M. Emek Özkan ile sosyal medyadan arkadaşız ama bu seneki İşçi Filmleri Festivali’nin söyleşisinde tanıştık ve söyleşi kararı aldık. Filmlerinde dayatılan, yasaklanan şeyleri kullanırken bir yandan da bireyin iç sesine, hayattaki tercihlerine uzanan bir iç yolculuğa çıkarıyor izleyiciyi. Keyifli okumalar.
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba Emek, seni biraz tanıyabilir miyiz?
İnsan kendini nasıl tanıtabilir ki ya da ne kadar yalan söylemeden benliğini yansıtabilir pek bilmiyorum aslında. Ancak şöyle söylemem kısa ve bilgi verici olacak sanırım. Memur bir ailenin memur olmamak için direnç gösteren, zamanında yaşamak, eğlenmek, önemsenmek için söylediği kurmaca yalanların peşinden giden, otuzlu yaşlarının başında, arayış içerisinde kaybolan, kayboldukça nefesinin tıkanmasının verdiği baş dönmesine âşık olan yönetmen yamağı demek biraz biraz tanımlar sanırım beni. Tabii eklemek isterim her şey değişir tabidir ki ben de değişiyor ve değişmeye devam ediyorum.
Evet, neredeyse bütün filmlerini izledim sanırım. Tarzını nasıl yorumlarsın, film çekmek için seni teşvik eden düşünce nedir?
Aslında sinema sanatıyla bir şeyler anlatma arzusunun beni sardığı bir dönemde çıkış yolu ararken tanıştım. İnsanın kendi gözleriyle algıladığı çiğ dünyanın bilinçte beslenen hayallerini sinemadan başka bir sanat dalının bu kadar devamlılık içinde göz önüne serebileceğini keşfetmem de beni bu sanat dalında kalmaya, bunun için emek harcamaya ikna etti. Tarz konusunda gelince, ironik, kasvetli ve saçma bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyanın içindeki her insanın kocaman bir evreni var ve bu evrenler küçücük odalara, duvarlara hatta kendi ruhlarının içinde kapalı kalmış durumda. Beni cezbeden bu evrenin bilinçdışıyla harmanlandığındaki ironik ve karamsar dünya. Bu durum hem komik hem de ıstırap verici. Bu tanımlamaya uyan bir tarz var mı bilmiyorum ama bireyin bu dingin hareketliliğini yansıtan filmler çekmek isteğim hala içimde oksijenle yanan bir yarış otomobili motoru gibi.
Ceviz Ağacı ve Ceviz Ağacı Şok Soruşturma, teknik olarak Charlie Chaplin filmleri anlatımıyla karşımıza çıkıyor ve üniversitelerde öğrencilerin konumunu, yaşadıklarını eleştiriyorsun. Neden bu şekilde çekme ihtiyacı duydun? Hikâyeleri sağaltmak ve sevimlileştirmek için mi?
Aslında bu iki filmin çekildiği ortam ve süreçten biraz bahsetmek iyi olacak. Gezi sonrası süreçte okulda yaşanan olayların sonunda öğrencilerin kendilerini var ettikleri alanlar kapatılmaya, etraflarına duvarlar örülmeye hatta oturdukları çimlerde polisin gelip neden oturuyorsun burada gibi garip anlamsız sorularla karşılaştığınız, iletişim fakültesi öğrencilerinin okul içerisinde kamera kullanımlarının yasaklandığı bir süreçte yazıldı ve çekildi iki film de. Bu durum trajikomik anlar yaşamamıza neden oluyordu. Öğrencinin nefes alamadığı yaşayamadığı bir üniversite oluşmaya başladı. Bu durumda Chaplin filmlerinin ironisi, duygusallığın içerisindeki sert duruşu geldi aklıma ve Chaplin Ege Üniversitesi’nde bu olayları yaşasaydı ne olurdu sorusuyla çıktık yola. Ve sonucunda bu trajikomik durumun içerisine de Chaplin’i de ekleyerek bir ironi yarattık. Duvarlara âşık gözü dönmüş bir rektör Naziler ve Chaplin’in içerisinde bulunduğu kara komik bir film inşa edildi. Aslında güvenlik adı altında ortama sevimlilikler saçan bir topluluğun aslında ne kadar saçma sapan bir zihniyete sahip olduklarını bu zihniyetle nasıl başa çıkılabileceğini anlatmak istediğimiz kısa ironik filmlerdi. Sanırım birilerini biraz kızdırdık, okulda film çekmem ve film malzemelerimi kullanmam mezun olana kadar yasaklandı. Allahtan mezun olmama az kalmıştı.
