“Rocky”nin (1976) kırkıncı yılı münasebetiyle boks filmlerinin üzerinden şöyle bir geçelim istedim. Başlıyoruz. İlginç bir şekilde, bir dövüş sporu olarak boksun tarihi milattan önceki çağlara kadar gidiyor. Bazı Sümer kabartmalarında boks yapan figürler olduğu keşfedilmiş, ha keza Babil ve Hitit sanatlarında boksun izlerini görmek mümkün. Daha sonra Antik Roma’dan itibaren hep bir şekilde var olan bir spor oluyor. Milattan sonra “aşırı şiddet” içerdiği için gladyatörlere yasaklanmış. 12. ve 17. yüzyıl arasında İtalya’da yumruk dövüşü olarak yeniden yaygınlaşmış. Rusya başta olmak üzere birçok coğrafyada çeşitli varyasyonlarda hep var olagelmiş. Bu ilginin temel nedeninin bir dövüş içeriyor olması olduğunu biliyoruz. Savaşlar çağında bu teknik bir açıdan hayatta kalma yöntemiydi de.
Ama bugün bildiğimiz anlamda izlerini rahatlıkla sürdüğümüz boks türünün tarihsel kökeni 16. yüzyıl İngiltere’sindeki çıplak elli ödül/bahis dövüşlerine dayanıyor. Bunlarda kural yok. Sıklet ayrımı yok. Eldiven yok. Hakem yok. Bu dövüşlere dair en eski kayıt 1681 tarihli, ilk şampiyon da James Figg. Şampiyon olduğu sene de 1719. Boksun bugün bildiğimiz şeye evrilmesinin ilk nüvelerini boks şampiyonu Jack Broughton atıyor. Çok fazla yaralanma, sakat kalma ve ölüm hadisesi yaşandığı için 1743 yılında bazı kurallar getiriyor. Yerde yatana vurmak yok, boksörün yerden kalkması için 30 saniye beklenecek ve çıplak elle dövüşmek yasak. Bunlar bilinen ilk kurallar. Daha sonra çeşitli defalar bu kurallar değişiyor, geliştiriliyor ve yeni kurallar ekleniyor. 1867 yılında Queensberry Markizi Kuralları adıyla bilinen kurallarla beraber (daha sonra raunt sayılarında ve sürelerinde değişiklikler yapılsa da) bugünkü forma en yakın form yakalanıyor. Hafif, orta ve ağır sıklet sınıflandırması da işte bu kurallarla beraber hayata geçiriliyor. 1882 yılındaki R. v. Convey davası ile birlikte çıplak elle dövüş kanunen yasaklanıyor (yasa dışı olarak aralıksız devam ediyor, o başka).
Boks maçları, seyirci teveccühüne ezelden beri mazhar olmuş olageldiği için sinemanın çıktığı ilk yıllardan beri kamerayla kayıt altına alınmaya başlanıyor. İlginç bir şekilde, Amerika Birleşik Devletleri’nde bir sinema filmine uygulanan ilk sansürlerden biri (bazı kaynaklar “ilk” diyor) 1897 yılında bir ödül/bahis dövüşü filmine uygulanıyor. ABD’de birçok eyalet para için dövüşülen çıplak elli boks maçlarını yasakladığı için, bu konuda yasak getirmemiş olan Nevada’da yapılmış bir dövüşün görüntülerinin gösterimine dövüşün yasak olduğu eyaletlerde sansür uygulanıyor. O gün bugündür de, hem boks maçları kayıt altına alınıyor, yayınlanıyor hem de bu spor hakkında her yıl yeni belgeseller ve filmler çekilmeye devam ediyor. Yani sinemanın tarihi boks filmlerinin tarihiyle neredeyse aynı. Sinemanın bu denli büyük bir seyirci potansiyeli olan bir spora kayıtsız kalması zaten beklenemezdi ama ilginç bir şekilde bu filmlerin biraz özen gösterilen örneklerinin çoğu zamanla sinemasal anlamda da takdir gören saygın eserler haline geldi. İşte bu yazıda biraz da bunun nedenlerine odaklanmak istiyorum.
Bir spor olarak pek ısınamadığım, dürüst olmam gerekirse, içerdiği yoğun şiddet nedeniyle artık televizyonda bile izleyemeye tahammül edemediğim boks maçlarını merkeze alan filmler oldum olası ilgimi çekmiştir. Sonra bulup buluşturup hatırı sayılır bir kadarını izledim sonra da hakkında okumaya, araştırmaya başladım. Araştırınca şunu da gördüm, boks filmleri de tıpkı boks maçları gibi eskiden beri çok ilgi çeken filmler olmuş. Büyük yönetmenler boks filmleri çekmiş, büyük aktörler boks filmlerinde oynamış ve filmler iyi gişe yapmış. Peki nedir boks filmlerinin bu denli ilgi görmesinin sebebi?
