Santiago Segura Silva ise İspanya’da sevilen bir oyuncu ve senaryo yazarı ve bu filmdeki rolüyle “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında bir Goya kazandı. Ayrıca El Día de la Bestia, yönetmenine “En İyi Yönetmen” dalında Goya kazandırdı. Bunun yanında En İyi Sanat Yönetmeni, En İyi Makyaj, En İyi Ses, En İyi Görsel Efekt dalında da Goya’yı kapan film oldu. El Día de la Bestia, aynı zamanda En İyi Film dalında da aday olmuş, ama ödülü kazanamamıştı.

Peder Angel, günah çıkardığı günün gecesi şeytanı bulmak için Madrid’e geliyor ve Madrid’e ayak basar basmaz günah işlemeye de başlıyor. Ölmek üzere olan birinin cüzdanını çalıyor ve kulağına cehennemde yanmasını dilediğini fısıldıyor. Bir dilencinin önündeki karton kaptan tüm parasını çalıyor. Sokakta gösteri yapan bir pandomim sanatçısını metronun merdivenlerine itiyor. Lüks bir otelden çıkan bir adamın bavulunu çalıyor. Bavulla bir kitapçıya girip kitap çalıyor. Yakalanınca, hakkında işlem yapmaya çalışan kitapçının güvenlik müdürüne bir ütüyle vurup kaçıyor. Kendi ayaklarının altında sigara söndürüyor… Hatta insanların ölümüne sebep oluyor…

Madrid sokaklarında dolaşırken, metal müzik cd’leri, plakları ve kasetleri satan bir dükkana giriyor. İşte burada dükkanda çalışan ve maceranın kalanında rahibe eşlik edecek olan satanist metalci José Marí ile tanışıyor.

Şöyle bir düşünün; yıl 1995 ve tüm dünyada feci bir metal müzik salgını var. İrili ufaklı onlarca grup, tüm dünyada elektro gitarları, korkunç görünümleri ve brutal çığlıklarıyla fırtına gibi esiyorlar. Birbirinden şeytani isimlerle ve şarkılarla “Metal Çağı” yaşanıyor tüm dünyada. İşte böyle bir zamanda metal gruplarının arasında satanistler olduğundan haberdar olan Rahip Angel, José Marí’den yardım istiyor. En “şeytani” metal kasetlerini dinleyip doğrudan şeytandan bir mesaj arıyor. José Marí de onu Satanica (Şeytani) grubunun Infierno’daki (Cehennem adlı konser salonu) konserine davet ediyor örneğin.

blank

Bu bölümü izlerken ister istemez gözümün önünde 90’lı yılların ortalarında Akmar Pasajı’nda gezinen cübbeli bir imam canlandı. Şeytanla iletişime geçebilmek için satanistlerle takılan bir imam düşledim. Zaten şeytana ulaşmak için satanist – din adamı işbirliği fikri o an beni daha da bir büyüledi. Senaryo, gerçekten eğlenmeyi bilen, dalgacı birilerinin elinden çıkmış olmalıydı (Senaryo yazarları Álex de la Iglesia ve yönetmenin pek çok filmde beraber çalıştığı Jorge Guerricaechevarría). Üstelik bu aykırı işbirliği bir dramda değil zekice örülmüş bir kara komedide can buluyordu. Ve hatta filmin vaat ettiği kara mizah burada sınırlı kalmıyordu.

Çok geçmeden hikayeye bir de sahte bir medyum dahil oluyor. Peder Angel ve José Marí, şeytan çağırma ayininde onlara yardımcı olması için Cavan’ı evine kadar takip ediyor ve sonra da onu esir alıyorlar. Cavan adlı bu şarlatan, gece geç saatlerde televizyona çıkıyor ve programında bir takım doğaüstü hadiselerle nasıl da başa çıktığını gösteriyor. Şeytan çıkarma ayinleri yapıyor, gelecekten haber veriyor, kader okuyor… Üstelik programa çıkarken giydiği deri pantolonu, deri ceketi ve siyaha boyadığı gözleriyle çakma metalcilere benziyor. Ayrıca Rahip Angel’in kitapçıdan çaldığı kitap da Cavan’ın kitabı ve kitap şeytan çağırma iyinin nasıl yapılması gerektiğini anlatıyor. Cavan’ın kitabındaki ayinin dönemin popüler kültürü olan satanizmden feyz alınarak yaratıldığı ise su götürmez bir gerçek. Kendisi bile bunu inkar etmiyor zaten. Bakire kız kanı, yere çizilen pentagram, mumlar ve hatta sihirli mantar (kahramanlarımız  José Marí’nin büyükbabasını sakinleştirmek için verdiği acid’i kullanıyor gerçi) ayinin elemanları.