Diğer hikâyelere gelirsek, kadın ve erkek ilişkileri konusunda sürekli sorgular ve sorgularken de birdenbire filme çekmiş gibisin. Şanslı Hiç filminde kadın ve erkek arasında yaşananları nasıl yorumlayabiliriz?
Sinema perdesinin bir yüzleşme aynası olduğuna inanıyorum aslında. İzleyici perdede kendisini özdeşleştirdiği bireyde kendi yansımasıyla yüzleşiyor. Bu yüzden filmlerin izleyicinin bilinçaltıyla konuşması olarak da görmek mümkün gibi duruyor. Bu yüzleşme ya izleyiciyi aynı rüyalardaki gibi gerek dünyadan uzaklaştırarak tedavi ediyor ya da o koca karanlık odada kendisiyle baş başa kalmasını sağlayarak kendiyle konuşmaya başladığı bir hesaplaşmaya itiyor. Ben ikincisinde olmayı tercih ediyorum şimdilik. Bu tercihin oluşmaya, palazlanmaya başladığı bir zamanda çektim aslında Şanslı Hiç’i onun için biraz da aniden oluşmuş bir havası olabilir. Ancak aralarındaki ilişkiyi, yaşananları açıklamak gerekirse onun anın saçmalığındaki bir yansıma diyebiliriz. Kişi kendi dünyasının müziğine kendisini ne kadar kaptırırsa o kadar hiç oluyor, çünkü kendisi dünyadaki her şeyi kendisi olarak yaşamaya başlıyor. Filmdeki iki karakter de tüm samimiyetlerini buradan kurdukları için karşımıza samimi bir sohbet çıkarken sonrasında o anın samimiyeti bir genel ahlak, genel tavır, normal tarafından gene bir anda yok oluyor. Her şeyi anların saçmalığı üzerine kurulmuş bir film de ister istemez birdenbire olmuş etkisi veriyor. Aslında sizi böyle düşündürtmesi çok hoşuma gitti.
Farmakon yaşam biçimleri, seçimler üzerine kurulu, sıkışmışlık ayarında ama bir yandan uzun metraj tadında, ironik, sevimli bir film. Kadınları biraz edilgen gibi gösterse de sonrasında değişen bir denge yapısı da var. Bu filmi çekerken aynı zamanda uzun bir sorgulama metnine imza da atmış gibisin? Bu filmle ilgili neler söylersin?
Farmakon, biraz da bugünün umudunun insanlara verdiği heyecanının yok oluşunun, içe kapanıklığının da filmi. Karakterlerin hepsi kabullenmişlik içinde umudun kaosunu yaşıyorlar. Azmin yerini umut alırsa hayat sürekli onu beklemek ve bu bekleme süresindeki kabullenilmiş kurtarıcının sağladığı imkânları tüketerek geçiyor. Bu umut simsarı aile, bir lider, sevgili olabiliyor. Farmakon aslında tam da burada başlıyor umut simsarlarının aslında umut dağıtmadıklarının anlaşıldığı yerde kadın-erkek, insan-insan ilişkisini sorgulamaya çalışıyor. Kadın karakterlerin filmin başında edilgen bir katlanış biçiminde resmedilmelerinin de bir sebebi bu öğretilmiş annelik ve değiştirme arzusu kadının ilişki içerisinde öğretilmiş değişimler yaşanmadıkça kadının edilgenleşmesine ya da durağanlaşarak umutla o arzuladığı değişimin gerçekleşmesi için bekleyerek emek harcamasını sağlıyor. Bu durumdan kopması ise tamamen silerek, nefret yaratarak hatta aşağılayarak oluyor. İzleyiciye sürekli eeee neden gitmiyorsun sorusunu sordurmak istedim aslında, bu sorunun her tekrarlandığındaki perdede gördüğü olayla özdeşleşerek kendisinin neden gitmediğini ya da gittiği yerin de farklı bir yer olup olmadığını sorgulamasını sağlamaya çalışmak gibi küstahça bir işe giriştim. Her küstahlığın bir cezası olduğu gibi kişisel cezalandırmaları her zaman saygıyla karşıladım. İnsanların seçimleri aslında kendi seçimleri değilse bir süre sonra ruhlarından gelen o sesi susturmak için unutma, hareketsizleşme ya da kabullenme yollarına gidiyorlar. Farmakon’daki karakterler de bunun yollarını kendi yollarıyla buluyorlar. Acıyı yaşamamış olmak için acı çekiyorlar tekrar tekrar.
