Endless Poetry: Bir Jodorowsky Kolay Yetişmiyor!

10 Ocak 2017

blankFilmi biraz geri alalım. Alejandro Jodorowsky; sinemacılığa ara verip usta çizerlere bilim kurgu hikayeleri yazdığı, tarot kartlarıyla ve büyüyle ilgilendiği, biraz new age bir portre çizdiği 23 yılın ardından, Gerçeğin Dansı filmiyle geri dönmüştü.

2013 yılıydı ve minimalist eğilimlerin sanat sinemasında el üstünde tutulduğu bir dönemde, grotesk, büyülü ve vahşi bir filme imza atmıştı. Tabii ki grotesk ve vahşi olan onun kendi hayatıydı çünkü Gerçeğin Dansı bir otobiyografi denemesiydi. Hikayenin eski ve kült Jodo filmleriyle güçlü bağları da vardı. Mesela filmde dönüşümünü izlediğimiz otoriter baba, hafiften El Topo’yu hatırlatıyordu. İzlemek büyük mutluluktu.

Filmde küçük Jodo, dönüşen, imana gelen bir baba ile anne arasında seçim yapıyor ve annenin koruyucu ve yaratıcı sıcaklığını tercih ediyordu. Küçük Jodo babanın inandığı ve temsil ettiği değerlere ise savaş açıyordu.

Gerçekçi bir film değildi Gerçeğin Dansı. Gerçeklerden çok hayal gücünün dansı vardı burada. Bu hayal gücü sıradan bir çocuğu ”babasının oğlu” değil gerçek bir sanatçı yapar. Önce bir şair, sonra bir sahne insanı, sonralarda bir sinemacı ve daha pek çok şey…

Önce şair demiştik ya; bu şairlik dönemini otobiyografik serinin ikinci filminde izliyoruz. 2016 yılında Cannes Film Festivali’nde gösterilen, Festivalscope platformu sayesinde izlediğimiz ve 2017 yılında festivallerde görmeyi beklediğimiz Endless Poetry filminde…

blank

Şiiri keşfetmek, şiirle pişmek 

Endless Poetry üçlemenin ilk filminin bittiği yerden başlıyor neredeyse ve freudyen çatışma hız kesmeden devam ediyor. Jodo küçüktür ve babasının ona çizdiği yola değil şairlerin yoluna çıkmaya hazırlanmaktadır. Homofobik baba oğlunun şiire meraklı, yumuşak karakterli bir eşcinsel olmasından korkmaktadır. Bir opera sanatçısı gibi iletişim kuran ”diva” anne ise tüm anaçlığıyla oğluna sahip çıkmaktadır.

Endless Poetry, Gerçeğin Dansı’na göre görsel açıdan daha çarpıcı ve daha enerjik  bir film. Eski Jodo filmleri kadar grotesk değil ama gene de içinde küçük şoklar yok değil. Şüphesiz tiyatro sanatına, sinemacının köklerine de bir saygı duruşu aynı zamanda. Sahnelerde eşyaları taşıyarak oyunculara destek olan siyah giyimli insanlar veya eski dükkanların siyah beyaz fotoğraflarıyla eskileştirilmiş sokaklar tiyatro hissi veriyor.

Filmin en mucizevi yanı ise aile kavramına tekme tokat girişmesine rağmen aslında maaile yapılmış olması. Jodo Amca’nın artık orta yaşı çoktan geçmiş olan oğlu Brontis küçük Jodo’nun babası, sanatçının küçük oğlu Adan ise genç Jodorowsky olarak karşımıza çıkıyor.

Jodo ailenin baskısıyla yırtıcılaşmış, babaevi artık dayanılmaz bir yere dönüşmüştür. Eşcinsel kuzeninin yardımıyla sanatçı insanlarla tanışır ve hayattaki yerini daha iyi kavrar. Zamanla Şili’nin başkenti Santiago’da yeni bir hayata başlar. Burada, kendisi gibi insanların olduğu marjinal cafe’lerde aşkı, şiiri ve performansı keşfeder. Babaevi geride kalmıştır, sadece para çalmak için döner oraya.

Jodorowsky, Santiago bölümlerinde Fellini dünyasını hatırlatan, nostaljik ve çılgın bir kimya yakalıyor. Bu yıllarda Jodo da bir Fellini kahramanı gibidir. Sirklere yakındır, palyaçoluk yapar. Cüce bir kadınla sevişir. Bu kanlı sevişme sahnesi, bugün benim diyen arıza yönetmenin bile çekemeyeceği kadar zor bir sahnedir.

Jodo artık genç bir adamdır, tekinsiz bir sevgilisi ve hayran olduğu şair bir dostu vardır. Gündelik hayatı bir performansa çevirirler. Şiirle iletişim kurarak veya sağa sola sapmadan, evlerin içinden geçmeyi de göze alarak, dümdüz yürüyerek…

blank

Sinemacının güzel yıllarıdır bunlar. Keşfettiği ve piştiği…

Endless Poetry şiirle kendini bulan bir adamın hikayesi. Jodo gerçeklerden çok uzaklaşmamak adına çok uçmuyor belli ki. Bu açıdan fantastik bir deneyim bekleyenleri, görsel uçarılıktan çok şiirler bekliyor. Gerçeğin Dansı’na göre görsel açıdan daha çarpıcı ama yine de sözcükler imajların bir adım önünde.

Filmin en etkileyici anları ise Alejandro Jodorowsky’nin bizzat kamera önünde belirdiği ve babasına veya kendi gençliğine konuştuğu sahneler. Özellikle gençlik haline ders verdiği bölümler çok ilham verici. ”Öğreten adam ve gençliği” konsepti kulağa kötü gelse de, Jodorowsky didaktizmine sempati duymamak elde değil.

Bu filmin bir sonu yok, dünyanın 40’lı yıllarda politik açıdan girdiği siyasi açmazı ucundan gösteren bir finali var ama genç Jodo’nun hikayesi yarım kalıyor. Ve bize sinemacının gerçeküstücü Paris maceralarını anlatacak olan üçüncü filmi beklemek kalıyor. Müthiş bir buluşma olacağına hiç şüphe yok, yeter ki Jodo’nun uçuş takımlarına zeval gelmesin…

Öteki Sinema için yazan: Serdar Kökçeoğlu

https://youtu.be/X5wokzUd_Gw

blank

Serdar Kökçeoğlu

1975 yılında Malatya’da doğdu. Hayatının ilk 7 yılı Almanya’da geçti. Babasına verilen lojman odasında halıya kurularak televizyonda izlediği bilim kurgu filmlerini ve açık hava sinemasında izlediği tuhaf komedi filmlerini de, Almanya’nın karlı havası gibi hiç unutmadı. 2002 sonundan beri çeşitli yayın ve platformlarda sinemayla bağlantılı işlerde görev aldı. Sinemayla ilgili işler dışında, müzikle bağlantılı projelerde yer almaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Jason Bourne (2016)

Jason Bourne ile yeniden karşılaşmak güzel ancak keşke bu kadar
blank

Küçük Denizkızı Ponyo / Gake no ue no Ponyo (2008)

Küçük Denizkızı Ponyo ile hayal gücünün sınırlarına bir yolculuk yapıyoruz.