1960’ların ikinci yarısında ortaya çıkan Yeni Hollywood Akımı ile Francis Ford Coppola’dan Woody Allen’a, Martin Scorsese’den Steven Spielberg’e kadar pek çok önemli yönetmen sadece Hollywood’un değil, dünya sinemasının çehresini değiştirdi. Bugün geldiğimiz noktada onların gerçek mirasçılarının bağımsız sinemadan stüdyolara geçen Christopher Nolan, Josh Trank, Jordan Vogt-Roberts ve bir önceki leziz Yıldız Savaşları filmi Rogue One’ın yönetmeni Gareth Edwards gibi isimler olduğunu düşünüyorum.
Rian Johnson da onlardan biri. Çıkış filmi Brick’te sosyopatmış gibi görünen ama içinde fırtınalar kopan, hamile sevgilisinin katilini arayan bir lise öğrencisini anlattı. Looper’ın kahramanıysa zamanda yolculuk edip kendisine karşı mücadele eden bir kiralık katildi (karışık işler bunlar). Johnson, tüm filmlerini kendisi yazıyor ve iyi ki de öyle yapıyor, çünkü Abrams’ın The Force Awakens’taki (Güç Uyanıyor), Lucas’ın taslaklarını ve genişletilmiş evreni yutan kötü senaryosunun devamı başka türlü getirilemezdi. Johnson’ın şablon olarak Empire Strikes Back’i seçtiği görülüyor. Buna karşın bazı şeylerin yerleri değişik. Jedi’lık eğitimi filmin ortasında değil de ilk 1,5 saatini kapsıyor. AT-AT’lar filmin sonunda ortaya çıkıyor ama Asiler tıpkı Empire’daki gibi sürekli yeniliyor ve İlk Düzen’le film boyunca süren bir kovalamaca yaşanıyor. Film, Force Awakens’tan gerektiği kadarını alıp gerisini boş veriyor. Johnson’ın senaryosu, bugüne dek izlediğim tüm Star Wars filmleri içinde en kıvrak zekâya sahip olanı ve çok zor işler başarıyor. Öncülünün zaaflarını avantaja çevirdiği yerler bile var.
Öncelikle film, Force Awakens’ın açıklarını yamamak gibi çok zor bir işin altından kalkıyor. Hepsini yamayamasa da önemli yanıtları veriyor. Skywalker’ın Bespin’de kaybettiği ışın kılıcının yeniden nasıl ortaya çıktığını hâlâ bilmiyoruz ama Rey’in annesiyle babasının kim olduğu gibi sorular yanıt buluyor. Snoke’un kimliği açıkça söylenmese de güçlü bir ima var. Johnson hızını alamıyor ve Lucas’ın orijinal üçlemede bıraktığı açıklara da el atıyor. Güçte denge ve seçilmiş kişi meselelerini Snoke’un birkaç cümlelik monologuyla bir yere oturtuyor. Üstelik getirilen açıklama Obi-Wan’ın Luke’a “Vader’ın gerçek kimliğini söylemedim, çünkü bakış açısı” diyerek saçmalamasından çok daha mantıklı. Mavi sütün kaynağını bile görebiliyoruz. Bunun dışında Kylo Ren karakteri ancak bu kadar iyi kullanılabilirdi. İşe karaktere getirilen “ergen Sith” eleştirilerini Snoke’un ağzından söyleterek başlayan Johnson, Kylo’nun karakter motivasyonuyla ikinci Ren-Rey karşılaşmasını birbirine bağlayarak bir taşla iki kuş bile vuruyor. Bu arada seyircilerin algısıyla oynamayı da ihmal etmiyor. Ayrı maceralar yaşattığı karakterlerinin hepsine yaptıracak şeyler buluyor. Bunları finalde başarılı bir şekilde bir araya getiriyor. Bir yandan da yeni karakterler tanıtıp kendi hikâyesini anlatıyor. Finalde de Star Wars evrenini sıfırlıyor ve Star Wars = Skywalker denkleminden kurtulmak adına büyük, cesurca bir adım atıyor.
The Last Jedi’ın 2,5 saatlik süresiyle gelmiş geçmiş en uzun Star Wars filmi olması bu yüzden. Bu kadar işin altından kalkarken tökezleyip düşmüyor ama bunun filmi hiç etkilemediğini söylemek güç. Film, özellikle ilk yarısında biraz top çeviriyormuş gibi görünüyor. Aksayan yönleri de yok değil. Oyuncak satmak için yapılan yaratık işinin biraz suyunun çıktığını düşünüyorum. İlk filmdeki “yaratıklarla dolu bar” sahnesini taklit etme güdüsünün de. Hatta bu amaçla çekilen kumarhane sahnesi biraz sırıtmış. Millenium Falcon’daki hologram satranç oyunu gibi, eski Star Wars filmlerinde her şey tanıdık ama farklıydı. Bu filmdeki kumarhane, dünyadakilere biraz fazla benziyor. Bunun haricinde filmin Star Wars hayranlarını ikiye böldüğü de görülüyor. Bunun sebebi Rian Johnson’ın biraz seriye biraz şahsına münhasır bir film çekmiş olması. İlk üçlemenin üç filmi de farklı yönetmenler tarafından çekildi ama onların birbirleriyle uyumu, Johnson’ın filminin tüm seriyle uyumundan daha fazla. Buna karşın sevilen evrenin tadını The Phantom Menace’a kıyasla çok daha iyi veriyor. Uyumsuzluk bence Johnson’ın tarzından kaynaklanıyor ama sebep olarak filmdeki mizahı gösterenler slapstick unsuru haline getirilen Ewok’larla Jar Jar Binks’i, Rose’la Finn arasındaki buseyi eleştirenlerse Attack of the Clones’un tırnaklarım sökülüyormuş gibi hissettiren çimlerde yuvarlanma sahnelerini unutmuş gibi gözüküyor. Ancak zamanlama meselesi beni biraz rahatsız etti. Finn’in başına gelenleri atlatıp son anda yetişmesi ve Rey’in Jedi’lık eğitimiyle filonun yakıtının dayanma süresi arasında bir uyumsuzluk var sanki.
The Last Jedi bir sürü topla jonklörlük yapmaya çalışıyor ve bunu büyük ölçüde başarıyor. Johnson bir yandan Lucas’ın orijinal üçlemede yaptığı her şeyi tek filme sığdırıyor ve bunu yaparken Lucas’ın kalitesinin altına düşmemeye özen gösteriyor. Mizah gibi Lucas’ın beceremediği konularda ise üzerine çıkıyor. Diğer yandan The Force Awakens’ın mirasını, o filmi büyük ölçüde sıfırlayarak adam ediyor, bütün bunları yaparken evrene yeni karakterler ve hikâyeler kazandırıyor. Hayranların sevdiği filmlere göndermede bulunmayı, Finn-Phasma dövüşü gibi istedikleri karşılaşmaları vermeyi de ihmal etmiyor. Üstelik film, aynı zamanda bir devir teslim töreni. Eski karakterler, aşklar, iyi ve kötüler, savaşlar yerlerini yenilerine bırakıyor. Ortaya çıkan sonuç uzun ve biraz kalabalık olsa da The Last Jedi, Anakin üçlemesinin ve öncülü The Force Awakens’ın üzerine çıkmayı başarıyor ve finaliyle evrende taze ve beyaz bir sayfa açıyor. O sayfaya ilk yazacak olan ismin The Force Awakens’ın faili olan Jar Jar Abrams olması ise en büyük kinaye sanırım.