Aslında Farmakon bir anlamda Ceviz Ağacı ve Ceviz Ağacı Şok Soruşturma’nın sonrası, dile gelmiş ve bastırılmış bireylerin geldikleri durumu anlatan bir devam filmi niteliğinde gibi bir yandan da. Sen ne dersin?
Tekrar tekrar düşündüğümde size katılmamam elde değil. Bu üç filmin yazıldığı ve çekildiği süreçlere bakıldığında aslında bu süreçlerin bir yansıması olarak görünüyor. Çünkü ben de oradaydım ben de bir şeylerin değişeceğine inanıyorum. Ancak bu değişim için nelere ihtiyaç duyuyorum sorusu artık daha çok ön plana çıkıyor benim hayatımda. Ceviz Ağacı serisi biraz önce söylediğim gibi üniversitedeki göstermelik özgürlüklerinde güvenlik gerekçesiyle öğrencilerin elinden, hatta hayatlarından alındığı bir süreçte çekildi. Üniversitede güvenlik görevlilerinden saklana saklana. İnsanların ellerinden göstermelik özgürlüklerini bile alırsanız oradan oluşan şeyse tamamen Farmakon (hem zehir hem ilaç) olur. Bu filmler yaşadığım sürece dair direnişimi ve sorgulama gücümü test ettiğim filmlerdi.
Aslında içsel, kendine has, festivallere değil kendi içinde oynayan filmler çekmişsin. Filmleri çektikten sonraki hissiyatlarını merak ettim…
Festivallerin bir türü olmasına (komedi, korku…) bir şey diyemem ancak, popülist tavırla hatta ilgi çekmek için yaptıkları konulardaki sansüre hatta istediklerinin dışındaki filmleri aşağılamalarına bir türlü alışamadım, alışamayacağım da sanırım. Filmleri yazmaya başladığımda şu festivalde görünür olayım, bu festival geçen sene buna ödül vermiş, bak şu oyuncuyu oynatayım da finale kalayım gibi düşüncelerle yola çıkmıyorum, çıkamam da. Bu yalancılık, bu sinema yapmaktan çok kendi narsist bakış açımın tatmin olması için köle olmam anlamına gelir. Filmlerimi tabii ki festivallere gönderiyorum ancak tek hedefim gösterim almak ama süre sınırlaması, jüri tembelliği, festival koordinatörünün kişisel hırslarına yenilmiş festival anlayışına sahip festivallere göndermek artık canımı acıtıyor. Ve ne yazık ki kısa filmlerin çok kısıtlı perde imkânları var ve bunun için bunları takmadan devam etmem gerektiğini düşünüyorum. Her türlü alternatif yolu da deniyorum denemeye de hazırım. Aslında her film bittiğinde içimde bir korku birikiyor, kendi yolunu bulacak olan filmin benim elimden çıkıp izleyicinin zihninde bulacağı karşılıklar heyecandan çok korku duygusuyla karşılık buluyor zihnimde. Sinema filmi üretmek büyük cesaret, bireyin benliğinde gizli kalmış duygularına dokunarak onların yaşamlarında simülatif bir gerçeklik yaratarak onları inandırmak hatta yaşamları boyunca yaşayacakları değişimde bir parça olmak büyük sorumluluk. Bu yüzden her film sonrası heyecanımın, anlaşılma duygumun önüne korkular diziliyor.
