“Bir keresinde beyaz bir ruhun düşünü gördüm. Hastaydı. İyileşmesinin tek yolu, düş kurmasını öğrenmekti.”
Ormanın sesini duymayalı ne kadar oldu? Nehrin? Çayırın ya da dağın sesini dinlemeyeli? Çünkü şimdi sadece şehrin sesi var. Boğucu, yorucu, kahredici ve bize ait olmayan. Düş görmeyi ve hayal etmeyi unutturan bir ses. Kozmosun o alalade dağılmış renklerinden ve muhteşem sessizliğinden damıtılarak var olduğumuz halde; nasıl böyle gürültücü olmayı başardığımız sorusunun cevabını aramamızı engelleyen bir ses. Göğe bakmak varken, yüzünü yere ve yerin altına çevirmenin manasızlığını sorgulamamızı unutturan bir ses… Ama neyse ki arada sırada Ciro Guerra gibi yönetmenler, Embrace of the Serpent gibi filmler yapıyor da, rüyaya yatmanın nasıl da büyülü bir şey olduğunu yeniden haıtrlıyoruz.
Embrace of the Serpent (ya da orijinal adıyla El Abrazo De La Serpiente – Yılanın Kucaklaması), Kolombiyalı genç yönetmen Ciro Guerra‘nın üçüncü filmi. İlk filmi La Sombra Del Caminante (2004), yetersizlikleri olan, ama nasıl bir yönetmenin gelmekte olduğunu haber veren bir işti. Guerra, dünyaya açılmak isteyen Kolombiyalı genç bir yönetmen olarak, uyuşturucu ve kartel dünyası topuna hiç girmiyor ve doğrudan içsel bir yolculuk vaad ediyordu bize. Sonra 2009’da Los Viajes Del Viento geldi. Bir amaç ve bir yolculuk filmiydi. Guerra daha ikinci filmde başyapıtını çekti diye düşünmüştük. Ancak El Abrazo De La Serpiente’nin yaklaşmakta olduğunu bilmiyorduk.
Film, 1900’lerin başında Amazon‘un Peru‘ya yakın bir noktasında cereyan ediyor. Hikaye, kaşif ve etnolojist Theodore Koch Grunberg ile biolog Richard Evans Schulters‘in günlüklerinden ilham alınarak oluşturulmuş. Film kısaca bir şamanın ve iki kaşifin bir bitkinin peşine düşmelerini ve yoldaki maceralarını konu ediniyor kendine. Ancak bu Hollywood usulü maceralardan çok farklı.
Embrace of the Serpent, sadece gidilen ve yolda hiç değişilmeyen, başından sonu belli maceralardan değil. Bir bitkinin peşine çıkılan bu yolculuk gerçekten de sonu ve destinasyonu belirsiz, merak uyandırıcı, tekinsiz bir yolculuk. Amazon nehri usulca akarken ve kahramanlarımız nehrin üstünde kürek çekerken, zamanın içinde ileriye ve geriye doğru yapılan bir yolculuk. İnsan ruhundan içeriye ve dışarıya, dünyadan içeriye ve uzaya yapılan bir yolculuk…
Konuyu şöyle özetleyelim: Karamakate kabilesinden hayatta kalan son kişidir ve aynı zamanda bir şamandır. Ormanın derinliklerinde tek başına yaşamaktadır. Hayatının iki farklı döneminde, ilk olarak Alman etnolojist Theo, sonra da Amerikalı Evan, Karamakate’yi bulurlar ve Karamakate’den “yakruna” adlı kadim bir bitkiyi bulmalarına yardım etmesini isterler. Yakruna, söylendiğine göre, her şeyin cevabını ve her hastalığın şifasını içinde barındıran çok özel bir bitkidir. Theo hastadır ve iyileşmek için yakrunaya ihtiyacı vardır. Evan ise, kendisini bitkilere adadığını ve yakrunayı bulmak istediğini söyler. Düş düzleminde birbirine bağlanan bu iki farklı arayış boyunca biz de ormanın derinliklerinde bir lanet gibi tekrar tekrar yaşanmakta olan zulüm dolu Latin Amerika tarihine tanıklık ederiz. Bu yolculuk, bizi de değiştirir.