Neticede ayin sırasında, aldıkları lsd’nin etkisiyle mi yoksa gerçekten mi olduğu anlaşılamayan bir takım “şeytani” işaretler görüyorlar. Bundan sonra, o vakte kadar rahibe inanmayan Cavan da olaya daha bir ihtirasla bağlanıyor ve o gece bu üçlü Madrid’in altını üstüne getirerek şeytanın oğlunun doğacağı yeri arıyorlar.

Maceranın sonunda José Marí ölüyor ve pederle Cavan da sokaklarda yaşayan birer evsize dönüşüyorlar. Şeytanın oğlunun ölüp ölmediği, yani pederin görevinde başarılı olup olmadığı sorusu ise tam olarak cevaplanmıyor. Bu üçlünün o gece yaptıkları belki de tek iyi şey ise, “Limpia Madrid” (Temiz Madrid) adıyla geceleri sokaklardaki evsizlere, fakir azınlıklara, göçmenlere ve yoksullara karşı şiddet eylemleri düzenleyen (benzin döküp yakmak gibi) faşist çeteyi ortadan kaldırmak oluyor. Aslında işte bu noktada tam da finalde, filmin sıkı bir viraja girmek suretiyle ahlakçı bir yöne saptığı söylenebilir. Zira şeytanın oğlunu ortadan kaldırmak isteyen bir grup insan, şeytani sayılabilecek yollarla göçmenleri ortadan kaldıran faşist bir grubu ortadan kaldırmış oluyor. Yani absürt ve fantastik öğelerle start alan film, daha “akılcı” bir finiş noktasında son buluyor; pederin teorisinin pek de gerçek olmadığı hissettiriliyor.

İşte bu yüzden benim için El Día de la Bestia, harika bir başlangıca ve hatta harika bir akışa sahip ama beklediğim gibi sonlanmayan bir film. Şahsen ben bu tür kara mizah filmlerindeki “dünyayı kurtarmış olabilirler, ama olmayabilirler de” yaklaşımını pek sevmiyorum. Bu şakacı yaklaşımı, ne yalan söyleyeyim daha çok dram filmlerine yakıştırıyorum. Bana göre bir film uçuyorsa, yüksekten uçmalı, ayakları pek de yere değmemeli. Ama yere sağlam basıyorsa da, o ayakların yerden pek ayrılmasından yana değilim. Ama bunlara rağmen; hikayesinin eşsizliği, oyuncuların başarısı, görselliği, akıcılığı ve özellikle şeytanın işareti olduğu varsayılan Puerta de Europa Kulelerinin ilk göründüğü sahne sayesinde, 1999’da bir arkadaşımın evinde ilk izlediğim günden beri en sevdiğim Álex de la Iglesia filmi El Día de la Bestia’dır.

blank

E.A.

blank

Ezgi Aksoy

Sinema yolculuğu 80’li yıllar korku filmleriyle başladı. Ucuz filmlerle büyüdü. Sinema, yazından sonraki en büyük tutkusudur. Şuan LeMan, yeniHarman ve Bayan Yanı’nda araştırma dosyaları ve populer kült yazıları yazmakta ve medeniyet üzerine kafa yormaktadır.

3 Comments Leave a Reply

  1. İnsanların zevkleri ne kadar farklı değil mi? Ben de filmin bu muallaklığını sevmiştim. Kusurlarıyla beraber hala severim. Bu filmi izlediğim dönemde Amerikan sinemasının “kesinliğinden” bıktığım için ilaç gibi gelmişti. Zevk işte.

    Elinize sağlık. Yalnız keşke başına spoiler uyarısı koysaydınız.

  2. ezgi hn. incelemenizde filmi en sonuna kadar anlatmışsınız. inceleme bu şekilde yapılmaz. bu filmin sonunda çocuğun bulunup bulunamayacağını söylememeliydiniz. izleme isteği bırakmadığınızı söylemek zorundayım. diğer yazarların yaptığı gibi sizde süpriz bozan kutusu altında vermelisiniz bu tür bilgileri. lütfen dikkate alınız.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Korkutmayan Öcü Filmi: Slender Man (2018)

Slender Man, sıkıcı klişelerden medet uman, tahmin edilebilir bir olay
blank

The Pact / Ruh (2012)

Her ne kadar bir tamamlanmamışlık duygusu barındırsa da Nicholas McCarthy’nin