Boks, diğer birçok sporun aksine kendi içinde kendine has kuvvetli bir dramatik yapı taşır ve sırf bu özelliği nedeniyle özü itibariyle sinemaya yatkındır. Bu zenginliğin büyük ölçüde sebebi bu ilginç sporun politik, sosyolojik, psikolojik, tarihi, ekonomik ve ahlaki bir derinliğe sahip olmasıdır. Boksun arkasında yüzlerce, binlerce yıllık bir birikim vardır ve bu birikimin özünde de hayatta kalma, barınma, korunma, karnını doyurma gibi insanlığın temel meseleleri yatmaktadır. Lafı evelemeye gevelemeye gerek yok. Boks her şeyden önce bir sınıf atlama sporudur. Politik, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik boyutu asla göz ardı edilemez. Boks bir zengin sporu değildir, boks zengin olmanın, zengin olma hayalinin sporudur. Boks, insan yerine konma idealinin sporudur. Normal şartlar altında ciddiye alınmayan, adeta bir hamam böceği muamelesi çekilen insanların ben de varım, ben de bir birey olarak fark edilmeyi ve saygı görmeyi hak ediyorum, bu uğurda gerekirse sakat kalır, gerekirse ölürüm demesinin sporudur boks. Özetle, boks hayatın dayağını zaten her gün yiyenlerin sporudur. Boks, Frank Bruno’nun deyimiyle, dünyanın en zor ve en yalnız sporudur. Her boks filminin bir ölçüde yalnızları anlatması tesadüf değildir. Ringde tek başınasındır ama ringe çıkan herkesin amacı oradan kalabalık inmektir. Boks bu anlamda bir sevgi arayışının da sporudur diyebiliriz.
Yıllar önce “Cinderella Man” (Kül Kedisi Adam, 2005) hakkındaki eleştirimde bahsetmiştim. Boks ringi, gündelik hayatında nereden geldiği belli olmayan onlarca yumruk yiyen sıradan bir insanın bir sefere mahsus kendisine vuran şeyi gördüğü yerdir. Bu sefer yumruğun geldiği yer ete kemiğe bürünmüştür. Ring, boksörün sahnesidir ve rakibi, hayatın ta kendisidir. Ve her ne kadar tam tersi gibi dursa da, bir ring bir boksörün mahremidir. “Cinderella Man”de Jim Braddock’a acıdığınız yerler ringde feci şekilde dayak yediği sahneler değildir, onun faturalarını ödeyemediği, iş bulamadığı sahnelerdir. Onun kaybetme olasılığının sizi tedirgin etmesinin asıl sebebi, Braddock’un limana (gerçek hayata) geri dönmekten başka bir şansı olmadığını bilmenizden kaynaklanmaktadır. Dövüş estetiğini bir kenara bırakarak söylüyorum, boks maçındaki asıl dramatik çatıyı “kahramanın” kaybetme/kazanma olasılığı yaratır. Bir boks maçındaki her yumruk aslında hayata karşı atılmış bir yumruktur. Boks maçı aynı zamanda bir tür alegori, belirli açılardan bakılırsa da bir tür metafordur.
Ağırsıklet boks şampiyonu unvanını 12 yıl koruyan, ki hala rekor kendisindedir, Joe Louis’in hayat hikayesini anlatan “The Joe Louis Story”de (Yumrukların Zaferi, 1953) ve eski şampiyonlardan Jack Johnson’ın hayatından esinlenen “The Great White Hope”da (Zafer Benimdir, 1970) ise işin bir başka dramatik yönüne şahit oluruz. Irk çatışması sorununa. Amerika’da boks sporu, öteden beri, “azınlıkların”, ezilmişlerin, dışlanmışların bir tür kurtuluş umudunu temsil etmektedir. Lafı fazla uzatmadan hemen adını koyalım, belirli bir döneme kadar başta siyahlar (Afro-Amerikalılar) ve İtalyan asıllı Amerikalılar olmak üzere göçmenlerin ve yurtlarından zorla koparılıp alınmış kölelerin torunlarının kaçış bileti olmuştur boks. Her ülkenin azınlığının bu spora daha büyük oranda rağbet etmesinin asıl sebebi, sosyal ve ekonomik hayatın birçok alanından dışlanmış olmalarıdır. Onların bu alanda başarılı olmalarının asıl sebebi de motivasyonlarının bir hayli yüksek olmasıdır. Başka bir şansları yoktur çünkü. Başarılı olmaktan başka bir şansları yoktur. Kurallar çerçevesindeki dövüşebildikleri, kendilerine dövüştükleri rakiple eşit şartlar tanınan yegane yer boks ringidir. O nedenle, genellikle ırklar-arası bir savaş meydanını andıran boks ringi bir boksör için kutsaldır da.
