Özellikle son filmi Çevirmen ile birçok festivali dolaşan, yarışan ve ödüller kazanan Emre Kayış’la kısa filme dair konuştuk. Suriyeli Yusuf’un büyüme hikayesine odaklı Çevirmen onun koşullarıyla birlikte mültecilere de göz atıyor diyebiliriz…
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz?
1984 Ankara doğumluyum.. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki lisans eğitimim sırasında sinema ile ilgilenmeye başladım. Yüksek lisans eğitimimi İngiltere’de London Film School’da, film yönetmenliği bölümünde tamamladım. Tez filmim olan “Çevirmen”, en iyi kısa film dalında 28. Avrupa Film Ödülleri için aday gösterildi, elliyi aşkın uluslararası film festivalinde yarıştı, çeşitli ödüller aldı. Halen Leopar isimli uzun metrajlı film projesi üzerinde çalışıyorum.
Çevirmen bitirme projeniz ve aslında birçok konuyu harmanlıyor. Yersiz yurtsuz kalmak, çocuk işçi olmak ve tüm bunlar devam ederken gönlünün akışına kapılmak gibi. Yusuf’un konumunu biraz daha açabilir misin, masumiyetinden bir sapma var çünkü?
Ben Yusuf’u kalabalığın içinde yitip gitmekte olan bir çocuk-ergen olarak görüyorum. Çocukluğun verdiği cüretle çevresini saran boğucu atmosferi derdest edebilen, ancak büyümekten kurtulamayan bir pratagonist Yusuf. Aşık oluyor, pek şansının olmadığı ve ilk kez deneyimlediği bir ilişkide iktidarın küçücük bir parçası düşüyor avucuna. Sonrasında bu gücü kötüye kullanıyor, evet. Bu denli iktidarsızlaşmış bir mülteci topluluğunun üyesi olan bu çocuğun daha farklı davranması mümkün değil kanaatimce. Bu bağlamda masumiyetinden bir sapma olduğu doğru ancak Yusuf’u yargılamıyorum. Dahası bana göre kaçınılmaz bir hadise bu; masumiyetini kaybediyor, büyüyor ve kum ocağındaki kalabalığın içinde yitip gidiyor.
2016’nın ortalarına geldiğimizde yani şimdi çekmek isteseydiniz, Çevirmen’in hikayesi değişir miydi, ya da yeni bir mülteci filmi çeker misiniz?
Sanmıyorum. Bu düşüncemde mülteci krizinin aldığı küresel boyut ve bu durumun popülerliği oldukça etkili sanırım. Zira bu tip hususların fazlasıyla bilinir olduğu dönemlerde onlar hakkında film yapmak bana pek samimi gelmiyor.
Kanepe ise daha çok bir öç alma hikayesine dönüşüyor. Aslında o kadar basit yansımaları olan olayların arka planları, detayları çarpıcı. Kanepe’nin bir ortaya çıkış hikayesi var mı?
Londra’da her köşeye atılmış envai çeşit eşya görmek mümkün. Filmin çıkış noktası da bir akşamüstü yağmur altında ıslanan bir kanepeye rastlamam oldu. Görünüşte bir kusuru yoktu ve oldukça yeni görünüyordu. Niçin atılmış olduğunu düşünmeye başladım. Zihnimde hali hazırda kimlik krizi, ilişkiler dolanıp duruyordu. Sonra herşey bir araya geldi.
Filmlerinizde oyuncu, konu, konuşma vs. açısından çeşitlilik var, yurtdışında okumanızdan kaynaklı sanırım. Yoksa sinemanın evrensel bir dili olduğunu düşünenlerden misiniz?
Bunu duymak şaşırtıcı zira ben bu farklılığın oldukça yüzeysel olduğunu düşünüyorum. Temelde uğraştığım duygular ve dokunmaya uğraştığım merkezler bana birbirine çok yakın görünüyor. Hatta hep aynı filmi farklı suretlerde yaptığım duygusuna kapılıyorum çoğu zaman. Sinemanın evrensel bir dili olduğuna tüm kalbimle katılıyorum. Sinema tıpkı ölüm gibi herkesi birbirine eşitleyen bir mefhum.
