‘Yaşamayı Bileydim Yazar Mıydım Hiç?’

Ölmek üzere olan eşcinsel bir oyun yazarının, yıllardır uğramadığı evine dönüp ailesiyle buluşması ve geçmişini bir kez daha gözden geçirmesi. It’s Only the End of the World / Alt Tarafı Dünyanın Sonu (Xavier Dolan), büyük ölçüde bu. Hayır, büyük ölçüde bile bu değil. Bir film cümlelere ne kadar sığar ki? Peki, bir insan, bir hayata ne kadar sığabilir?

Film, konu edindiği yazarın ‘günü yakalamak’ imkanının (hani şu ‘carpe diem’), olasılıktan imkansıza döndüğü bir zamanda geçiyor. Yazar Louis’in yapmak zorunda olduğu şey aslen, ölümün pençesinden gün çalmak. Bu bakımdan, varoluşsal kaygının yüksek seyrettiği filmlerden biri Alt Tarafı Dünyanın Sonu… ‘Neyi kaçırdım, eksik kalan ne?’ ‘Yaşadım diyebilmek için,’ neydi geride bıraktıklarım?

its-only-the-end-of-the-world-posterMelodramatik özü ve yazarın, az sonra sahneye çıkacakmış gibi giyinip makyaj yapan annesi dolayısıyla Pedro Almodovar, ölmek üzere olan bir adamın hayatının son demlerini anlatan film – taşıdığı ton her ne kadar farklı olsa da – My Life (Rubin), köklerine doğru yolculuk etme teması bakımından ve yanı sıra, ana karakterin tenselliği, inceliği ve hassaslığını yansıtan sinematografisiyle Çalınmış Güzellik (Bertolucci), pop ve disko müzikleriyle videoklip estetiğini birleştiren Spike Lee, ‘işlevsiz aile’ temasıyla, bizden bir film olan Köksüz (Akçay), tüm o dokunsal ve duyusal kareleri nedeniyle (biri doğrudan, rüzgarda salınan perdedir) Terrence Malick, yönetmen Dolan’ın filmini izlerken aklımdan geçen bazı isimlerdi.

Çoktan ölmüş de, önündeki hayatı geçmişe bakıyormuş gibi yaşayan benim gibi biri için (Amerikan Güzeli’nin Lester’ı gibi mesela) baştan ilgi çekici oluyor, Alt Tarafı Dünyanın Sonu. Filmin, bir tür zaman yolculuğuna benzediğini söylesem ne derece inandırıcı olur bilmem, fakat öyle düşünüyorum. Ölü ya da neredeyse ölü bir adamın, ‘geçmiş zaman’a yolculuğu… Tam anlamıyla bilimkurgusal değil, daha çok ruhbilimsel bir seyahat. La Jetee (Marker) ya da 12 Maymun’u (Gilliam) da bunun için sevmiyor muyum biraz?

Film, üç temel ruh halinden oluşuyor denebilir. İlki, sözünü ettiğim – sık sık yakın planlarla örülen yüz, ense ve el görüntüleri… dokunuşlar, ürperişler, bir renk yoğunluğu içinde kalmalar vb. içeren – duyusal (varoluşsal) boyut; ikincisi, filmin (melodramatik kısmı dahil) klasik anlatıya yakın yanı. Seslerin yükseldiği, diyalogların çarpıştığı, sert tartışmaların yapıldığı aile içi çatışmalar bu düzlemde yer alıyor. İzleyicinin, gerilimin içine çekildiği, özdeşleşmenin arttığı anlar bunlar. Üçüncüsü, müzikleri ve kurgusuyla kendimizi sanki bir diskonun ortasında hissettiğimiz, özellikle ikinci boyuta muhalefet eden, filmin eklektik yanını keskinleştiren, ‘tuhaf’ sahnelerin olduğu boyut. Elbette bu boyutlar, bu üç ruh hali, aslında iç içe geçmiş durumda ve filmin bütününü oluşturuyor. Yine de ben, filmin ikinci boyut diye yapay olarak ayırdığım kısmından çok hoşlanmadığımı belirtmeliyim.

Jean-Luc Lagarce’ın otobiyografik özellik taşıyan aynı adlı oyunundan uyarlanmış, Alt Tarafı Dünyanın Sonu. Evin içinde, kapalı mekanda geçen bol diyaloglu sahnelerine, Xavier Dolan’ın klostrofobik etki veren görüntü yönetimi tercihlerini eklersek, zaman zaman tiyatro hissini almıyor da değiliz doğrusu. Fakat sıkıntı, bu bölümlerin diğerlerine göre daha tanıdık, daha tahmin edilebilir oluşu sanırım. Karakterlerin aşağı yukarı neyi paylaşamadıkları belli. Aralarındaki anlaşmazlıkların betimlenmesine harcanan ‘gerçekçi’ zaman yerine, yönetmenin ‘deneysel’ rengini daha sık görmeyi tercih ederdim. Tabii, bu da başka bir film demek oluyor.

Alt Tarafı Dünyanın Sonu, üzerinde bir süre daha çalışılması gereken bir projeymiş gibi geldi bana. Isırdığınızda, ‘tadı fena değil, fakat keşke biraz daha olgunlaşsaymış’ dediğiniz bir elma gibi. Yine de yanlış anlaşılmak istemem, filmin potansiyeli, olgun kabul edilen birçok filmden daha cazibeli.

İnsan, bir hayata sığabilir mi, emin değilim – Xavier Dolan’ın oyun yazarı karakterinin bunu ne kadar başardığını anlamak için filmi kendi gözlerinizle görmeniz en iyisi – fakat sanatın, bir zaman bükücü gibi çalıştığını söyleyebilirim. Sinema salonuna girdiğinizde gerçek zaman kayboluyor ve salondan çıktığınızda, beyazperde, sizi evrenin başka bir noktasına savurmuş oluyor. Daha uzaklara götürecek yolculuklar diliyorum.

Öteki Sinema için yazan: Oğuzhan Ersümer

its-only-the-end-of-the-world-3

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Love and Anarchy: The Wild Wild World of Jaimie Leonarder (2002)

Genel olarak röportajlardan ve gündelik hayatından görüntülerden oluşan Love and
blank

Rashomon (1950)

“İnsanlar kötü şeyleri unutmak ve yalan da olsa iyi şeylere