Takım sporları olarak da nitelendirebileceğimiz kolektif sporlara kıyasla bireysel sporlarda kazanıp kaybetme sorumluluğu büyük ölçüde tek bir kişinin omuzlarındadır. O da bizzat sporcunun kendisidir. Bu nedenle sevgi ve hayranlık ya da öfke ve nefret tek bir kişiye yöneltilmektedir. Bu alanı genişletmek, sinemasal özdeşleşme mecralarını arttırmak ve dramatik çatışma alanlarını çeşitlendirmek isteyen senaristlerin başlıca üç önemli durağı olduğunu söyleyebiliriz. Boksör ile koçu/menajeri/organizatörü, boksör ile ailesi/çevresi ve boksör ile bahis çeteleri arasındaki ilişkiler.
Sondan başlayalım. Boksun bu kadar tanıtılıp bu kadar sevdirilmesinin, tüm dünyada büyük bir ekonomi yaratmasının en önemli nedenlerinden biri de yüzlerce yıllık (ama yasal ama yasa dışı) bahis geleneğine yaslanıyor olmasıdır. Günümüzde dünyanın en çok para kazanan sporcuları arasında çok sayıda boksör var. Yayın gelirleri, reklam payları gibi alanlardan bir maçta 15-20 milyon dolar kazanan boksörler var. Yasa dışı yollardan dönen bahis miktarlarını ise hayal gücünüze bırakıyorum. Bu, yüzlerce yıllık ödül/bahis dövüşü geleneğinin metamorfoz geçirmiş halinden başka bir şey değil. O nedenle, sinema tarihindeki bir çok boks filmi ama “Hard Times” (Çıplak Yumruk, 1975), “Pulp Fiction” (Ucuz Roman, 1994), “Snatch” (Kapışma, 2000) gibi doğrudan, ama “The Set-Up” (1949), “Raging Bull” (Kızgın Boğa, 1980) gibi dolaylı yoldan bahis ve hileli/ayarlanmış maç olgusuna temas eder. Bizdeki yakın dönem örneği “Berlin Kaplanı”dır (2012).
Boksör ile koçu arasındaki ilişkilere değinen boks filmleri saymakla bitmez. Burada hem bir çatışma hem de ortak bir hedefe yönelik ortak çalışma bir arada ilerler. Tabii, işin kralı 1976 tarihli “Rocky”dir. Rocky ile koçu Mickey arasındaki incelikli usta-çırak ilişkisi zaman ilerledikçe baba-oğul ilişkisine evrilir ve sinema tarihinin zirvesindeki yerini alır. “Million Dolar Baby”de (Milyonluk Bebek, 2004) Maggie ile koçu Frankie arasındaki ilişki öyle üst düzey bir noktaya evrilir ki, Frankie çok az insanın cesaret edebileceği büyük bir yükümlülüğün altına girer. Frankie fedakarlıkta sınır tanımaz ve Maggie’nin babası ile evin köpeği arasındaki hatırasından hareketle Maggie’ye ötenazi yapar. Yakın dönemde “The Fighter” (Dövüşçü, 2010) filminde etkileyici bir boksör ve çalıştırıcı ilişkisi izledik. Burada Micky ve Dicky arasındaki ilişkiyi derinleştiren öğe, karakterlerin derinliği kadar ikisinin aynı zamanda kardeş olmasıydı. David O. Russell, gerçek hayattan uyarlanan filmde sanki “Rocky” ile “Raging Bull”un özel bir karışımını yakalamış gibidir.
Boksör ile menajeri/organizatörü (burada dövüşçüyü parlatan, maçlarını ve basınla ilişkilerini tesis eden ve bir çeşit organizatör manasına gelen “promoter” anlamında kullanılmıştır) arasındaki ilişkiler de boks filmlerinin sıkça başvurduğu alanlardan birisidir. “Body and Soul”da (1947) Roberts, “Rocky 5”teki George Washington Duke (gerçek boks organizatörü Don King’ten esinlenilmiştir) bu tiplemeye güzel bir örnek teşkil eder. “Raging Bull”daki Joey gibileri bu kapsamda değerlendirebilir miyiz, kararsızım. Sonuçta, Jack La Motta’yı bir ayna karşısındaki itiraflarına (günah çıkarma) götüren süreci bir bakıma o tetikler. Jack onu suçlar. Öte yandan, her organizatör de kendi çıkarını her şeyin üstüne koyan tümden vicdansız tiplerden oluşmaz. Örneğin, Humphrey Bogart’ın son filmi “The Harder They Fall”daki (Şöhretin Sonu, 1956) organizatör Eddie Willis karakteri Güney Amerika ağır sıklet boks şampiyonu Toro Moreno’yu sever ve onu elinden geldiğince korur hatta kurtarır.