Sizinle ilgili tanıtım yazılarına baktığımda sonunda ‘amacı toplumsal konularda film çekmektir’ yazıyor. Bazı yönetmenlere göre her konu toplumsal, bunun sizdeki ayrımı nedir?
Bu tanıtım yazılarını kontrol etmek güç. Kulağa komik geliyor. Benim böyle bir misyonum yok açıkçası, böyle bir şey de söylemedim. Toplumsal konularla yaratının arkaplanında yer alacak biçimde ilgileniyorum ancak temelde beni motive eden yegane unsurun insan olduğunu söyleyebilirim. İnsanın içinden çıkamadığı yazgısı, ölümlülüğü, yalnızlığı, içine açılan dipsiz dünya beni kendine çekiyor.
Peki, hemen akasından biçim mi içerik mi önemli sizin için diye soralım?
Kanımca üslubu içerikten bağımsız düşünmek mümkün değil zira film yapmak oldukça bütünlüklü bir eylem. Bu bağlamda belirli bir içeriği anlatmak bakımından seçilen yöntemler dizini ona fazlasıyla içkin. İyi bir film izlediğiniz zaman şu sahneyi bir de şuradan çekseymiş diyemezsiniz, tıpkı tanık olduğunuz bir trafik kazasına inandığınız gibi perdede gördüğünüz o anın gerçekliğine itaat edersiniz. Bu durumu sağlayan üslup ve içeriğin birbiriyle iç içe geçmiş bütünlüğüdür.
Kısa filmciler ya da her yönetmen için filmi çekmekle bitmiyor iş, festival yolculukları, filmi anlatma, etkileşim vs. Bu anlamda festivalleri nasıl buluyorsunuz? Etkileşim, jüri ve sonuçlar açısından genel bir değerlendirme alırsak iyi olur.
Pek çok yeni bağlantı, görünürlük, izleyici ile iletişim ve bir sonraki projenin finansmanı için olanaklar sağlaması bakımından film festivalleri oldukça önemli. Ancak yukarıda saydığım imkanları tanıyabilecek, profesyonel biçimde yürütülen festivallerin sayısı oldukça sınırlı. Bu durum Türkiye için daha da olumsuz bir tabloya dönüşüyor.
Çekilecek o kadar fazla konu var ki ülkemizde, dünyada. Bu bir yönetmen olarak sizi yoruyor mu, ne kadar etkiliyor?
Şüphesiz. Bu anlamda kendimi şanslı addediyorum. Beni rahatsız eden, dahası film yapma sürecinde birlikte yaşayabileceğim konuları seçmekten ziyade onlarla uğraşırken buluyorum kendimi. Bir nevi konular beni seçiyor, ben onları değil.
Diğer kısa filmcilerle etkileşim kurabildiğiniz bir alan, platform var mı?
Bu tip bir iletişim daha çok katıldığım film festivalleri aracılığıyla oluyor. Bunun dışında böylesi bir platform bilmiyorum.
Kültür bakanlığı desteği aldınız mı hiç? Ya da filmlerin için fon buluyor musun, maddi kısmı nasıl çözüyorsunuz?
“Çevirmen” için Bakanlık desteği aldık. Ancak filmin küçük bir bölümünü bu fonla finanse edebildik. Bakanlığın kısa filmler için verdiği destekler yurtdışı ile kıyaslandığında oldukça sınırlı. Çevirmen’e dönersek, filmi okulun ve yapımcımın desteğiyle tamamladım. Kanepe ise tamamen yapımcının finanse ettiği bir filmdi.
Alef dizisinde çok klişe bir senaryoya imza atmış daha orjinal fikirlerin peşinde koşmalı.