Ülkemizde çok fazla film festivali var, filmlerin o festivallerde ne derece yer alıyor, görünür oluyor? Sen festivallerin genel yapısıyla ilgili neler düşünüyorsun?
Biraz önceki soruda da biraz değindim aslında, festivallerin birçoğu filmleri izleyiciyle buluşturup, izleyiciye alternatif duygular, anlamlar yaratmaktan çok uzak. Bunun yerine ödüller aracılığıyla prestij pazarlayan fuarlar gibiler. Bu mantık bir ideoloji için yararlı olsa da, sinema gibi sanatçının, sanat üretimiyle kendini var ettiği bir alan için çok hastalıklı bir durum. Festivaller prestijlerine odaklandıklarında sırtlarını dayadıkları ideoloji gereği filmin içeriği, konuyu nasıl işlediği, yaratıcılığın etkin yapısını irdelemek yerine sadece magazin ağırlıklı, yapımcılara yönetmen pazarlayan fuarlar oluyorlar. Yönetmenlerde yarattığı psikolojik tramvalardan, oto sansür anlayışından bahsetmiyorum bile. Bence festivaller prestij ve ödüllerin dağıtıldığı star fabrikaları olmaktan vazgeçip, alternatif filmlerin izleyiciyle buluşturulduğu anlam mekânları olsalar ne güzel olur, çok da güzel olur ancak ironik bir şekilde nerdeeeeee demek istiyorum. Farmakon’u süresinden dolayı birçok festivale gönderemedim ama gönderebildiğim festivallerin çoğunda gösterim aldı. Yurt dışında daha bir ilgi oldu filme. Nijerya’da bile gösterme imkânımız oldu.
İzmir’de yaşayan bir kısa filmci olarak neler söylersin, avantaj mı yoksa dezavantaj mı?
Bir filmi yazarken ya da önünüze bir senaryo geldiğinde ilk düşündüğünüz estetik değil yapım masrafları ise her yer dezavantajlıdır. Ancak soruya başka bir açıdan cevap vermek gerekirse teknik ekipmana ulaşmak, kalifiye sinema emekçisine ulaşmak konusunda dezavantajlı bir yer. Kendine ait bir kısa film festivali olmasına rağmen bu konuda insanlarla bir araya gelebileceğiniz birlikte projeler konuşup tartışabileceğiniz bir yerin ya da bir akademinin olmaması büyük kayıp. Uzun metrajlı filmler destekleyici bulamazken kısa filmcilerin halini varın siz düşünün. Ancak güneşli gün sayısı, halkının güler yüzlü ve sıcakkanlı olması, birçok yerinin doğal dekor oluşturmasından dolayı estetik yaratmada size çok yardımcı olan bir şehir. Ayrıca burada filmlerinizi ürettikten sonra üstüne tartışabileceğiniz insanlar bulmanız da çok zor var olan insanlar da hayatlarını sürdürmek için iş denilen zaman kaybıyla uğraştıkları için sizin onlara ulaşmanız da zor. İstanbul’da durum nasıl pek bilmiyorum ama oranın da kısa film çeken biri için cennet olduğunu düşünmüyorum.
Filmlerin için maddi kaynağı nereden buluyorsun?
Farmakon’a kadar olan filmlerim için birçok yerde çalışarak para biriktirdim, bir yapım şirketinde ekipman karşılığında ücretsiz çalıştım ya da beni her zaman gönülden destekleyen aileme yük olmak zorunda kaldım. Farmakon’uysa bir çılgınlık anında dosyamı götürüp sunduğum Özgül Canişci’nin yardımıyla çektim. Özgül herkesin sırt çevirdiği bir senaryoya okuduktan sonra sorgusuz, sualsiz yardımcı oldu. Yapımcıdan çok bir çalışan gibi filmi takip etti ve elinden gelen her şeyi yaptı. Hâlâ kendisi tüm projelerimi sabırla dinliyor ve yardımcı olmak için elinden geleni yapıyor. Sanırım Özgül ve bir hafta boyunca sette karın tokluğuna çalışan dostlarım olmasaydı Farmakon diye bir film olmazdı. Yeni projelerim için Kültür Bakanlığı dışında her yeri deniyorum.