Zaman içinde boks filmlerini romantik öğelerle zenginleştiren ve merkezine bir ya da birden fazla kadın-erkek ilişkisi monte eden filmler de çekilmiştir. Tabii, şahsi kanaatimce romantizm bokstan daha fazla yer kaplamaya başlayınca bu filmlerin çok ciddi bir kısmı tökezler. Bir kısmı da eğer ilişki senaryoda yeterince iyi yapılandırılmamışsa ve ağdalı bir melodrama dönüşmüşse zarar görür. Buna en bariz örneklerden biri, Alfred Hitchcock’un “The Ring” (1927) filmidir. Bir kadının aşkı için dövüşen iki boksör sadece birbirlerini değil filmi de aşağı çekmeyi başarırlar. Öte yandan, “Raging Bull” boksörün yaşadığı gelgitlere zemin teşkil etmesi bağlamında kadın-erkek ilişkilerini ustaca kullanır. Jack’in iniş çıkışlı hayatının merkezinde boks ve kadın yan yana durur. Onu yükselten de dibe çeken de (kardeşi ile ilişkisi, karısına davranışları, rakipleriyle yaptığı dövüşleri etkilemesi vb.) bir anlamda kadınlar ve kadınlarla ilgili anlayışı olur. Ama sinema tarihinde kadın-erkek ilişkisini, hikayesini büsbütün güçlendiren bir şekilde kullanmayı en iyi başarmış film hiç kuşkusuz “Rocky”dir. Rocky Adrian’ı, Adrian da Rocky’yi değiştirir, dönüştürür ve “Rocky” (1976) filmi bir noktadan sonra bir boksörün gerçek aşkı/sevgiyi aramasının yolculuğuna evrilir. Finalde Rocky Balboa’nın dövüşü kaybettiğini bile zar zor duyarız, aradan gözüken Apollo ellerini kaldırmasa fark etmeyeceğizdir neredeyse ama herkesin nefesini tuttuğu an onun Adrian’a kavuşup kavuşamayacağıdır. Ringdeki dövüş bir anda ikincil konuma düşüverir. Ama hikaye henüz bitmemiştir. Rocky kulakları sağır edercesine sevdiği kadının adını bağırır. Adrian! Adrian! Asıl maçın sonucu bu bağırışlardan sonra anlaşılacaktır. Rocky demeç vermekten kaçınır, bağırmaya devam ediyordur. Adrian ringe çıkar ve Rocky’ye sarılır. Birbirlerini sevdiklerini söylediklerini duyarız. Sevgi kazanmıştır. Aşk kazanmıştır. Rocky kazanmıştır. Ve yönetmen mükemmel bir şey yapar. Birbirini seven iki insanın sarıldığı bu kareyi dondurur ve bir sonsuzluk atfeder. Rocky, aynı zamanda romantik bir aşk filmdir. “The Set-Up”da (1949) da benzer naiflikte bir hikaye vardır.
Boks filmleri aynı zamanda erkek dayanışması ve dostluğu üzerine de önemli çalışmalar barındırır. Bence bu konuda zirvede John Huston’ın kaybedenlere diktiği bir anıt olan “Fat City” (Boksörün Dünyası, 1972) yer almaktadır. Tully ve Ernie’nin arkadaşlığı, biraz da birinin diğerinin on yıl sonraki hali ya da diğerinin az buçuk kazanan bir versiyonu olmasını nedeniyle yürek burkan bir noktaya taşınır. Sinizmiyle tanınan Huston, burada o kadar karamsar bir tablo çizer ki, bir noktadan sonra film “bir boksörün yükselişi ve düşüşü” temalı tüm filmlerin arasından yavaşça sıyrılır ve görkemli bir dramaya dönüşür. Mesela, kaçırılmış bir fırsat olarak gördüğüm, Woody Harrelson ve Antonio Banderas’lı “Play It to the Bone”da (Ölümüne Kadar, 1999) boksör olan iki arkadaşa dair güzel sahneler yakalanabilirdi ama olmamış. O pek beğenmediğim bir örnektir.
Aileyi merkeze alan sayısız boks filmi de vardır. İkinci filmden itibaren “Rocky” serisi bir aile filmine dönüşür. Ama yakın zamandaki güzel örnek “The Fighter” (2010). “The Champ” (1931) ve yeniden çevrimi olan “The Champ” (Şampiyon, 1979) ile “Raging Bull” da bu konuyu iyi ele alan filmlere örnek gösterilebilir.