Serpiente, yani yılan, tüm Amerika genelinde çok özel ve sembolik bir değer taşıyor. Aztek ve Mayalar dahil olmak üzere, pek çok Latin Amerika kültürü, çeşitli farklı isimlerle “yılan başlı tanrı” mitine sahip olduğu gibi; Kolomb öncesi Amerika’da yılanın zaman ve uzay arasında bir tür vasıta olduğuna ve ilk öğreticilerin bir yılanın sırtında Amerika’ya ve Amazon’a geldiğine de inanılıyor. Pek çok Maya piramidinin, Aztek tapınağının yılan başlı tanrı figürleri ile süslenmesi boşuna değil yani.
Yılanın tüm Amazon kabileleri için de özel bir anlamı var. Amazon yerlileri ve özellikle de şamanlar, halisünojen etkisi bulunan, yoğun tepkimeli bitkilerin doğrudan uzay ve zamanla, yani söz konusu soyut yılanla bir ilişkisi bulunduğuna inanıyorlar. Dini ritüeller, çeşitli halisünojenler içeren bitkilerin kaynatılması ve içilmesi ile rüyaya yatılması şeklinde tezahür edebiliyor. Burada böyle basitleştirilmiş, tek boyutlu bir özet gibi geçtiğim bu ritüellerin ve inanışların binlerce yıllık tarihi, kültürel ve felsefi derinliği mevcut. Parantezi daha fazla açıp konudan uzaklaşmak istemiyorum. Ancak temel olarak Amazon inançlarının bitkilerin hafızasına güvendiğini, Amazon insanlarının bitkilerin doğrudan kozmosun bir hediyesi olduğunu bildiklerini, Carl Sagan‘ı tanımadan “yıldız tozu” olduğumuz bilincinde olduklarını da hatırlatmadan edemeyeceğim. Çünkü filme adını veren yılan da o yılan. Cienaste’ye verdiği bir röportajda Ciro Guerra da zaten bunu şöyle açıklamış:
“Amazon mitolojisinde, dünya dışı varlıklar Samanyolu galaksisinden dev bir anakondanın sırtında dünyaya inerler. Okyanusa iniş yapar ve ormanın içlerine doğru ilerlerler. İnsan topluluklarına dünyada nasıl yaşanması, nasıl avlanılması gerektiğini anlatan birer pilot bırakırlar. Sonra tekrar bir araya gelir ve dünyadan ayrılırlar. Anakondayı bırakırlar ve anakonda, Amazon nehrine dönüşür. Arkalarında onlarla iletişim kurmak için kullanılan koka, yagé ve ayuhuasca bitkisini bırakırlar. Yagé kullandığında yılan tekrar Samanyolundan iner ve seni kucaklar. Bu kucaklaşma insanı çok uzak yerlere götürür. Hayatın bile henüz var olmadığı yerlere. İnsanın dünyayı bambaşka bir gözle görebileceği yerlere.”
Son derece sembolik bir düzlemde ilerlerken bir düş vaad eden Embrace of the Serpent, uzun uzun ruhsal ya da politik çözümlemeleri yapılabilecek bir eser. Binlerce yıllık kültürü ve adeta karşılıklı bir saygı ilişkisi içinde var olmayı sürdürdüğü Amazon Havzası tıpkı kabilesi gibi gözlerinin önünde yok edilmekteyken, “beyaz adam”a zerre kadar güvenmeyen Karamakate; elbette ormanın ruhunu ve Amazonla birlikte kaybettiğimiz barışçıl yaşam umudunu temsil ediyor. Theo ve özellikle Evan, iyi niyetli bile olsa eninde sonunda açgözlülüğüne yenilmesi olası “beyaz adam”ı. Yolculuk sırasında gördüğümüz, küçük çocukları işkencelerle ve dayaklarla Hıristiyan yapmaya çalışan, anadillerini yasaklayan ve onları İspanyolca konuşamaya mecbur bırakan misyoner rahiperse, elbette aynen olduğu gibi kendilerini temsil ediyorlar.