Farmakon bu anlamda en profesyonel filmin sanırım. Bir anlamda uzun metraj provası diyebilir miyiz?
Uzun metrajlı bir film yapmayı gerçekten çok istiyorum. Sorunları, acıları ne olursa olsun o denizde de nefesiz kalmak için can atıyorum. Bunun için kendi senaryolarımı çoktan hazırladım ancak ismi duyulmamış bir yönetmen yamağıysanız sadece bir dostunuzun size güvenmesiyle bu olmuyor ya da olamıyor ne yazık ki. Ancak dosyalarımı sırtlanıp kapıları aşındırmaktan vazgeçecek değilim, en azından şimdilik. Kısa filmlerinse başka bir anlatı şekilleri olsa da, yönetmenin kendi bakış açısını, hikâyeyi nasıl görselleştirebildiklerini anlatabilme imkânı buldukları bir alan gibi görüyorum. Dünyada tüm hayatlarını kısa film çekerek geçiren yönetmenler ya da kısa film kolektiflerin olduğunu biliyorum. Bunun yanında kısa filmi uzuna geçmek için prestij malzemesi olarak kullanan kulisçi yönetmenlerin de var olduğuna çok şahit oldum. Sanırım ben ikisi de olmak istemiyorum bir edebiyat yazarının roman yazarken farklı bir hazzı öykü, şiir yazarken farklı hazları vardır. Ben de uzun metrajlı bir film çeksem de sürekli kısa filmin tadından ayrı kalmak istemiyorum. Sanırım flörtleşmek gibi bir şey bu ikisiyle de hayatım boyunca flörtleşmek istiyorum ama evliliğe karşı biriyim.
Bundan sonra sinema yolculuğun nasıl devam edecek, uzun metrajlı film çekme durumun, isteğin vs. var mı? Yoksa kısa metraj candır mı diyorsun?
Uzun metrajlı bir filme başlamak biraz da insanların size güvenmeye başlamasıyla ilgili oluyor sanırım. Yapımcı parasını katlayacağınıza güvenmek istiyor, görüntü yönetmeniniz sizinle anlamlı resimler yaratacağına güvenmek istiyor, sanat yönetmeniniz sizin senaryodaki ruhu onun dokunuşlarına izin vererek tasvir etmeniz için güvenmek istiyor. Yardımcı yönetmeniniz gerçekten ona işinde bir şeyler katan, boş ukala bir insan olmamanıza güvenmek istiyor, aileniz artık bir film çekerek hayatını kazanan bir insan olabileceğinize güvenmek istiyor. Güvenmek için isteniyor da isteniyor. Asıl önemli olan bu isteklerin farkında olarak kendinizi geliştirmek ve bunu insanlara eylemlerinizle gösterebilmek. Ancak kendinize ne kadar ben bu güveni sağlayabilecek yeterliliğe kavuştum deseniz de bir film setinde o monitöre oturmadan hiçbir şeyi bilemiyorsunuz. Ben film çekerek bunu yapabileceğimi kanıtlamak için can atıyorum, gerek kısa filmlerimde, gerek imkân olursa çekeceğim uzun metrajlı filmlerimde. Şimdilik uzun metrajlı bir filme girişecek maddi imkânım yok ama isteğim baki ama gene de her zaman kısa candır da diyen biri olacağım.
Son olarak neler söylemek istersin?
Benim bir şeyleri anlatmam gerek diyerek başladığım bu yolda bana yardımcı olan elini bana güvenip kameranın altına sokan tüm dostlarıma, aileme çok teşekkür ediyorum. Benim gibi huysuz, kırılgan birini bu kadar zor bir yolda sabırla destekledikleri için hepsine sonsuz minnettarım. İyi ki varlar. Son olarak planlarım tutarsa bu Ağustos’ta yeni bir kısa film daha çekmeyi planlıyorum umarım insanlarla buluşturabilirim.