Boksu politik bir merkeze çeken çok sayıda film var. En başta da Amerika ve SSCB’yi karşı karşıya getiren propaganda filmi “Rocky 4”. Buradaki mesaj biraz kör gözüm parmağına tarzı olduğu için pek sevmem ama film güzeldir. “The Boxer” (Boksör, 1997) ve “Triumph of the Spirit”de (Yaşamak İçin, 1989) boks, bir politik mesajın ana gövdesine ustaca eklemlenmiştir. Onların hakkını yedirmem.
Gerek “The Hurricane” (Onaltıncı Round, 1999), gerekse “Ali” (2001) ana kahramanlarının politik kişiliği nedeniyle hem bir tür hukuk mücadelesi, hem bir ölüm kalım savaşı şeklinde sunulur. Bunlar bir boks filminden çok bir drama niteliği taşırlar. Tabii az çok her boks filminin kaçınılmaz olarak dram özelliği gösterdiğini zaten belirtmiştim. Bir de söz konusu hikaye gerçek bir boksörün yaşam öyküsünden uyarlanınca temelli etkileyici olduğu da bir gerçek. İyi boks filmlerinin çoğunun gerçek bir hikayeden uyarlandığını/esinlendiğini de not düşmemiz lazım. Bu yazıda adı geçen birçok film, ki bunlar görece benim sevdiğim filmlerdir, biyografik niteliklidir. Bu bağlamda, başarılı bulduğum birkaç boks filmi daha ekleyeyim. Rocky Graziano’nun kendi otobiyografisinden uyarlanan ve başrolü Paul Newman’ın oynadığı “Somebody Up There Likes Me” (Yukarıda Biri, 1956), Jon Favreau’nun “Rocky Marciano”su (1999) ilk aklıma gelenler. Benim henüz izleme fırsatı yakalayamadığım Tony Lo Bianco’lu “Marciano”nun (1979) da çok iyi olduğunu okudum.
Tabii, söz konusu olan sinema olunca bir eserin kurmaca olup olmaması o kadar da belirleyici değildir. Aslolan sinemadır. Söz gelimi, Kirk Douglas’a ilk Oscar adaylığını getiren “Champion” (1949) başlı başına olağanüstü bir filmdir. Douglas’ın canlandırdığı boksör Midge, adım adım yükselirken belirli bir aşamadan sonra işin etiğini falan bir kenara bırakır. Leger Grindon’ın da ileri sürdüğü gibi boks filmleri “başarı etiği” çerçevesinde değerlendirilebilir. “Champion” ve “Body and Soul” (1947) iki güzide örnektir. Kazanmak için neyi ne kadar feda etmek gerekir. Sonuçta, her yumruk aynı zamanda ahlaki bir karar değil midir?
Diğer dikkate değer boks filmlerine birkaç örnek daha vermek gerekirse; James Woods ile Louis Gossett Jr.’ı bir araya getiren “Diggstown” (1992), “The Champ” (1931) ve onun Jon Voight’li yeniden çevrimi olan “The Champ” (Şampiyon, 1979). 1931 tarihli olanı daha çok severim. “The Champ” (1979) Rocky ambulansının açtığı yolda peşi sıra giden filmlerden biri. Basil Dearden’ın acayip hayranıyım, onun gizli hazinelerinden biri de “The Square Ring” (1953). Dearden burada beş boksörün niye boksör olduklarını anlatarak çok farklı bir tarz yakalamıştır. Bir şiirden uyarlanan ”Set-Up”ın zaten hayranıyım, her fırsatta söylüyorum.
Jack Palance ile ilgili yazımda da andığım “Requiem for a Heavyweight” (1956) zaten bir başyapıt. Hatta onun yeniden çevrimi olan “Requiem for a Heavyweight” (Altın Eldiven, 1962) de çok iyidir. Bilhassa Anthony Quinn’in performansı. Bir de yakın tarihli, az bilinen ama güzel bir film önereyim: “Girlfight” (2000). Michelle Rodriguez bu filmde çok iyi bir iş çıkarmıştır.
Tabii “The Champ” (1979) dışında Rocky’nin olağanüstü başarısından sonra çekilen, (kendi devam filmleri haricinde) çoğu pek de parlak olmayan bir sürü boks filmi var, onları es geçmeyelim. Kısaca isimlerini analım. Maalesef Stallone’nin kendi şöhretinden başı döndüğü bir sıra çektiği “Paradise Alley” (1978), sırf o tarihlerin iki popüler ismini (O’Neal ve Streisand) bir boks filminde bir araya getirelim diye çekilen “The Main Event” (Büyük Olay, 1979), Tony Curtis’li “Title Shot” (1979), 1947 tarihli başyapıtın ruhsuz yeniden çevrimi “Body and Soul” (1981), Richard Fleischer’ın en zayıf işlerinden olan “Tough Enough” (1983) ve Liam Neeson’lı “The Big Man” (1990). Bunları pek beğenmem. Clint Eastwood’u bir ödül/bahis dövüşçüsü olarak izlediğimiz “Every Which Way But Loose” (Dalgacının Kralı, 1978) ve devamı olan “Any Which Way You Can” (1980) de keyifli olmasına rağmen pek de matah işler değildir. Bizim yerli işi Rocky’miz “Kara Şimşek” de (1985) ha keza öyle. Tabii bunlardan da kötüsü var. Boks yapan bir kanguru ile ilgili bir film izlemek isterseniz “Matilda” (1978) diye bir şey var.