Misyonerlerin, kıyımın ve yıkımın yansıdığı kısımlarda hikaye, Matthew Lewis‘in 1796’da yayınlanan muhteşem gotik romanı The Monk kadar etkileyici ve sarsıcı. Görsellik de bir o kadar düşündürücü. Asimilasyonun içine saklanmış şiddeti şiddetle değil, adeta çevirisini yapamayacağımız bir dilde sunuyor bize yönetmen. Oysa film, Karamakate’nin bilgeliğini konuşturduğu sahnelerde son derece dingin ve huzur dolu.
Karamakate’nin ve Theo’nun yolculuğu sırasında yolda rastladıkları beline kovalar bağlanmış, beyaz sıvı akıtan ağaçlar, kauçuk ağaçları. Aslında kauçuk ağaçlarını ve kauçuk hasadı için köleleştirilen Amazon yerlilerini en güzel Eduardo Galeano anlatır. Latin Amerika’nın Kesik Damarları‘nda kauçuğun otomobil lastiği devi Charles Goodyear tarafından keşfinden sonra nasıl bir açgözlülükle hasat edildiğini acı bir dille dile getirir Galeano. Kapitalizme “lastik” hammaddesini kazandıranın, Türkçeye bile “kauçuk” olarak giren maddenin Güney Amerika’da Amazon ormanlarında yetişen ve Amazon yerlilerinin “Cautchouc” yani ağlayan ağaç dediği ağaçtan geldiğini kaç kişi bilir ki. Ya o uğurda ormanla beraber yok edilen insanları…
Karamakate’nin ve yoldaşlarının yolculuğu sırasında gördüğümüz asimilasyon bir yandan, köleleştirme bir yandan Güney Amerika’nın gırtlağını sıkmışken; bir de Kolombiya Cumhuriyeti‘nin tüm Amazon bölgesine düzenlediği akınlarda hayatını yitiren yerlilerin yanından geçiyoruz. Çünkü Simon Bolivar‘ın ölümünden sonra “Gran Colombia” düşü ve tüm yerlileri İspanya Krallığından bağımsız özgür bir ülkede birleştirme hayali çok değişmiştir. Muhafazakarlar, liberallar ve ayrılıkçılar arasında çok ciddi çatışmalar yaşanmış ve olan gene yerlilere olmuştur. Embrace of the Serpent, o dönemden son derece hakiki bir panaroma sunarken, bunu da atlamamış.
Embrace of the Serpent, Latin Amerika sinemasından beklenen her şeyi sunan bir film. Ancak bunun ötesinde, kuşaklar boyu hatırlanacağını şimdiden garantilemiş enfes bir başyapıt. Hatta bu film bana vaktiyle Amat Esscalante ile yaptığımız röportajı hatırlatıyor. “İyi film, az da olsa insanı değiştiren filmdir” diyordu. Embrace of the Serpent işte öyle bir film. Bir düş. Üslupta sürrealist olmadan gerçeküstü bir film yapmanın kurallarını belirleyecek kadar iyi. Üslupta büyük ölçüde sembolik, totalde büyük ölçüde gerçeküstü. Dedim ya; bir düş. “Başka bir dünya”nın düşü. Hiçbir kelimenin fazladan söylenmediği, hiçbir sözün boşa yazılmadığı kusursuz şiirler gibi; dimağımıza kendini kazıyan bir mihenk taşı. Durmadan dağılıp kurulmakta olan yıldızlardan düşün soframıza yansıyan bir ışık…
Film bittiğinde en çok merak uyandıran soru şu: Ormanın yok olup giden bilgeliği ve bitki özlerindeki kozmik bilgi, beyaz adamın açgözlülüğüne değil de evreni bilme arzusuna hizmet edebilseydi ve tarih boyunca yok edilen tüm o antik bilgi, yok edilmemiş ve bu yönde değerlendirilmiş olsaydı; yaşadığımız “uygarlık” şimdikinden ne kadar farklı olurdu acaba? “Başka bir dünya mümkün” düşü, talan edilen Amazon ormanlarıyla, yakılan İskenderiye kütüphanesiyle, yıkılıp taşlarıyla misyon kiliseleri inşa edilen Maya gözlem evleriyle beraber tamamen yok olup gitti mi yoksa?