Rocky serisi, “Creed”i de (Creed: Efsanenin Doğuşu, 2015) sayarsak 7 tane oldu bile. “Rocky 2” (1979), “Rocky 3” (1982), “Rocky 4” (1985), “Rocky 5” (1990) ve “Rocky Balboa” (2006). “Creed”i hariç tutarsak, ilk altı film içinde en iyisi kesinlikle ilk film. Bunun tartışılacak hiçbir noktası yok. İkinci “en iyi” film için çeşitli görüşler var ama her ne kadar propaganda yüklü olsa da benim şahsi favorim, “Rocky 4”.
Ve Muhammed Ali. Ona ayrı bir paragraf ayırmak istiyorum çünkü o ringe/sahneye çıktığından itibaren boksun adeta muhteviyatı değişti. Kısa keselim. Boks, Muhammed Ali demektir. Ve Muhammed Ali de bir isyanın yumruk sesleridir. Muhammed Ali ile ilgili olan belgesellere bayılıyorum ama kendini oynadığı “The Greatest”ı (1977) sevdiğimi pek söyleyemeyeceğim. Bütün belgeselleri izlemek nasip olmadı ama izlediklerim arasında, “When We Were Kings” (1996) zirvede. “Muhammad Ali, the Greatest” (1969) ve “Muhammad Ali: The Whole Story” (1996) diğer aklıma gelenler.
Ayrıca boksu (ve boksörü) bir yan öğe olarak başarıyla kullanan sayısız film vardır, bunu iyi araştırmadım ama ilk aklıma gelenler “Rocco and His Brothers” (Düşman Kardeşler, 1960) ve “On the Waterfront” (Rıhtımlar Üzerinde, 1954). Yine “Pulp Fiction”ı (Ucuz Roman, 1994), “Snake Eyes”ı (Yılan Gözler, 1998), “Snatch”i (Kapışma, 2000) de bu kapsamda değerlendirebiliriz.
Boks filmlerine olan yoğun ilgi, her zaman olduğu gibi ünlü oyuncularla günümüzde de hız kesmeden devam ediyor. “Grudge Match” (Hesaplaşma Zamanı, 2013), “Southpaw” (Son Şans, 2015), “Creed” (2015), “Hands of Stone” (2016) ve “Bleed For This” (2016) yakın dönemdeki boks filmlerine örnek verilebilir. Sinemanın başarı etiği, ırklar-arası çatışma, siyasi, sosyolojik, psikolojik, tarihi, ekonomik, dini, ahlaki ve hukuki derinlik taşıyan bu büyük madenden sonuna kadar faydalanmaya devam edeceğine emin olabilirsiniz.
Aslında bu yazı “Rocky”nin (1976) kırkıncı yılı nedeniyle bir anma yazısı olarak başladı ama giderek Amerikan boks filmleri hakkında yazılmış bir tür giriş yazısına evrildi. Son tahlilde, boks filmi hayli “Amerikalı” bir türdür. Şimdi sizlerle beğendiğim ve gelmiş geçmiş en iyi boks filmleri arasında kabul ettiğim uzun metraj Amerikan boks filmlerinden bir seçki paylaşacağım. Sayıyı çok fazla tutmayacağım ve boksun ve/veya boksörün önemli bir yer tuttuğu filmlere odaklanıyor olacağım.
Bu yazı, bana vakt-i zamanında “Rocky 4” filminin video kasetini hediye eden dostum Ahmet Erkin Güriş’e adanmıştır.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
THE CHAMP (1931)
Kendisi de boksör olan Ernest Hemingway, “50 Bin Dolar” adlı öyküsündeki bir karakterinin ağzından “İçkiyi çok severim, boksör olmasaydım boyuna içmek isterdim” der. Öyle de yapmıştır zaten. “The Champ”de (1931) de alkolik bir dövüşçü var. Filmin melodramatik yapısı ağır basıyor, günümüz seyircisini etkileyemeyebilir. Ama ben bu filmi seviyorum. Filmin en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu Oscarlarını evine götürdüğünü de not düşelim. Bir de Jon Voight’li yeniden çevrimi var.
CHAMPION (1949)
“The Set-Up”ı (1949) hem bu yazıda hem de başka vesilelerle anmıştım. Robert Ryan hakkındaki yazıma da ilave edeceğim. “Body and Soul”u (1947) da John Garfield yazıma saklıyorum. O nedenle, 1940’lardan seçimim “Champion” (1949) olacak. “Champion” sadece dramatik bir spor filmi değil, aynı zamanda bir kara film şaheseri. Midge karakterinde adeta çürümenin tarihini yazan Kirk Douglas’ın da ilk Oscar adaylığı bu film sayesindedir.
THE JOE LOUIS STORY (YUMRUKLARIN ZAFERİ, 1953)
“The Square Ring”i (1953) de alabilirdim ama 1953 yılından “The Joe Louis Story”yi (Yumrukların Zaferi, 1953) seçtim. Joe Louis’in sadece ringde değil ring dışında da mücadele ettiği önemli bir sorun var. O da ırkçılık. Bu filmi benim açımdan önemli kılan şey ise, erkek oyuncusunun yani Coley Wallace’ın performansı. Wallace “kare as” denilen gruptan. Nedir o? Boksör Rocky Marciano profesyonel boks kariyerinde hiçbir maçı kaybetmemiştir. Öte yandan amatörken dört maç kaybetmiştir. Henry Lester’a, Joe De Angeles’e, Bob Girard’a ve Coley Wallace’a. İşte bu dörtlüye “kare as” denir. Coley Wallace fiziksel benzerliğinin de etkisiyle Joe Louis rolünde o denli başarılı olmuştur ki, daha sonra bu rolü defalarca yinelemiştir. En bilinenleri “Marciano” (1979) ve Martin Scorsese şaheseri “Raging Bull” (Kızgın Boğa, 1980). Başka sözüm yok.
REQUIEM FOR A HEAVYWEIGHT (ALTIN ELDİVEN, 1962)
“Somebody Up There Likes Me”yi (Yukarıda Biri, 1956) Paul Newman yazıma saklıyorum, Jack Palance’ın döktürdüğü “Requiem for a Heavyweight”i (1956) onunla ilgili yazımda zaten listeye almıştım. 1950’li yıllardan son seçimim Anthony Quinn’li “Requiem for a Heavyweight” (Altın Eldiven, 1962). Baştan söyleyeyim, bu filmin dramatik yönü hayli kuvvetli, insanın boğazını düğümleyen bir sürü sahne var. Quinn de inanılmaz oynamış. Bu filmin Türkçe dublajı da olağanüstüdür.
THE GREAT WHITE HOPE (ZAFER BENİMDİR, 1970)
Bir ara Tony ödüllerini araştırmıştım. O ara yolum hep onlarca sene sahnede adeta fırtına gibi esen James Earl Jones’a düşmüştü. James Earl Jones gerçek hayatında bir ödül/bahis dövüşçüsünün oğlu (babası sonradan aktör olmuş). “The Great White Hope” (Zafer Benimdir, 1970) onun Tony ödüllü tiyatro oyununun film versiyonu. Bu rolü tiyatroda yaklaşık 600 defa oynamış! Ve haliyle de rolle adeta bütünleşmiş. O nedenle, Jack Jefferson performansıyla tam anlamıyla parmak ısırtıyor.
FAT CITY (BOKSÖRÜN DÜNYASI, 1972)
Filozof Soren Kierkegaard’a kızıyorlardı hemen hemen her teorisini kutsal kitabı esas alarak inşa ediyor diye ama Amerikan Sineması’nın neredeyse tümü tek bir tipik teolojik algoritma üzerinden çalışır, kimse de onu bir şeyle suçlamaz. Paul Schrader’ın kısa özetiyle, “fedakarlık, kefaret ve dönüşüm”. Antik Yunan tiyatrosunun “katharsis”inin Hristiyan teolojisi ile birleşimi yani. Belki de sırf bu nedenle, “Fat City” (Boksörün Dünyası, 1972) Amerikan boks filmleri içinde bambaşka bir noktaya oturur. Daha Avrupai bir iştir. O nedenle de zamanında pek sevilmemiştir ya, neyse. John Huston yine kahramanlarını alır, “başarısızlıkla” taçlandırır ve çaresizlikle ödüllendirir. Bir kılıç yarası gibidir John Huston filmleri, bu film de aynen öyle. “Fat City”de umut yoktur. Umuda dair bir emare bile yoktur. Şüphesiz, gelmiş geçmiş en iyi boks filmlerinden biri. Bugün, tek kelimeyle “başyapıt”.
ROCKY (1976)
“Hard Times”ı (Çıplak Yumruk, 1975) başka bir vesileyle anmıştım, o nedenle 1970’lerden son seçimim, şahsi kanaatimce Sylvester Stallone’nin en iyi filmi, gelmiş geçmiş en iyi boks filmi ve en iyi spor filmi, “Rocky” (1976). Film hakkında detaylı bir inceleme kaleme alacağım için fazla bir şey yazmayacağım. Yukarıda da gördünüz, bu film hakkında yazmaya başlayınca duramıyorum. “Rocky” tüm bir boks filmleri tarihinin tek başına bir özeti durumunda. Sanki çekilmiş ve çekilecek olan bütün boks filmlerini üst düzey bir laboratuvarda birleştirmişler de ortaya böyle benzersiz bir şey çıkmış. Her izlediğimde aynı güçlü etkiyi uyandırıyor bende. Her izlediğimde yeni bir şey keşfediyorum. İnanılmaz zengin detaylarla örülmüş. Koskoca Frank Capra, “Keşke bu filmi ben çekmiş olsaydım” demiş. Muhammed Ali de “boksta o kadar iyiydim ki, benim karşıma beyaz bir imaj koymak için Rocky’yi yarattılar” demiş. O kadar yani. 2006 tarihli “Balboa”da Rocky hem boks filmleri ruhunu hem de yaşamı iki cümleyle özetliyor: “Sen, ben ya da hiç kimse hayat kadar sert vuramaz. Ama önemli olan ne kadar sert vurduğun değil, aldığın sert darbelere rağmen yoluna devam edebilmendir.” Nokta.
RAGING BULL (KIZGIN BOĞA, 1980)
“Rocky”nin (1976) hem gişede, hem eleştirmenler nezdinde hem de yarışmalarda elde ettiği olağanüstü başarıdan sonra onlarca boks filmi çekildi ama hiçbiri Martin Scorsese şaheseri “Raging Bull” kadar saygın olamadı. Scorsese, gerek biçim gerekse içerik açısından Amerikan sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Oscar tarihinin en büyük haksızlıkları arasında “Raging Bull” başı çeker. Sadece aday olup kazanamadıkları değil, adaylık alamadığı “sanat yönetimi” ve “uyarlama senaryo” alanlarında bile o senenin belki de en iyi çalışması. Rocky’den sonra en sevdiğim boks filmi. Başyapıt!
MILLION DOLLAR BABY (MİLYON DOLARLIK BEBEK, 2004)
2000’lerin başından “Ali” (2001) ve “Cinderalla Man”i (Kül Kedisi Adam, 2005) de seçebilirdim ama her ne kadar ağdalı bir melodrama dönüşme emareleri gösterse de, Clint Eastwood hayranlığımdan mıdır nedir, “Million Dollar Baby”yi (Milyon Dolarlık Bebek, 2004) seçiyorum. Film sadece bir boks filmi olmaktan ziyade Eastwood’un kendini ve değerlerini sorguladığı bir çeşit otobiyografik yapı da içeriyor (bu minvalde bir diğer güzel örnek için bakınız “Gran Torino”). Hikaye insanın kalbine dokunuyor. Tıpkı “Fat City”de ve “Rocky”de olduğu gibi herkes ama herkes iyi oynamış. Tepeden tırnağa dört dörtlük bir film.
THE FIGHTER (DÖVÜŞÇÜ, 2010)
Christian Bale’in doğallığın kitabını yazan performansından mıdır, el kamerasının gerçekçiliği dibine kadar hissettirmesinden midir, finalde filmdeki karakterlerin gerçek hayattaki karşılıklarını içeren o son görüntülerden midir nedir, bilmiyorum, “The Fighter”ı (Dövüşçü, 2010) çok ama çok sevdim. 2010’lu yıllar için bu filmi seçtim. “The Fighter” bir Amerikan ailesi filmi. Daha sonra Amerika’nın 15 yıldır sinemasıyla toparlamaya çalıştığı dağılan aile mefhumu üzerine ayrıca bir yazı yazacağım, bu film de, David O. Russell da orada hak ettiği yeri alacak ama şimdilik bu kadar. Herkese iyi seyirler. [/box]
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
[box type=”info” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
Grindon, Leger. “KNOCKOUT: THE BOXER AND BOXING IN AMERICAN CINEMA”, 2011. University Press of Mississippi, ABD.
https://en.wikipedia.org/wiki/Boxing
http://www.filmcomment.com/blog/paul-schrader-on-yasujiro-ozu/
http://www.imdb.com/title/tt0405159/trivia?ref_=tt_ql_2
http://www.mightyfighter.com/inspirational-motivational-boxing-quotes/
[/box]
Güzel yazı. İlgiyle okudum. Motive etmek için yazmak istedim. Zira sitedeki bu tür incelemeleri büyük bir keyifle okuyorum. Aynen devam.
Not: Rocky benim içinde apayrıdır.
Cindirella Man filmi unutulmuş sanırım.